“Yazarak önce kendimi, sonra da başkalarını anlamaya, kızımın deyimiyle “dünyanın nasıl bir yer olduğunu” keşfetmeye çalışıyorum. Bu yüzden de zihnim ısrarla, yarattığım karakterin bilinçdışını yaratan geçmişe, dolayısıyla da ailelerine gidiyor”
MELTEM YILMAZ
Fotoğraf: Sevgi Can
Irmak Zileli, üçüncü romanı Gölgesinde ile okuyucuyla buluştu. Bir sabah evinden çıkıp geri dönmemeye karar veren Leylâ’nın yürüyüşünü konu alan romanda, merkezden gittikçe uzaklaşan Leylâ, adım adım “öteki”lerin portresini çiziyor
Leylâ bir gün hiç beklenmedik bir şekilde evini terk ediyor ve bir yürüyüşe başlıyor. Evi, çalıştığı üniversite, ama özellikle kocası Fikret bir merkez oluşturuyor ve Leylâ bu merkezden dışarı doğru ilerliyor ve çeşitli insanlarla karşılaşıyor. Leyla’nın yürüdükçe sadeleştiğini, değiştiğini görüyoruz. Bu şema bana iktidar ve ötekiler ilişkisini düşündürdü. Peki, sizce Leylâ’nın yaptığı gibi iktidardan, otoriteden kaçış mümkün müdür?
Leylâ’nın yürüyüşüne “kaçış” demezdim, “tüm iktidar ilişkilerinin dışına çıkmak” derdim. Otoritenin ya da iktidarın alanında kalıp, onun araçlarını kullanarak mücadele etmek yerine, o alanı tümüyle terk etmek. Burayı terk ettikten sonra da kendi ilişkilerini eşit zeminde kurmaya çalışmak. Leylâ yürüyüşü boyunca pek çok insanla ve hayvanla karşılaşıyor. Her birinde kaçınılmaz olarak sorguladığı şey, eşitliği kendi lehine bozup bozmadığı. En büyük korkusu bu belki de. Kimi zaman düştüğü bir tuzak da aynı zamanda. Kibre kapıldığını fark ettiği anlar var sözgelimi. Yani Leylâ eşitsizlik yasalarının hüküm sürdüğü dünyanın dışına çıktığı halde düne kadar oranın bir parçası olduğunu her adımda yeniden hatırlıyor. Hatırlamazsa dönüşemez. Hükmetme, mağlup etme gibi savaş refleksleri hepimizin içine yerleştirilmiş. Leylâ, yürüyüşü boyunca buna karşı uyanık olması gerektiğini hissediyor. Kendini ve etrafını sürekli olarak irdelemesi bundan. İktidardan, otoriteden kaçmamak, aksine gözlerinin içine bakmak. Ama sadece başkalarının iktidarının değil, kendi içimizdeki iktidarın da gözlerinin içine bakmak. Leylâ’nın yaptığı bu aslında. Kocasının, babasının iktidar alanından çıkmakla başlıyor, ama sonra durmaksızın sorguladığı, kendi içindeki otoritenin sesi. İçindeki iktidarı dönüp dönüp yıkması gerektiği için yürüyüş de bitmiyor.
» Eşik ve Gözlerini Kaçırma’da gördüğümüz aile kurguları bu romanınızda da karşımıza çıkıyor. Karakterlerinizin geçmişleri, ama özellikle aile hikâyeleri kurgularınızdaki nedensellik bağlarında önemli düğüm noktaları oluşturuyor. Sizce aile bireysel tarihimizde nasıl bir yere tekabül ediyor? İnsanın yaşam kurgusunda bu kadar önemli midir gerçekten ailenin yeri?
