Antik Yunan’daki çok önemli bilimsel düşünce temelleri uzun bir süre unutulmaya yüz tutmuştur. Bu miras daha sonra Müslümanlar tarafından tekrar keşfedilmiştir ve Müslümanlar bu mirası belki de tamamen unutulmaktan kurtarmışlardır. Antik Yunan medeniyeti ile karşılaşan Müslüman medeniyeti özellikle 8. ve 13.yy.’larda çok önemli bilimsel çalışmalar yapmıştır. Tarihte, 8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar (kimi kaynaklara göre 15. yüzyıla kadar) olan dönem, İslam coğrafyasının Altın Çağı olarak bilinir. Bu zaman diliminde İslam alimleri üzerinde, Antik Yunan çalışmalarının tesirini fazlasıyla görmek mümkündür. Sorgulayıcı ve araştırmacı bakış açısı ile birlikte devralınan miras, Müslüman medeniyetinin yükselmesine olanak sağlamıştır.
Bu dönemde Müslüman bilimciler, canlılığın ortaya çıkışı ve gelişimi ile ilgili kendilerinde mevcut olan görüşlerden farklı olan açıklamalarla da tanışmıştır. Doğaya karşı bu yeni pencereden bakmışlar ve bu fikri kendi bakış açılarıyla hem geliştirmiş hem de daha sonra Avrupa medeniyetine bırakmışlardır. Bunu yaparken Antik Yunan’daki çalışmaları kendi dillerine çevirmiş ve bu çalışmalar üzerine kendi yorumlarını yapmışlardır.
İslam dünyasında mühendisler, bilginler, düşünürler; sanatta, tarımda, ekonomide, hukukta, edebiyatta, felsefede, bilimde ve teknolojide eski adetleri koruyup yenilerini ekleyerek çok önemli gelişmelerin öncüleri olmuşlardır. Bu gelişmelerin “Batı”ya etkisi, İslam aydınlanmasının üzücü gerilemesi ve bilim dünyasının bugünkü tablosu, ayrı bir tarihsel inceleme/araştırma konusudur.
Bu yazımızda, doğanın işleyişiyle ilgili sorular sormuş, zamanın şartlarına göre cevaplar bulmaya çalışmış İslam bilginlerinden birkaçının düşüncelerini, kronolojik sırayla paylaşacağız.
Evrimin Babası İslam Alimleri mi?
Doğumları arasında yüzlerce yıl fark bulunan üç filozof, sırasıyla Farabi (871,72 – 950), Gazzali (1058 – 1111) ve Darwin (1809 – 1882) yazıları ve fikirleri ile sadece kendi dönemlerindeki düşünceleri değil, kendilerinden sonra da var olmuş olanları etkilemişlerdir. Bu minvalde de Darwin’de de kısmen izleri görülen, Farabi ile Gazali’nin, dünyanın var oluşu, bilgiye ulaşım konusunda ki karşıt görüşleri ve bu karşıtlığın beslendiği dinamiklerin günümüze kadar süren etkileri ise ayrıca özel ilgiyi hak etmektedir.
Bu noktada, var oluşa dahil düşünceler ile insanlar ve çevrelerinde ki doğanın ortaya çıkışı konusunda, Darwin’in yarattığı evrim teorisinin bazı temel argümanlarının da bu filozoflarca inceleme konusu edinildiği, böylelikle İslam felsefesinde de Darwin’den yüz yıllar önce evrim kavramının gerek sosyal yapılanmada gerekse de doğa incelemelerinde irdelendiği görülmektedir. Elbette evrim kavramı, o zamanlar bu adla ele alınmamıştır – hatta Darwin bile “evrim” sözcüğünü kullanmaya çok sonradan başlamış, bundan öncesinde evrime işaret etmek için “transmutasyon” kavramını kullanmıştır. Filozofların görüşlerini (bazen kavramsız olarak) açıklarken, evrime yönelik bazı temel fikirler ürettikleri iddia edilebilir.
Ama baştan uyarmakta fayda var: Elbette ki tarihsel olarak bir fikirden bahsetmiş olmak, o fikrin “fikir babası/annesi” olmak için yeterli değildir. Günümüzde birçok insan uçan arabalardan ve uzay yolculuğundan bahsetmektedir; ancak bunu gerçek kılan isimler haricinde hiç kimse bu fikrin isim babası/annesi olma hakkını taşımaz.
