Evrim ve Yaratılış: Bilim ve Din Arasındaki Çekişme, İnsanlığın İlerleyişi Açısından Ne Kadar İşlevsel?
Tüm Dünya’da modern bilimin en önemli parçalarından biri olan evrimin kabul edilirliği giderek artıyor. İnsanlar evrimsel biyolojinin detaylarını öğrendikçe, yıllar yılı meydanları dolduran “yaratılışçı” ve evrim karşıtı akımların hiç de söyledikleri gibi bir kavram olmadığını, son derece basit ve anlaşılır bir doğa gerçeği olduğunu kavramaya başladılar. Bu da, akıllarda şu önemli sorunun doğmasına neden oluyor:
Eğer evrim gerçekse, yaratılış yalan mı? Yani biz “yaratılmadık” da, “evrimleştik” mi?
Bu sorunun altında yatan ana sorunun kaynağı, aslında bir “yaratıcı süpergücün” (kısaca “tanrı”nın) varlığı ile ilişkilendirilir. Çünkü “Eğer yaratma olayı varsa, bir yaratıcı da olmalıdır.” düşüncesi, teolojinin asırlardır kullandığı felsefi bir argümandır. Her ne kadar yaratılma olayı ile yaratıcı arasında kısmen bir ilişki olsa da, yaratılma sözcüğünün özünde ifade ettiği eylem ile yaratma eyleminde bulunduğu iddia edilen süpergüç arasındaki ilişki, evrim karşıtlarının halka yansıttığı kadar sıkı olmayabilir. İzah edelim:
Yaratılışçılık Nedir?
“Yaratılışçı” olarak tanımlanan insanların savunduğu “yaratılışçılık” akımını tanımak için, öncelikle bu akımın “yaratılış” denen olayı nasıl tanımladığını iyi anlamamız gerekiyor. Bu akım çerçevesinde yaratılış; Evren’in, Evren içindeki bütün sistemlerin ve bunun bir uzantısı olarak tüm canlı çeşitliliğinin, günümüzde var oldukları (son) haliyle, bir anda, mucizevi bir şekilde, yoktan var oluvermesidir. Bu inancı taşıyan kişiler, bu yaratılış sürecinin bir tanrı tarafından yapıldığına inanırlar. Aşağıda göreceğimiz üzere, modern zamanlarda “yaratılış” kavramını bambaşka şekillerde tanımlayarak bilimle uygun hale getirmeye yönelik çabalar vardır; yok değil. Ancak yaratılma, bu yazımızın ana konusu olan evrimsel biyoloji karşıtlığı bağlamında ele alındığında, “her şeyin (ve özellikle de canlı türlerinin) yoktan, birdenbire, tek seferde ve bilinçli bir yönlendirme ile var edilivermesi” anlamında kullanılmaktadır. Daha modern ve reformize edilmiş tanımları ele alabilmek için, öncelikle bu ana tanımı iyi anlamamız gerekiyor.
Burada karşımıza çıkan ilk gerçek şudur: “Yaratılışçı olmak” ile “inançlı olmak” ile eş anlamlı değildir! Her yaratılışçı bir çeşit dini inanca sahip olsa da; her inançlı kişi, yaratılışçılığa inanmak zorunda değildir. Eğitim düzeyi yüksek, bilimsel gerçeklerden haberdar olan inançlı kişiler, yaratılış mitine inanmamaktadırlar. Bu, onları inançsız kılmamamaktadır. Yaratılışçılığa, yani her şeyin bir anda var ediliverdiğine inanmıyorsunuz diye, din veya tanrı inancınız olamaz diye bir kaide yoktur!
Elbette ki dini kaynakları şu veya bu şekilde yorumlayan yaratılışçı kişi, grup, örgüt ve organizasyonlar, kendi yorumlarının mutlak doğru olduğu yönünde ısrar edecek ve “yaratılışa inanmak” ile “inançlı olmak” arasında tartışması olmayan bir ilişki kurmaya çalışacaklardır. Ama ne onların din ve tanrı yorumu mutlak ve tek gerçek yorumdur; ne de yaratılış ile inançlılık arasında kurmaya çalıştıkları bağ bilimsel ve felsefi anlamda sağlam veya gerçektir.
Nedeni ise basit: Modern bilimin asırlardır ortaya koyduğu üzere, Evren içindeki hiçbir yapı son haliyle, birdenbire, yoktan var oluvermemiştir. Hepsi, belirli süreçlerden geçerek, daha basit yapıtaşlarının değişmesiyle bugünkü hallerini almıştır ve halen değişmeyi sürdürmektedir. Bu bir gerçektir. Tartışması yoktur. Evren’de son haliyle, birdenbire var olan kuantum düzeydeki bazı tartışmalı olgular hariç tek bir adet mikro, mezo veya makro boyutta varlık yoktur! Her şey; ama her şey süreçlerden geçerek var olur! İnceleyelim:
- Galaksiler yoktan, birdenbire var oluvermez. Kendilerinden daha yaşlı olan yıldızların süpernova yoluyla patlaması sonucu oluşan akıl almaz miktarda malzemenin kütleçekimiyle bir araya gelmesiyle oluşur.