Sadece roman kurgularken değil, hayatın içinde de, gerek kendimi gerek başkalarını anlamaya çalışırken fark ediyorum ki, aile onlardan ayrılsanız bile ömrünüz boyunca hayatınızı olumlu ya da olumsuz etkilemeyi sürdüren bir şeydir. Romanda polisin Fikret’e söylediği gibi “geçmiş şimdinin içinde”. Aslında ölüp giden, biten hiçbir şey yok. Başta annemizle, sonra babamızla, varsa kardeşlerimizle ilişkimizde edindiğimiz deneyimler kılcal damarlarımızda akıyor. Eş ya da meslek seçimlerimizi; otorite karşısındaki tutumlarımızı; arkadaşlarımıza yönelik davranışlarımızı kazıdığımızda, altında erken yıllarımızdaki deneyimleri bulacağımızı düşünüyorum. Sadece böyle düşünüldüğünde tekerrürün de mana kazandığını görüyorum. Gözlerini Kaçırma’da bu zincir kırılıyordu, kırılması zincirin varlığına da işaretti. Anne babamızla deneyimimizin köklerinde de onların kendi anne ve babalarıyla deneyimleri yatıyor. Anlamlandıramadığımız kimi davranışlarımızı akılla ket vurmaya kalkışsak bile habire tekrarlamamızın nedeni de bu bana göre. Akıl, bilinçdışı karşısında biçare. Yazarak önce kendimi, sonra da başkalarını anlamaya, kızımın deyimiyle “dünyanın nasıl bir yer olduğunu” keşfetmeye çalışıyorum. Bu yüzden de zihnim ısrarla, yarattığım karakterin bilinçdışını yaratan geçmişe, dolayısıyla da ailelerine gidiyor.
» Leylâ aynı zamanda yazan bir kadın. Ancak yazdıkları hep erkeklerin süzgecine takılmış. Sizce erkek dünyasında bir kadın olarak yazmak nasıl bir deneyim? Virginia Woolf’un sözünü ettiği “erkekler ne der?” sorusu yazma sürecinde bugün kadını nasıl etkiliyor?
Erkek dünyasında bir kadın olarak var olmak da yazmak da başlı başına zorlayıcı deneyimler. Leylâ’nın yürüyüşü bu noktada bir kez daha anlam kazanıyor. Sokaklar erkeklerin alanı olarak görülüyor ve izlendiği korkusunu yaşamadan bir kadın olarak tek başına yürümesi pek mümkün olmuyor. Leylâ’nın yaşadığı bu tehdidi yazının metaforu olarak düşünelim dilerseniz. Bir kadın yazarın göz hapsinde olduğu duygusundan uzak yazabilmesi galiba, erkek yazarken yaşayabileceği endişeden çok daha yoğundur. Çünkü sokaklar gibi edebiyatın da, sanatın da, bilimin de, felsefenin de gizli ya da açık şekilde erkeğin alanı olarak görüldüğü ortada. Elbette bir asır öncesine oranla daha uygar bir noktadayız. Ama bu noktaya romanda Leylâ’nın yolunun kesiştiği kadın yazarların ve daha pek çoklarının direnci sayesinde gelindi. Böyle bir mirasın paydaşı olduğum için kendimi daha güçlü hissediyorum. Ayrıca yeri gelmişken, Gölgesinde’nin yayımlanmasıyla eş zamanlı olarak kendi kuşağımdan kadın yazarların romanlarının da yayımlanması sevincimi eksiksiz kılıyor. Hatta bütün kadın yazarlar arasında görünmez bir bağ olduğunu hissediyorum. Üsluplarımız, aidiyetlerimiz, mensubiyetlerimiz ne kadar farklı olursa olsun. “Erkekler ne der?” meselesi bu güçlü bağın gölgesinde kalıyor.
» Romanda pek çok kez hayvanlarla karşılaşıyoruz. Öyle ki romanın karakterleri arasında sayabiliriz bazılarını. Hikâyeleri, anlatıcı tarafından konumlandırılışları ve metin içindeki varlıklarıyla diğerlerine denk karakterler. Bu karakterlerin romanda nasıl belirdiğini de anlatır mısınız?