Bir şeyi sadece düşünmek ya da fark etmek değil, onu etraflıca ve verilerle, net bir şekilde açıklayabilmek de gereklidir. Bu nedenle kendisinden önce birçokları, hatta ta Antik Yunan zamanında Heraklitos ve Anaksimander gibi düşünürler bile “canlıların değişimi” fikrinden söz ettiyse de, Charles Robert Darwin (ve Alfred Russel Wallace) evrimin gerçek “babaları” olarak anılacaktır.
Çünkü Darwin, evrimsel biyolojiden sadece söz etmekle kalmamış, çıktığı Dünya turunda topladığı kanıtlar sayesinde evrimin gerçekliğini tartışmaya yer bırakmaz şekilde bilim camiasına ispatlamayı başarmıştır. Elbette, ondan sonra gelen yüz binlerce bilim insanı, Darwin’in teorisini geliştirmiş, güçlendirmiş, çeşitlendirmiştir; ancak Darwin, bu müthiş keşfin babası olarak anılacaktır.
“İslam Coğrafyası” diye bahsedilen topraklarda bir zamanlar bu yazıda gördüğümüz gibi dehaların var olduğunu anlamak, belki bu coğrafyanın da bir gün karanlıktan çıkarak modern bilimin aydınlığına girme umudunu bizlere vermektedir.
Tüm canlılar gibi, zaman da değişmektedir. Bir zamanlar geri olanlar şimdi ileri, bir zamanlar ileri olanlar şimdi geri olabilmektedir. Bu nedenle, hayattaki tek gerçek yol gösterici olan bilimin izinden gitmeyi bir başarabilirsek, insanlık olarak çok daha parlak ve aydınlık günlere kavuşmamız işten bile değildir! Belki bu coğrafyalardan çıkmış insanları ve onların görüşlerini biraz daha yakından incelemek, bizlere daha fazla umut ve güç verecektir.
İyi okumalar.
El-Cahiz (الجاحظ)
781-869 yılları arasında (Darwin’den 1000 yıl önce) yaşamış, Basra doğumlu, Müslüman Arap bilim insanıdır. Gerçek ismi Ebu Osman Amr bin Bahr el-Kinani el-Fukaimi el-Basri’dir ancak gözündeki kusur yüzünden “pörtlek göz” anlamındaki El-Cahiz (Al-Jahiz) takma adını kullanmıştır.
Hayatı boyunca teoloji, İslam felsefesi, filoloji gibi konularla ilgilendiği gibi zooloji, hayvan psikolojisi, sosyal psikoloji konuları da dahil 200’e yakın kitap yazmıştır. En ünlü bilimsel eseri 7 ciltten oluşan, 350’ye yakın canlıyı incelediği Kitab al-Hayawan (Hayvanlar Kitabı) isimli eseridir. Bu kitap, doğal çevrenin hayvanlar üzerindeki etkisinden bahseden, çevresel faktörlerin bir bireyin fiziksel özelliklerini nasıl değiştirebileceğini açıklamaya çalışan ilk eser olarak anılır. Besin zinciri ve çevrenin bir hayvanın hayatta kalma olasılığını nasıl etkileyebileceğini özel olarak incelemiştir:
Sıçan, yemek aramaya çıkar, bulur, yakalar ve yer. Küçük kuşlar ve diğer küçük hayvanları yer. Bebeklerini yılanlardan ve kuşlardan korumak için yer altı tünellerinde saklar. Yılanlar sıçanları yemeyi çok sever. Yılanlar da kendilerini kendinden büyük olan kunduzların ve sırtlanların tehlikesinden korur. Sırtlan tilkiyi ve kendinden küçük diğer hayvanları korkutur. Varoluş, başkasının yemeği olmaktan geçer, esas kural budur. Bütün küçük hayvanlar kendinden küçükleri yer ama her büyük hayvan kendinden büyüğünü yiyemez. İnsanlar da hayvanlar gibidir. Allah bazı bedenlerin ölümünü diğerinin yaşamı için sebeplendirmiştir ya da diğerinin yaşamını bir başkasının ölümü için.