- Gezegenler yoktan, birdenbire var oluvermez. Galaksiler gibi, gezegenler de yıldızların etrafında biriken toz ve taş parçalarının kütleçekiminin etkisiyle bir araya gelmesiyle oluşur.
- Atomlar yoktan, birdenbire var oluvermez. Kendilerinden önce gelen yıldızların çekirdeklerinde kuarkların birbirine bağlanması yoluyla, uzun süreli süreçlerden geçerek var olurlar.
- Kimyasallar yoktan, birdenbire var oluvermez. Daha basit yapılı atomların bir araya gelmesiyle ve elektronlar aracılığıyla bağlar kurma süreciyle oluşur.
- Kıtalar ve okyanuslar yoktan, birdenbire var oluvermez. Tektonik plakaların milyonlarca yıl içinde her yıl milimetrik düzeyde hareket etmeleri sonucunda bugünkü hallerini alırlar. Bu süreçte açılan boşluklara sular zamanla dolar ve göller, denizler, okyanuslar oluşur.
- Canlılık yoktan, birdenbire var oluvermez. Kendilerinden önce gelen organik yapılı kimyasal bileşiklerin çeşitli koşullar altında bir araya gelmesiyle, en azından Dünya’da 400 milyon yıl süren bir süreçten sonra var olurlar.
- Canlılar yoktan, birdenbire var oluvermez. Kendilerinden önce gelen daha basit yapılı canlıların nesiller içinde çeşitlilik ve seçilim mekanizmalarıyla değişmesi sonucu bugünkü hallerini alırlar.
- Dahası, yukarıdaki süreçlerin her biri, kendisinden önceki süreçlere bağlıdır. Yani yeni bir kimyasal molekülün oluşabilmesi için atomlar gerekir; atomların oluşabilmesi için elementler gerekir, elementlerin oluşabilmesi için yıldızlar gerekir, yıldızların oluşabilmesi için kütleçekimi etkisi altında bulunan daha antik gaz ve toz bulutu gerekir; elementlerin yapısına katılacak kuarkların ilk etapta oluşabilmesi içinse ne gerekiyor bilmiyoruz; ama en azından bir uzay-zaman veya bir Evren gerekiyor olabilir. Bu “ilk var olan şey”e, yani “sınır koşul” konusuna döneceğiz.
- Sonuç olarak: Evren içindeki varlıkların hiçbiri “puf” diye var olmamıştır. Hepsi, belirli süreçlerden geçerek var olmuşlardır.
Peki bu var oluşu sürdüren yasalar veya süreçler nereden geldi? Natüralistler ve bilim insanları için yanıt “Bilmiyorum; bilmiyorsun; bilmiyoruz.”dur (bu konuda şu yazımızı okumanızı veya bu videomuzu mutlaka izlemenizi tavsiye ederiz). Teistlere veya genel olarak dindar kişilere göre ise yanıt “Tanrı.”dır.
Bunun sizin için tatmin edici bir cevap olup olmadığına sadece siz karar verebilirsiniz. Bilimsel anlamda ise bu iki cevap arasında dikkate değer herhangi bir fark yoktur. Ancak buna geçmeden önce, peşinen şunu söylemekte fayda var: Yukarıda listelediğimiz tüm olay, olgu ve süreçlerin bir yaratıcısı olduğuna iman etmekte herhangi bir sakınca yoktur. Tarih boyunca insanlar, sayısız tanrı ve tanrılara inanmışlardır; bu geleneği sürdürmek önünde bilimsel bir engel yoktur. Bilim veya bilim insanları, gerçekleri nasıl yorumlamanız gerektiği konusunda size pek fazla bilgi veremezler. Size gerçeği söylerler; onu hayat görüşünüze adapte etmek sizin sorumluluğunuzdur. Gerçeklere yönelik seçici bir tutum sergilemediğiniz, yani gerçekleri şahsi beğeninize göre seçip elemediğiniz ve her bilimsel gerçeği hayatınıza entegre etmeye çalıştığınız sürece, bunlardan nasıl bir iç dünya görüşü inşa ettiğiniz size kalmıştır.