Karakterler romanda kendiliklerinden belirdiler. Leylâ yürürken onun karşısına çıkıverdiler. Sadece hayvanlar değil, insanlar da. Öte yandan “kendiliğinden” olan, sebepsiz de değil. Şimdi, bu hayvanlar neden çıktı karşısına? Neden yer edindiler Leylâ’nın yürüyüşünde? Leylâ otoritenin alanından çıkıyor ve oradan uzaklaştıkça, hem içindeki hem dışındaki kibirle yüzleşiyor. Bununla da yetinmiyor. İnsanın hayvan ve doğa karşısındaki kibrini de kafaya takıyor. Aksi takdirde gerçek bir hesaplaşmadan söz edemezdik.
» Gölgesinde çok katmanlı, birden çok meseleyi dert edinmiş bir roman. Toplumsal cinsiyet, aidiyet, ötekileşme, özgürleşme, hayvan hakları bunlardan sadece birkaçı. Öte yandan oldukça bireysel bir hikâye anlattığınız. Öyleyse şunu sorayım: Bireysel olanla toplumsal olan arasında nasıl bir ilişki var size göre?
1980 sonrası yazılan romanlara, öykülere yönelik kalıplaşmış ifadeler vardır. “Bireyin iç dünyasına odaklanıyor o yüzden de bireyci, apolitik, bunalım edebiyatı” vb. Böyle bir eleştiriyi hak edecek eserler vardır belki. Fakat eleştirinin alt metninde şöyle bir algı var: “Bireysel olan apolitiktir.” Benim de buna itirazım var. Bireysel bir hikâye anlattığınızda, onu doğrudan siyasal ya da toplumsal bir arka plana oturtmazsanız apolitik olmakla suçlanırsınız. Benim de aklıma şu soru geliyor o zaman: Politika deyince ne anlıyoruz? Güncel siyaset mi? İdeolojik akımlar mı? İktidar-muhalefet çekişmeleri mi? Toplumsal direnişin niteliği değil de niceliği mi? Politikanın sadece bunlarla sınırlı olduğunu düşünüyorsak ben bu kadarıyla yetinemem. Devletler ve sistemler yaşamımızda bu kadar uzakta değil. Politik aktörler kendilerine ayrılmış bir arenada didişmiyorlar. Bireysel yaşamımın tam da ortasındalar. Asıl bunun aksini iddia etmek apolitiklik değil midir? Kadın erkek ilişkisinde politika vardır. Anne ile çocuğun ilişkisinde. Aile, başlıbaşına politik bir arenadır. Bir genç kızın büyüme sancısı bir politik manzumedir. Bir hayvanla kurduğumuz ilişki ve onun niteliği politiktir. Ne diyordu Ingeborg Bachmann: “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar…” Bireysel bir hikâye anlattığınızda karakteriniz en az bir kişiyle iletişime geçecek demektir. İlişki kurmanın kendisi politik bir eylem. Bir insan diğeriyle ilişki kurduğu anda orada artık küçük bir toplum vardır. Her bir bireyin hikâyesi “biricik” olmakla birlikte kabul edelim ki oldukça geneldir. Evet, roman kahramanı bir kişidir. Ama o bir kişide binlerce insan kendini bulur. Açmazlarını, arzularını, kayıplarını vs… Birimizin hayatı binlercemize aittir. Hikâyenin ayrıntıları, mekânı, karakterlerin adları değişir ve her birinin roman olmasına da mani yoktur. Edebiyatın gücü de burada. İnsanları politikacıların konuşmalarından, yazdıkları makalelerden çok daha fazla dönüştürme gücüne sahip olmasında. Ani ve kitlesel dönüşümlerle değil belki ama bunu küçük adımlarla ve durmaksızın yapar. Roman kitlelere değil onu okuyan bir kişiyle konuşur. Madem faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar, devrim de iki insanın arasındaki ilişkide başlar.