Eğer güvercin siyahsa gebelik olduğunda ve olgunluk sınırlarını geçtiğinde, yumurtalıkta çok yüksek sıcaklıklara geri getirilebilir. Aynı şey insanlarda da gerçekleşir, çünkü annenin vücudu normalden daha yüksek bir sıcaklıkta yaşar, karanlık olur ve saçları küçülür ve kıvrılırlar (siyahi insanların kökeni için yapılmış bir yorum).
Bir bölgedeki hava şartları kötüleşince, suyu kötüleşir, toprağı kötüleşir, bu durum hayvanların insanların fıtratını değiştirir.
Kaç kuşak sonra siyah beyaz, beyaz siyah olur? (deri renkleri)
Kitaptaki alıntılardan, çok rahatlıkla, El-Cahiz’in, fiziksel özelliklerin kuşaklar arasında değişebileceğini, üstelik bu değişimin yumurtalar sayesinde olabileceğini, çevrenin fiziksel özellikleri etkileyebileceğini ve hayatta kalma güdüsü ile doğal seçilim kanunlarını dile getirdiğini söyleyebiliriz.
Cahiz, hayvanları alt gruplara ayırarak basitten karmaşığa doğru sıralamıştır. Ayrıca hayvanları kendi aralarında tür ve cins olarak gruplandırmıştır. Bunlara ek olarak, hayvanlar üzerinde çevrenin etkisini keşfetmiştir. Hayvanların çevreye uyum sağlamak için değiştiklerini ve bu değişimlerini sonraki kuşaklara aktardığını söylemiştir.
Cahiz, tüm gözlemlerinden yola çıkarak aşamalı gelişime dair mekanizmayı 3 başlık altında incelemiştir. Bu başlıklar Cahiz tarafından, hayatta kalma mücadelesi, türlerin birbirlerine dönüşmesi ve çevresel etkenler olarak üç ana başlık altında değerlendirilmiştir. Burada başlıklardan ilki olan hayatta kalma mücadelesi ile modern anlamda kullandığımız doğal seleksiyon kavramında benzer yanlar bulmak mümkündür. Cahiz’e göre hayatta kalan canlılar Tanrı’nın ilahi buyruğu sayesinde hayatta kalabilmektedir. Yani güçlü olan hayvan, kendinden daha güçsüz olanları tüketerek hayatta kalabilmektedir. Bu düzeni kuran ve devamlılığını sağlayan da tanrının kendisidir. Canlıların birbirini yemesi, azalması veya çoğalması, var olması ya da yok olması süreçlerini tanrısal iradenin teşekkülü olarak değerlendirmiştir. Yani tanrısal irade dilediği canlıların hayatta kalmasını sağlamak için yine o canlının avlanmasını, besin bulabilmesini ve beslenmesini sağlar. Bu düzeni doğadaki değişen koşullar değil bizzat tanrının kendisi sağlamaktadır (Yakıt: 1984: 103).
Cahiz’in yine bu başlıkta değindiği bir diğer konu da canlı türleri arasında bir hayatta kalma mücadelesi olduğudur. Yani türler arasında aşırı çoğalma dengesizlik yaratacağı için bir hayvan için av durumunda olan canlı başka bir hayvan için de avcı durumuna dönüşmektedir. Doğadaki düzen avcıların ava dönüştüğü bir dengede ilerlemektedir.
Cahiz, çağının bilgisine oranla türlerin birbiri arasındaki dönüşümlerine yönelik belki de en keskin ve doğru görüşü sunmuştur. Bir türün çevresel etkilere maruz kalarak tamamen başka bir türe dönüşebileceğini de söylemiştir. Günümüzde adaptasyon olarak nitelendirdiğimiz bu kavram, iyi açıklanmış bir haliyle Cahiz tarafından ele alınmıştır. Çevresel etkilere maruz kalarak, bir türün beslenme, türleşme ve adaptasyona yönelik olarak yeni türlere dönüşebileceği görüşünü savunmuştur.