Yaratılışçılıkla ilgili sorun, şurada başlar: Şahsi inancın bir uzantısı olarak, Evren’deki varlıkların hiçbir süreçten geçmeksizin, yoktan, birdenbire var olduğuna inanmanın bilimsel hiçbir tarafı bulunmamaktadır. Evren’deki canlıların veya diğer “şey”lerin yoktan, birdenbire, son halleriyle var olduğu iddiası tamamen hatalıdır. Çünkü canlılık da dahil her şeyin, kimyasalların, gezegenlerin, yıldızların, galaksilerin istisnasız her birinin, kademelerden ve süreçlerden geçerek var olduğu bilinen bir gerçektir. Tartışmalı olan bir kavram değildir.
Dolayısıyla bir yaratıcıya inanabilirsiniz; ancak bu yaratıcının her şeyi yoktan, birdenbire, son haliyle var ettiğine inanamazsınız – en azından gerçeklere değer veriyorsanız, inanmamalısınız. Çünkü bunun gerçek olmadığını bilmekteyiz. Biyolojik, jeolojik, kimyasal veya astronomik evrimin yaşanmadığını söylemek, annenizin karnından çıktığınızdan beri hiç büyümediğinizi, şu andaki yaşınızda var oluverdiğinizi iddia etmek gibidir.
İşte bu nedenle doğadaki olay, olgu ve süreçlerin nasıl yaşandığını izah etmeyi es geçip, sadece salt bir inanç propagandasından ibaret olan yaratılışçılık gibi akımlar, okullarda bilim derslerinde okutumamalı, tanıtılmamalı, bilimin alternatifi olarak lanse edilmemelidir. Bilimin amacı, ister bir yaratıcıya inanın, ister inanmayın, etrafımızda gördüğümüz her şeyin neden ve nasıl var olduğunu açıklamaktır. Dilerseniz evrimi, levha tektoniğini, yıldız oluşum süreçlerini “yaratıcının yaratma yöntemleri” olarak görebilirsiniz – ki bunu yapan ilk kişi olmazdınız, son da olmayacaksınız. Buna inanmak sizi bir “yaratılışçı” yapmaz, “inançlı bir birey” yapar. Ancak bilimin veya bilimsel bir eğitimin amacı, bireysel inançlarımızı çocuklara aktarmak değil; onlara gerçekleri en yalın halleriyle sunup, eleştirel düşünme tekniklerini öğretip, bu çerçevede kendi dünya görüşlerini ve felsefelerini inşa etmelerine yardımcı olmaktır. Yaratılışçılık bireysel inançlardan beslendiği için bilimsel bir argüman olarak ele alınamaz.
Uzun lafın kısası yaratılış; anlamı gereği, çeşitli süreçlerden geçerek var olma değil, yoktan, birdenbire, son haliyle var olma demektir. Bu tip bir var oluşun hiçbir bilimsel kanıtı olmadığı gibi, var oluşun bu şekilde gerçekleşmediğini net olarak bilmemizi sağlayan bol miktarda kanıt bulunmaktadır. Dolayısıyla evrim, levha tektoniği, yıldız dinamiği gibi doğal gerçeklerin “yalan” olduğunu iddia etmek, bilimde bu gerçeklerin alternatifleri varmış gibi bir tutum sergilemek, bilim dışıdır, akla aykırıdır.
Yaratılışçılık ile ilgili çok daha kapsamlı ve felsefi bir tartışmayı buradaki yazımızdan okuyabilirsiniz.
Peki bu bilimsel gerçekleri kabul edeceksek, yaratılışı nereye koyacağız?
Yaratılış Nedir?
Öncelikle, yaratılış sözcüğünün sözlük anlamına bakalım. Türk Dil Kurumu, sözcüğü şu iki şekilde tanımlamaktadır [kalın vurgu bize ait]:
- isim: Yaratılma işi
- isim, din bilgisi: Tanrı tarafından yoktan var edilme işi
Olmayan Bir Şeyi Yoktan Var Etmek?
Yukarıda bolca yer verdiğimiz için, tanımlardan ikincisiyle başlayalım. İşte bilimsel bir perspektiften bakıldığında sorunlu olan tanım, bu ikinci tanımdır. Bir şeyi yoktan var etmek, genellikle o şeyin “birdenbire, puf diye, süreçlere tâbi olmaksızın var olmasını sağlamak” anlamında kullanılmaktadır.
Sözcük, internette kolayca bulabileceğiniz evrim ve bilim karşıtı yaratılışçı akımların kullandığı bu anlamıyla kullanılıyorsa, bilimsel olarak geçersizdir. Çünkü yukarıda izah ettiğimiz gibi, Evren’deki unsurların yoktan, birdenbire var olmadıklarını biliyoruz. Cansız veya canlı bütün varlıkların çeşitli doğa yasaları çerçevesinde ilerleyen süreçlerden geçerek var olduklarını biliyoruz. Bu durumda, eğer ki yaratılış sözcüğü bu tanımıyla kullanılıyorsa, bilimsel gerçekler ve verilerle çelişen bir argüman sürdürülüyor demektir. Bu anlamıyla yaratılışın gerçek-dışı bir iddia olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Klasik Anlamıyla Yaratılış Bilim Dışıdır!