Cahiz’in savunduğu görüş oldukça mantıklı ve doğrudur. Doğada gıda kıtlığı ve gıdaya ulaşmadaki farklılıklar ya da avcılardan kaçabilme yeteneği gibi birçok yetenek tamamen evrimsel gelişmelere bağlıdır. Cahiz, doğal seçilimde olduğu gibi türlerin adaptasyon ile farklı türlere dönüşmesini de tanrının iradesine ve isteğine bırakmıştır. Ona göre tanrı, bir türü çeşitli değişimlere maruz bırakarak başka bir türe dönüştürebilir. Bunlara ek olarak çevresel etkiler konusunda da önemli açıklamalar yapmaktadır. Beslenme, barınma veya avcılardan kaçma vb. gibi birçok zorunlu unsurun, türlerin çevreye daha iyi uyum sağlama ihtiyacını doğurduğunu söylemiştir. Bu ihtiyaç neticesinde küçük küçük değişimlerin toplanması ve bir sonraki kuşağa aktarılması ile türler arasındaki çevreye adaptasyon sorununun gitgide azaldığını dile getirmiştir. Yani yeni doğan nesillerin çevreye daha uyumlu halde doğduğunu vurgulamıştır.
Cahiz’in bu görüşleri, gerçekten önemli katkılar olarak görülmelidir. Bayrakdar’a göre Cahiz, hem kendisinden sonra gelecek Müslüman âlimleri, hem de teoriyi bilimsel bir yapıya dönüştürecek olan Buffon, Lamarck ve Darwin gibi kişileri fazlasıyla etkilemiştir (Bayrakdar, 2012: 120-123).
Cahiz, canlılığın gelişimi ile ilgili düşünceleriyle birlikte çoğunlukla zoolojik yönden katkılar yapmıştır. Bu katkıyı biyolojik tespitleriyle de genişletmiştir. Onun çalışmaları kendisinden yüzlerce sene sonra birçok dile çevrilmiştir. Cahiz’in bir diğer katkısı da Müslüman dünyasının dikkatini bu konuya çekmiş olmasıdır. Bu konuyla ilgili daha sonra düşünürler ve din adamları arasında birçok tartışma yapılmıştır. Günümüzde dahi bu konu hala tartışılmaya devam etmektedir.
Hayvanlar, varoluşlarını sürdürmek ve mevcut kaynaklar için, başkasına yem olmamak ve üreyebilmek için bir mücadele yürütürler, çevre faktörleri canlıların hayatta kalabilmesi için yeni özellikler geliştirmesinde, dolayısıyla onların yeni türlere dönüşmesinde rol oynar. Hayatta kalmayı ve üremeyi başaran hayvanlar başarılı özelliklerini yavrularına geçirirler. – El Cahiz
İhvan El-Safa (إخوان الصفا)
İhvan el-Safa (Halis Kardeşler) bir kişi değil, kimlikleri gizli alimlerden oluşmuş, doğa bilimleri, matematik, astronomi, felsefe ve İslami bilgiler içeren 52 kitaptan oluşan, Halis Kardeşler Ansiklopedisi adlı ansiklopedik eser vermiş bir topluluktur (10. yy). Yazarların kimlikleri hakkında öngörüler bulunsa da kesin bir bilgi yoktur. Her ayın belirli üç akşamı bir araya gelip önceden belirlenmiş konular hakkında toplantılar yapmışlar ve bunları kitaplaştırmışlardır. Canlılığın oluşum süreci hakkındaki fikirler aşağıdaki şekilde tarif edilmiştir:
… Üç alem bulunur. Her son üye, kendinden sonra gelen bir sonraki basamağın ilk üyesine bağlıdır. Mineraller, kendinden alttaki su ve toprağa ve onların da alt tipi olan aluminyum sülfat, demir sülfat ve zirkona bağlıdır. Kırmızı altın minerallerin en üst basamağıdır ve bitkilere yakındır. Bitkiler arasında yosun en alt kademededir, buna karşılık hurma, dişi ve erkeğinin bulunuşuyla hayvanlar ve bitkiler arasındadır. Salyangoz bitkilere en yakın hayvandır, fil ise -zekası gereği- insana en yakın hayvandır…
İhvan El-Safa (bu noktadan sonra geleneksel olarak yapıldığı gibi tekil bir şahısmış gibi anılacaktır), Cahiz’den farklı olarak canlılığın aşamalı olarak gelişimi meselesine biraz daha anti-rastlantısal yaklaşmıştır. Ona göre yaratılışta tek ve geçerli irade tanrının bizzat kendisidir. Doğa bu konuda sadece emirlere itaat eden bir mekanizma gibidir. Bu sebeple doğal seçilimi kabul etmesine rağmen, bu mekanizmayı tanrının bir yardımı ve hikmeti olarak görmüştür. Bu görüşlerine ek olarak insanın diğer varlıklara oranla üstünlüklerini ve becerilerini diğer hayvanlara benzetme yoluna gitmiştir. Yani insan, hayvanlardaki bazı becerilerin bir araya getirilmiş halidir, görüşünü savunmuştur.