Yaratılışın bilim-dışı bir iddia olmasının bilim uygulamaları çerçevesinde de basit bir nedeni vardır: Bir şeyin var olmasından ötürü var edildiğini söylemek, o şeyin nasıl ve neden var olduğunu izah etmeye yaramamaktadır. “İnsan yaratılmıştır.” demek, “İnsan vardır.” demekten farksızdır. Bu ifade; bir gözlemdir, bir tespittir, bir gerçektir.
Ancak gerçekler (veya doğa yasaları, kanunlar), buradaki yazımızda da izah ettiğimiz gibi, bize fazla bir bilgi vermezler. Sadece var olanın gözleminden ve ifadesinden ibarettirler. Çünkü bilimde sadece tespitlerde bulunmayız. Bir tespitte bulunduktan sonra, o tespitin öznesinin neden ve nasıl o şekilde olduğunu izah etmeye çalışırız. Yani teoriler geliştiririz; yasa ve kanunların ötesine geçer, onların neden ve nasıl çalıştığını anlamaya çalışırız.
İşte bir unsurun yaratılış ile izah edilmesi, bu temel bilimsellikten yoksundur; çünkü yoktan ve birdenbire var oluş yoluyla yaratılışa inanmak; bir mekanizma, bir yöntem, bir süreç tanımlamayı imkansız kılar. Bu nedenle yaratılış, bilimsel bir açıklama olarak kabul edilemez. Bilimin amacı sadece gözlem yapıp “X vardır.” demek değildir; “X, şu nedenle ve şu yollardan geçerek var olmaktadır.” şeklinde bir açıklama geliştirmektir. Yani “Andromeda Galaksisi vardır.” demek yetmez. Eğer bilimsel bir açıklama geliştireceksek, bu galaksinin (ve genel olarak tüm galaksilerin) objektif niteliklerini, var oluşsal nitelikleriyle bir arada açıklamak zorundayız.
Sonsuz “Neden?” Soruları
Şöyle düşünün: Hayatınızda mutlaka bir çocuğun ardı arkası kesilmeyen “Neden?” sorularını duymuşsunuzdur. “Bir kuş ötüyor.” gibi basit bir gözlemden yola çıkarak, durmaksızın bu soruyu sorabilirsiniz. “Kuş neden ötüyor?” Dişilerini etkilemek için. “Neden dişilerini etkilemek zorunda?” Üremek için. “Neden ürüyor?” Varlığını sürdürmek için. “Neden varlığını sürdürüyor?” Canlılığın en temel özelliklerinden birisi olduğu için. “Neden canlılık var?” İnorganik kimyasalların organik ve karmaşık yapılı kimyasallar üretebiliyor olmasından ötürü. “Neden inorganik kimyasallar var?” Yıldızların var olmasını sağlayan süreçlerde çok çeşitli elementler oluşabildiği için. “Neden yıldızlar var?” Evren’deki madde, kütleçekimi etkisiyle belirli noktalarda öbeklendiği için. “Neden kütleçekimi var?” Evren’deki uzay-zaman dokusunun büyük kütleli cisimler etkisiyle büküldüğü için. “Neden uzay-zaman dokusu var?” Evren’in var oluşundan ötürü. “Neden Evren var?”
Hangi gözlemden başlarsanız başlayın, durmaksızın “Neden?” veya “Nasıl?” sorusunu soracak olursanız, Evren’in başlangıcına ve temellerine kadar ulaşabilirsiniz. Bu noktada ise bilimin şimdilik sağlam şekilde verebildiği cevapların sonuna geliriz. O noktadan sonra kimisi “Bilmiyorum.” der, kimisi ise “Tanrı yarattı.” der.
Bu iki cevap arasında, bilimsel anlamda dikkate değer pek bir fark yoktur. Ancak ikinci cevabın bilimsel bir sorunu vardır: Bu cevabı vermek için, illâ bu kadar geriye gitmeye gerek yoktur. “Kuş neden ötüyor?” sorusundan hemen sonra “Tanrı öyle yarattı.” cevabı verilebilir, geriye kalan soru silsilesi sonlandırılabilirdi. Ama bunu yapacak olursak, bilimsel araştırma ve sorgulamanın tamamını çöpe atmamız gerekirdi. Çünkü her sorunun cevabı, birebir aynı yanıt olurdu: “Tanrı öyle yarattı.”
Bunun kabul edilemez olduğu; kabul edilmesi durumunda hayat kurtarıcı tıptan, uzayın derinliklerine uzanan teknolojiye kadar bilimsel bilgi birikiminin ürünü olan her şeyin çöpe atılması gerektiği anlaşılır. Çünkü temel meraklarımız ve bu meraklardan yola çıkarak icra ettiğimiz bilim olmasaydı, günümüzdeki hiçbir teknoloji ve ürün mümkün olmazdı. Bir timsahın derisindeki kimyasalların neden o şekilde olduğuna dair saf ve bir ürün üretme amacı gütmeyen bilimsel merakımızın, kanserin tedavisi olma potansiyeli olan ilaçlara dönüştüğü düşünülecek olursa (daha fazla bilgi için buradaki yazımızı okuyabilirsiniz), en temel “Neden?” sorularının modern teknolojimizi ve medeniyetimizi inşa ettiğini anlayabiliriz.
Bu durumda, herhangi bir evrede verilen “Tanrı öyle yarattı.” cevabı, sadece işlevsiz değildir; aynı zamanda bilimsel ilerlemeyi engellemesi bakımından gerici akımların önünü açan bir cevaptır. Bu konuyla ilgili olarak aşağıdaki videomuzu izlemenizi tavsiye ederiz:
Tam da bu nedenlerle, bilimin gerçeklere yaklaşımının temelinde boş hipotez isimli bir kavram vardır. Bilimde, önümüze pozitif bir iddia konduğunda (“X, vardır.” veya “Y, bu problemi çözer.” gibi), bunu otomatik olarak reddederiz; sonra bu reddimizi çürütmeye çalışırız. İşte bu “varsayılan tutum olarak reddediş”ten doğan argümana boş hipotez denir. Bu kavramı anlamak, bilimi ve bilimin şahsi inançlara dayalı argümanlara nasıl yaklaştığını anlamanızı müthiş bir düzeyde kolaylaştıracaktır. Bunu yapmak isterseniz, buradaki yazımızı mutlaka okumanızı tavsiye ederiz.
Yaratılışı Bilimle Sınamak…
Eğer dürüst bir şekilde bilimsel olmak istiyorsak, “Tanrı öyle yarattı.” sorusuna ilaveten şu soruları (ve hatta çok daha fazlasını) da sormalıyız:
Tanrı neden öyle yarattı? Yaratılma eylemi nasıl çalışmaktadır? Yaratma eylemini test etmek mümkün müdür? Farklı bir yaratma mümkün müdür? Yaratma eyleminde hayal gücü, düşünce, fikir gibi nörobiyolojik temeller bulunmakta mıdır? Yaratma eylemi durdurulabilir mi? Yaratma eyleminde bulunan da yaratılmış mıdır? Onu yaratan da yaratılmış mıdır? Yaratılmışları yaratan yaratılmadıysa, yaratılmışların yaratıldığından nasıl emin olabiliriz? Yaratılışın sınırları var mıdır? Varsa nedir? Neden sınırları vardır? Sınırları yoksa, sınırları olmadığını nasıl bilebiliriz ve test edebiliriz? Yaratılış tekrar edilebilir mi? Şu anda yaratılmakta olan şeyler var mıdır? Bu şeylerin yaratılma sıklığı nedir? Şeylerin yaratılmasının lokasyona göre dağılımı nedir? Yaratılışta ölçek var mıdır; yani devasa şeyler bir anda var oluverir mi? Bunun örneği var mıdır? Yoksa, neden yoktur?
Yaratma eylemini yoktan, birdenbire var etme şeklinde algılayacaksak, kuşun ötmesi konusunda olduğu gibi, bu yaratma eylemini de bu ve bunun gibi yüzlerce soruyla irdelemeli, deneyler yapmalı, testler üretmeli, tüm detaylarını anlamaya çalışmalıyız. Ancak bunu yapamamaktayız; çünkü yaratılış bilimsel bir temele sahip olmadığından, test edilebilir ve yanlışlanabilir bir argüman da değildir.
Bu nedenle yaratılış, her daim din ve felsefe gibi bilim harici alanların ilgi alanında olmuştur. Eğer bir kişi, bu felsefi bir pozisyon olarak görüyor ve bilimsel gerçeklerin önüne geçirmiyorsa, elbette sorun yoktur. Sonuçta bir kişinin iç dünyası, sadece o kişiyi ilgilendirir.
Ne yazık ki yaratılışın yoktan, birdenbire, puf diye var etme anlamı, geleneksel olarak bilime karşı bir argüman haline getirilmiş, evrim gibi temel gerçeklerin halk tarafından anlaşılmasının önüne geçmek için bir araç olarak kullanılmıştır. İşte bu da, çok temel birçok sorunun önünü açmaktadır.