Maymun, vücudunun insana benzemesi ile ön plana çıkarken, papağan, fil ve güvercin aklıyla, arı ise sanatı ile insana ait olan üstünlükleri ayrı ayrı temsil etmektedir. Bu İslam’daki eşref-i mahlûkat [mahlûkların en şereflisi, insan. (Devellioğlu, F. & Güneyçal, A. S. (1993)] terimi ile de birebir uyumludur. Hepsinin üstünlüklerini toplayıp hepsinden üstün sayılan varlık görüşü bu açıdan İslami kökenlidir (Bayrakdar, 2001: 70).
Ayrıca türler de kendi aralarında ilişkilendirilmiştir. Yani türün son hali ile ilk hali arasında bağlantı olduğunu belirtmiştir. Buna göre inorganik maddeler toprağın, toprak bitkilerin, bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların, insanlar da meleklerin oluşmasında önemli roller üstlenmişlerdir. Bu düşüncelerine paralel olarak hayvanlar arasında insani özelliklere en yakın bulunan hayvanı ise maymun olarak göstermiştir (Yakıt, 1984: 103-104).
Kendisi, görüşleri ile, canlılığın aşamalı olarak gelişimi düşüncesini materyalist temelden tamamen İslami bir tabana taşımıştır. Canlılar arasında dönüşüm ve türleşme ilişkisini benimsemiş ve bunu İslami kavramlarla açıklamaya çalışmıştır. Düşünceleri ile birlikte kendisinden sonra geleceklere, İslami temellere dayalı olarak açıklanmış olan, canlılığın aşamalı bir şekilde oluştuğuna dair görüşünü bırakmıştır.
El-Farabi (ابو نصر محمد بن محمد فارابي)
870-950 yılları arasında yaşamış ünlü bilgin. Doğum yeri ve kökeni hakkında tartışmalar mevcuttur (Afganistan veya Kazakistan doğumlu, Türk veya Fars). Orta Çağ İslam aydınları arasında Muallim-i Sani (İkinci Üstat/Magister secundus) olarak bilinir. Birinci üstat Aristo’dur. Batı’da Alfarabius adıyla da bilinir. Mantık, matematik, felsefe, doğa felsefesi, psikoloji, müzik, siyaset dallarında kendini geliştirmiştir. Hakkında sonradan yazılan biyografilerde verilen listelerde 100 ila 160 arasında eserin Farabi’ye atfedildiği görülür ancak bu eserlerin küçük bir kısmına ulaşılabilmiştir. “El-Medinetü’l Fâzıla (Faziletli Şehir- İdeal Devlet)” kitabı bunlardan biridir. Bu kitapta “Varolmada heyulani (maddi) cisimlerin mertebeleri hakkında” bölümü, varlıkların basitten başlayarak birbirlerine dönüştüklerini anlattığı aşağıdaki paragrafla başlar:
Evvelâ ustukuslar (hava, su, ateş, toprak/cevher) hasıl olurlar. Sonra o cins ve tabiâtteki cisimler hasıl olurlar ki buhar ve bu zümreden olan bulutlar, rüzgârlar ve havada vuku bulan diğer şeyler ve yerin dolayında, altında, suda ve ateşte olan şeyler bu kabildendir. Bunlardan da sair cisimlerin var olması gerekir öyle ki: evvela ustukuslar birbirleriyle karışarak bunlardan birbirine zıd olan birçok cisimler hasıl olur. Sonra, bu zıdların bir kısmı yalnız birbiriyle karışır; diğer bir kısmı ise hem birbiriyle hem ustukuslarla karışarak ikinci bir karışma hasıl eder ki bundan da suretçe birbirine zıd olan birçok cisimler hasıl olur. … Böylece karışa karışa eski terkiplerden (sentezlerden) daha karışık yeni terkipler hasıl olmakla, öyle bir raddeye gelirler ki artık karışma imkânını gaip ederler ve onların karışmalarından hasıl olacak cisimler, onlardan da ustukuslar kadar uzak kalarak ihtilat (karışım) son bulmuş olur. Böylece bazı cisimler ilk ihtilattan, bazıları ikincisinden, diğerleri üçüncüsünden bazıları da son ihtilattan hasıl olurlar. Madenler nispeten sade ve ustukuslara daha yakın ihtilatlardan hasıl olmakla ustukuslardan az uzaktadırlar. Nebat (bitki) daha girift olup ustukuslardan daha uzak terkiplerle hasıl olur ki evvelkilere nispetle ustukuslardan daha uzakta kalır. Nâtık olmayan hayvan (konuşamayan hayvan) bitkiden daha karışık bir terkipten husule gelir. İnsan ise, müstesna suretle, son terkipten hasıl olur.