Boşlukların Tanrısı
Geleneksel yaratılış algısı, sadece bilimsel olmamakla kalmamaktadır; aynı zamanda tanrı kavramının altını oymaktadır. Zira yaratılışı “nasıl var olduğunu bilmediğimiz bir şeyin yoktan, birdenbire yaratılması” olarak kabul etmek, Tanrı kavramını ister istemez “bilim tarafından henüz bilinmeyenleri açıklamak için kullanılan joker cevap” olgusuna, yani boşlukların tanrısı kavramına itmektedir.
Şöyle düşünün: Kuşun ötmesinden yola çıkarak başladığımız silsileyi herhangi bir noktada “Tanrı öyle yarattı.” ile durdurabileceğimizi söylemiştik. Bu, kendi başına gerçek bir cevap olmasa da, soru sorma ilgisini köreltip, silsileyi durdurmak için yeterlidir. Ancak aynı şey, “(Henüz) Bilmiyorum.” cevabı ile de yapılabilirdi. Bir şeyi bilmiyorsanız, karşınızdaki kişi size onunla ilgili soru sormayı bırakacaktır.
Bu durumda, “Tanrı öyle yarattı.” ile “Henüz bilmiyoruz.” cevabı eşlenik cevaplar olmaktadır. Bu da, kendisine fazlasıyla anlam yüklenen ve sayısız kültürel inancın temelini oluşturan yaratıcı tanrı kavramının, sadece bir şeyin nasıl olduğunu bilmediğimizde kullanılabilecek bir cevap haline gelmesine neden olmaktadır.
Felsefede buna boşlukların tanrısı adı verilmektedir. Nerede bir boşluk, bir bilinmez varsa; onu “yaratıcı” ile ilişkilendirip, merakın peşinden gitmek yerine işin içinden sıyrılmak mümkündür. Bu yapıldığında, cevap verilmiş olmaz. Cevap ötelenmiş olur. Bu durum, birçok filozof ve bilim insanı tarafından tanrı kavramının altını boşaltan, modern olmayan bir yaklaşım olarak görülmektedir. Buna az sonra döneceğiz.
İşte daha modern düşünce akımları, bu antik yaklaşımın ötesine geçme çabasına girmişlerdir. Kişiler, yaratılış sözcüğünün anlamını değiştirerek, kendi iç dünyalarında bilim ile yaratılışı buluşturma yoluna gitmişlerdir. Gelin biraz bunun nasıl yapıldığına bakalım:
Yaratılış ile Bilimi (ve Evrimi) Buluşturma
Geleneksel yaratılış algısı ile bilim arasındaki uyuşmazlığın yarattığı temel ve büyük sorunların farkında olan modern din felsefecileri, bu tanımın bilimsel gerçeklerle uyumsuz ve eski bir tanım olduğunu kabul etmeye başlamışlardır. Bunun yerine yaratılışı, her nasıl olursa olsun varlık haline geçme şeklinde daha genel ve varoluş süreçlerini dışlamayan bir düzleme çekme çabasına girmişlerdir.
Bunu anlamanın güzel bir yolu, yaratma sözcüğünün ne anlama geldiğine bakmaktır. Türk Dil Kurumu şöyle diyor:
- Olmayan bir şeyi var etmek
- Zekâ, düşünce ve hayal gücünden yararlanarak o zamana kadar görülmeyen yeni bir şeyi ortaya koymak, yapmak
- Olmasına, ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak
TDK, sözcüğün yaygın olarak kullanılan tüm anlamlarını doğru bir şekilde tespit edip ayrıştırmayı başarmış. Bu üç tanım üzerinden giderek, sorumuza yanıt bulmak mümkün. Sözcüğün tanımlarından ilki, yukarıda ele aldığımız yaratılış sözcüğü ile benzerdir. Genellikle; yoktan, birdenbire var etme şeklinde kullanılmaktadır. Bu anlamıyla yaratılma, bilim ile tamamen uyumsuz ve düpedüz yanlıştır.
Sözcüğün ikinci tanımı, daha ziyade sanat ve bilim gibi entelektüel uğraşların ürünlerini kastetmek için kullanılmaktadır. Konumuzla doğrudan alakası olmadığı için bunu atlıyoruz.
Ancak sözcüğün giderek revaçta olmaya başlayan üçüncü tanımı, yaratılış ile evrimi illâ buluşturmak isteyenler için bir kapı aralamaktadır.
Olmasına, ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak
Bu tanım, bir şeyin var olmasını mümkün kılacak süreçlerin ne olduklarını söylememektedir. Yaratılma eyleminde bulunan yaratıcının sadece ilk eylem tarzı bir rolü olduğunu, o noktadan sonra doğa yasalarının süreçleri kontrol edip, son ürünleri ürettiğini ima etmektedir. Bir diğer deyişle, Tanrı her bir varlığı tek tek ve ayrı ayrı “yaratmamıştır”; onun yerine, bu varlıkları ortaya çıkaracak olan süreçleri veya bu süreçleri kontrol eden doğa yasalarını yaratmıştır. Ürünlerin ortaya çıkması ise, bizim bugün doğal süreçler dediğimiz bu süreçler ve onları dikte eden doğa yasaları sayesindedir.
Bu yaklaşım, teistik bir Tanrı anlayışından uzaklaşarak, deistik bir Tanrı anlayışını kullanmak suretiyle, din felsefesini bilimsel gerçeklere uygunlaştırmak çabası olarak görülebilir.
Hayat görüşlerinin bilimsel analizi pek mümkün olmadığı için, bu yaklaşımların geçerli olup olmadığını düşünmeyi size bırakıyoruz. Bizim için önemli olan tek şey, bilimsel sorgulama ve araştırmanın önünün kapatılmamasıdır. Bu yaklaşım, bilimsel gerçekleri daha fazla kucaklaması bakımından, bilimsel ilerleyiş için geleneksel yaklaşıma göre çok daha tercih edilirdir.
Ancak bu görüş bile, bazılarınca boşlukların tanrısından ibaret olarak görülmektedir. Çünkü tanrıyı “yasaları yaratma” noktasına indirgememizin sebebi, yasaların nereden geldiğini bilmiyor oluşumuzdur. Doğadaki yasaları belki de gerçekten bilinçli bir süpergüç yaratmıştır. Ancak ya durum bu değilse? İşin aslını öğrendiğimizde, yukarıdaki yaratıcı güç kavramını, yeni keşfimizden doğan gizemleri tanımlamak için öteleyecek miyiz? Eğer öyleyse, bu yaratıcı güç kavramı işlevsel midir? Bu sorular, birçok filozofun ve bilim insanının da aklını kurcalayan sorulardır.
Ama ne olursa olsun (ve bu gerçekleri hayatınıza nasıl entegre ederseniz edin) ana akım yaratılışçılık akımlarının bilim dışı olduğu konusunda en ufak bir şüphe bulunmamaktadır. Bunu, aşağıdaki olay da güzel bir şekilde gösteriyor
Nobel Ödüllü Bilim İnsanları Hemfikir: Yaratılış, Bilim Değildir!
Dünya’nın en önde gelen bilim dergisi olan Science‘ın 29 Ağustos 1986 tarihli başlığı, aynen böyle diyor: Nobel Ödüllü Bilim İnsanları ”Yaratılış Bilimi”ne Karşı Birleşti!
Bilim harici meselelerde aynı görüşü paylaşan Nobel Ödüllü iki bilim insanı bulmak zordur; çünkü her birinin kendi hayat görüşü, doğruları, perspektifi vardır. Ancak Caltech fizikçisi Murray Gell-Mann, 18 Ağustos 1986’da ABD Anayasa Mahkemesi’ne sunulan hukuki bir bildiri özetine, Nobel Ödüllü 72 bilim insanının imza atmasını sağlamayı başarmıştır. Bu bildiride, ABD’nin Louisiana Eyaleti’nde geçirilen ve devlet okullarında “yaratılış biliminin” evrim ile eşit miktarda okutulmasını zorunlu kılan bir yasanın reddedilmesi gerektiği savunulmaktadır.
1981 yılında geçirilen yasa, bir federal mahkeme tarafından zaten anayasaya aykırı olarak görülmüştür. Mahkeme, yasanın ABD’nin düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili birinci yasasını çiğnediğini, devletin dini inançların reklamını yapamayacağını söylemiştir. Temyize giden davada, 3 kişiden oluşan bir mahkeme heyeti, alt mahkemenin kararını onamıştır. Bu kararı da temyize götüren kişiler, bir üst mahkemede de 8’e karşı 7 oy ile davayı kaybetmişlerdir. 5 Mayıs 1986’da ise, en üst merci olan Anayasa Mahkemesi davayı görmeyi kabul etmiştir.
Nobel Ödüllü bilim insanlarının imzaladıkları bildiri, “yaratılış bilimi” denen şeyin, dini inançların bilim olarak süslenip satılmaya çalışmasından ibaret olduğu, dolayısıyla okullarda okutulmaması gerektiği yönündedir. Gell-Mann, Anayasa Mahkemesi’nin davayı göreceğini bildirmesi üzerine, “mahkeme dostu” bildirisi için destek toplamaya başlamıştır. Washington’da düzenlenen bir basın toplantısında, Harvard Üniversitesi’nden Stephen J. Gould şöyle demiştir:
Yaratılış bilimi, bir kalıp olarak oksimorondur. Kendisiyle çelişir ve hiçbir anlamı yoktur. Amerika’daki ufak, spesifik ve azınlık bir dinî inanç olan ‘İncil’i literal olarak yorumlama’ inancının süslenmiş bir halinden ibarettir.