Kitabın “İlâhi mevcudların, mertebeleri ve heyulânî (maddi) cisimlerin bölümleri hakkında” bölümünde ise aşağıdaki anlatımlara yer verilmiştir:
Bu mevcudlar şöylece tertip edilirler: evvela onların arasından en bayağısı ele alınır. Sonra daha mükemmeline ve en sonunda ondan daha mükemmeli olmayan mükemmele varılır. Bunların en bayağısı, müşterek ilk maddedir. Ondan mükemmel olarak ustukuslar gelir; sonra bitkiler, sonra nutuksuz hayvanlar (konuşamayan), sonra natık (konuşan) hayvan gelir ki, ondan mükemmel bir şey yoktur.
Görülebileceği gibi bu görüşler modern evrim görüşüyle tam olarak uyumlu olmasa da, yine de canlılar arasındaki kademeli evrimsel değişime dair çok önemli tespitlerdir. Canlıların statik, değişmez, son halleriyle yaratılmış olduğunu değil; kademeli ve birikimli bir evrimsel sürücün ürünleri olduğunu ileri sürmektedir. Bu, İslam tarihinde evrimin ne kadar güçlü bir temelde geliştiğine çok önemli bir göndermedir.
Ona göre en alt katmanda olan varlık ilk maddi varlık olarak nitelendirilmiştir. Burada bahsedilen ilk maddi varlık zamanla gelişerek ve dönüşerek daha üst mertebedeki canlılara dönüşmüştür. Farabi burada kademeli bir dönüşümden bahsetmektedir. Dönüşüm neticesinde de varlıkların rütbelere ayrıldığı bir hiyerarşi kurmuştur. Farabi’ye göre ilk teşekkül eden varlıktan sonra maden, ondan sonra bitkiler, ondan sonra konuşamayan hayvanlar, en son olarak da konuşabilen hayvanlar ortaya çıkmıştır. Varlıkları bu şekilde bir hiyerarşi içine sokmuştur.
Farabi bunlara ek olarak dünya içerisinde yaşayan canlılar arasında hayatta kalma savaşı olduğunu söyler. Canlılar hem kendi türünün varlığını hem de kendi hayatını sürdürmek için diğer bir canlının yaşamına son vermektedir. Başka bir varlık da aynı şeyi kendisi için yapar ve bu şey sürekli tekrarlanır (Yakıt, 1984: 105). Farabi canlıların yaratıldıkları ilk halleriyle değil aşamalı olarak geliştiğini söylemiştir. Bunu da zaman içerisinde canlıların birbirine dönüşmesi ile açıklamaktadır. Farabi’nin canlılar arasındaki hiyerarşik düzeni ise kendisinden sonra gelecek âlimler için önemli bir katkı olmuştur.