Açık bir şekilde Hristiyan olan, Davis’teki Kaliforniya Üniversitesi’nden Francisco Ayala ise şöyle diyor:
İncil’in Yaratılış bölümündeki ifadeleri bilimsel gerçekler olarak almak, var olan bütün kanıtları reddetmek demektir. Bu ifadeleri okullarda bilimmiş gibi okutmak, ifade edilemeyecek miktarda hasara neden olacaktır.
Anayasa Mahkemesi, 19 Haziran 1987’de kararını açıklamıştır: Yaratılış bilimi, spesifik bir inancın reklamını yapmak suretiyle ifade ve inanç özgürlüğü ile çelişmektedir ve devlet okullarında bilim olarak okutulamaz.
Sonuç
Sonuç olarak, elimizde inanç gibi öznel ve bilim gibi nesnel iki kavram vardır. Denklemin içinde öznellik bulunuyorsa, en nihayetinde kişisel tercih kavramı ortaya çıkmaktadır. “Bence” diyebildiğimiz her şey, kendi iç dünyamızın, kendi entelektüel birikimimizin bir yansıması olmak durumundadır. Buna bağlı olarak, yaratılış inancı ile evrim gerçeğinin nasıl bağdaştırılacağı, en nihayetinde kişinin kendi içinde biten bir çelişkidir. Bilim ve din arasındaki çekişmeyi bilim veya din çözemez; kişinin kendisi çözmek durumundadır.
Yukarıdaki açıklamalarımızda olabildiğince nesnel ve objektif olmaya çalıştık. Bir yaratıcının varlığına inanmak, bilimsel bir yaklaşım olmasa da, kültürümüzün bir parçasıdır. Göz ardı etmek, toplum arasında bu yaklaşımın yaygın olarak var olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla bilim insanlarına düşen, bu toplumsal yargıyı yönlendirmek değil; tıpkı diğer bilimsel gerçekler/tespitler gibi bu toplumsal yargının neden ve nasıllarını inceleyip, kişilere nesnel ve objektif dayanak noktaları sunmaktır. Bu yazımızda da güttüğümüz amaç budur.
Genel bir tavsiye olarak, öznel inançlar konusunda sürü davranışından olabildiğince uzaklaşmak önerilebilir. Çünkü kitleler birebir aynı şeye ve aynı şeyin farklı versiyonlarına inandıklarında, onun temellerini sorgulamaktan uzak durmaktadırlar. “Bunca diğer insan inanıyorsa doğru olmalıdır.” şeklindeki mantık safsatası (buna “çoğunluğa başvurma safsatası” denir), yaygın bir yanılgı halini almaktadır. Bunun yerine, bilimin gerçeklere en çok yaklaşabilen entelektüel çaba olduğu gerçeğini unutmadan, kendi iç dünyamızı bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu bulgu ve gerçekler ışığında şekillendirmek en modern ve sağlıklı yöntem olacaktır.
Ancak bu, “Yanılmışım.” veya “Artık öyle düşünmüyorum.” gibi yüksek erdem gerektiren pozisyon değişimlerini kaçınılmaz kılmaktadır. Bunu yapabilmek için de kişi, öncelikle kendisi ve dünya görüşü ile barışık olmalıdır. Bilimsel veriler ışığında güncellenen iç dünya görüşümüz, nihayetinde tutarlı hale gelecek ve giderek artan bir tatmin duygusu yaratacaktır.
Bu konularda genel olarak art niyet ve gizli ajandalar peşinde olan kişi ve gruplardan uzak durup, sosyal medya gibi halka açık ve kuru gürültü dolu alanlarda değil de, kendimizle başbaşa kaldığımızda yaptığımız analiz ve düşünceler, bizi nihayetinde doğru yola götürecektir.
İnsan, diğer tüm memeli hayvanlar gibi son derece meraklı bir hayvan türüdür. Ancak diğer hayvan türlerinin aksine, bu merakını sonuna kadar götürüp, gerçeğe en çok yaklaşma potansiyeli olan bir türdür de…
Bunu dürüst ve azimli bir şekilde kullandığımızda, gerçeklere ulaşmamız da kaçınılmaz olacaktır.
- C. Norman. (1986). Nobelists Unite Against Creation Science. Science, sf: 935. | Arşiv Bağlantısı