Farabi’ye Karşı Gazali
Bu ara başlık esasen anakronik yani tarihsel gerçekliği bozan bir ifadedir ama yine de yazının bu kısmını gayet etkili biçimde ifade etmektedir. Anakronik olmasının sebebi ise yukarıda ifade edildiği gibi, bu iki filozofun yaşadığı dönemlerin arasında yüzyılların bulunmasıdır. Bu iki şahsiyet asla karşı karşıya gelmemişler ya da güncel sohbetlerde birbirleri hakkında konuşmamışlardır; ancak ikisi de ayrı dünya görüşlerini, bilgiye ulaşım metotlarını ve bu yazı açısından önemli olduğu üzere yaşamın oluşumu ve bu minvalde evrim hakkında farklı tutumları savunmuşlardır. Bir bütün olarak değerlendirildiğinde ikisi de günümüzde ki evrim teorisine ve daha genel manada modern felsefe ve bilime bazı birtakım miraslar bırakmışlardır.
Bu noktada kronolojik olarak devam etmemiz gerekirse, ilk olarak Farabi ele alınmalıdır. Farabi’yi anlamak için ise kendisinin dönemine kadar gelen İslam düşünce yapısının durumu incelenmelidir. Bu doğrultuda bir inceleme yapıldığında göreceğimiz gibi ilk olarak kelamcılar ve bu bağlamda Mütezile düşüncesi ile karşılaşırız. Mütezile ekolüne göre, evren Allah tarafından yaratılmıştır [Allah terimi teistik bir yaratıcı kavramının İslam dini için özel adıdır. Yazı içerisinde, İslami teistik yaratıcından bahsedileceği zaman da “Allah” kelimesi kullanılacaktır. Zira bu görüşe inananlar böyle kullanmışlardır. Genel maksatta yaratıcıdan bahsedileceği zaman ise “tanrı” kelimesi kullanılacaktır].
Bu yaratım içerisinde Allah belli başlı kurallar ile dünyayı ve canlılığı var etmiştir. Bu doğrultuda, Dünya, determinist bir düzen içerisinde varlığını sürdürür. İnsanın var oluşu, hayvanlar alemi de benzer düşünce içerisinde ele alınmıştır. Bu minvalde de evrim teorisinin ilk örneklerinden birisi olarak anılabilecek olan Caizi’nin Kitâbü’l-Ḥayevân adlı eseri, İslam felsefesinde evrimci bakışın en eski örneklerinden birisidir. Bu eser, determinist evren görüşünün bir sonucu olarak görülebilir. Bu minvalde de Mütezile ekolünün determinist görüşleri ayrıca irdelenmelidir.
Onlara göre dünya Allah’ın yarattığı bir neden – sonuçlar bütünüdür. İnsan ise bu neden – sonuç zincirlerini ve bir bütün olarak sistemi aklı ile anlayabilir ve sonunda yaratıcının varlığı da ancak akıl yolu ile kavranabilir. Bu minvalde günümüz rasyonel düşüncesine de bazı yakınlıklar sergiler. Fakat bir noktada Mütezile’nin bazı görüşlerini kabul eden ve bazı görüşlerini ise red eden Meşaiyye akımı gelişmeye başlar. Farabi de bu düşünce ekolünün kurucusu olarak kabul edilebilir. Onun başlattığını İbn-i Sina üst bir noktaya taşımış ve eksiklerini tamamlamıştır.
Farabi’ye göre, evren bir ilk nedenden çıkar ve ondan tabiri caizse fışkırır. Her şey ondan bir parça taşır ve ona bağlıdır. Südur Teorisi adı ile bilinen bu düşünce, kendine has bir panteizm – pananteizm olarak da kabul edilebilir. Böylelikle teistik Mütezile görüşünden ayrılır. Bu evren tasvirine göre her şey bir devinim halindedir ve belli bir neden – sonuç zinciri ile gelişirler. Tabıiyyat olarak adlandırılan bir metodoloji ve bilgiler bütünü buradan doğar ve İslam Dininde evreni gözlemek ve gözleme dayalı olarak hakikate ve oradan mutlak gerçeğe ulaşma çabası başlar. Aristo’nun metotları ve yeni-Platoncu fikirler üzerine yükselen bu dünya görüşünce, bilgi ya da başka bir ifadeyle hakikat, akıl ve gözlem ile ulaşılabilir bir şeydir. Tüm evreni kaplayan tanrısal gerçeklikte ancak böyle kavranabilir. Bu düşünce sistematiğinin Aristocu unsurlarının, günümüz modern düşüncesinin Aristocu felsefi temelleri ile benzerliği ve buradan hareketle de modern bilim ile yakınlığı bariz ve anlaşılırdır.
Bu akımlara karşı, Sunni – Hanbeliliğin fıkhi ve bir noktada kelami kabul edilebilecek olan görüşleri de burada anılmalıdır. Buna göre, Hanbeliler, aklı kabul etmezler. Bilgi akıl yolu ile ulaşılabilir bir şey değildir. Dolayısıyla da hikmet ya da bilgi ile hakiki gerçeklik tutarsızlık yaşayacaktır. Yani tanrının varlığına da akıl veya gözlem ile ulaşamayız. Hanbeliler bu görüşlerini gerek Mütezile gerekse de Farabi ekolüne karşı geliştirmişlerdir. Fakat görüşleri çeşitli nedenlerle bu iki akılcı ekole karşı yaygınlık kazanamamıştır. Bu noktada, Eşari İtikadı ve onun meşhur isimlerinden Gazali ekolü yükselecek ve dönem şartları ile birlikte Farabi ekolüne karşı bir yaygınlık kazanacaktır.
Gazali’nin sistematiğinde aklın yeri önemlidir. Lakin akıl yolu ile tanrıya ulaşmak mümkün değildir. Bu açıdan gerek Mütezile gerekse de Farabici yaklaşımı eleştirir. Zira filozofların akıl yolu ile ulaştıklarını iddia ettikleri şeyler de Gazali’ye göre birer duygu ve metafiziksel tespit ve önyargılardan ibarettir. Zaten Gazali’ye göre Tanrı ancak böyle anlaşılabilir. Yani inanç esastır. Gazali sistematiği, ayrıca gözleme dayalı bilgiye de uzak durur. Zira insan yanılabilir bir varlıktır. Hakikat insan tarafından anlaşılamaz. Olaylar ancak ve ancak tesadüfen gerçekleşir. O an tanrı öyle istiyordur ve öyle oluyordur. Öyleyse akıl ve bilgi, sadece bu dünyanın bazı gerçeklerine bizi yakınsayacak ama mutlak gerçekliğe bu bilgiler bizi asla yaklaştırmayacaktır. Zira bu gözlemlerin ve teorilerin hepsi yaşanacak olanları açıkça ortaya koyamayacak ve her zaman öngörülemez sonuçlar ile yaşamamış bu şartlarda bir zorunluluk olacaktır.
Görüleceği üzere, Gazali’nin görüşü olasılıksal bir evreni tanımlar. Olasılıksal materyalist görüşten farkı, Gazali’ye göre evrenin olasılıksal oluşumlarının nedeninin Tanrı olmasıdır. Fakat bu neden tamamen o an Tanrı öyle istediği için olması bağlamında bizim için tesadüfidir. Bu noktada da Gazalici görüş, günümüz atom altı dünyasında ki tanımlayamadığımız meselelere kendi içinde tutarlı açıklamalar da getirmektedir. Yarattığı düşünceye göre ise son kertede evrimsel süreç üzerine düşünmek dahi anlamsızdır. Zira bilinemez. Bu yönde inceleme yapmanın sonucunda elimizde sadece sahte nedensellikler olacaktır.
İbn-i Miskeveyh (مُسکویه)
932-1030 yılları arasında İran’da yaşamış İslam filozofudur. Farabi okuluna mensup düşünürlerdendir. Hayatı boyunca çokça eser vermiş, özellikle insan ahlakı ve davranışı üzerinde yoğunlaşmıştır. Doğanın işleyişiyle ilgili düşünceleri El-Cahiz kadar bilimsel olmasa da felsefi düzeyde “El-Fevz el-Aşgar (Al-Fawz Al-Asghar – Küçük Başarı)” isimli kitabında belirgindir.
Miskeveyh, aşamalı bir gelişmeden bahseder ve canlıların oluşumunu cansız maddeden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan maymuna ve son olarak da maymundan insana olacak şekilde sıralamıştır. Ona göre Tanrı maddeyi yaratır, ardından madde suya ve buhara dönüşür. Sonra mineraller meydana gelir ve bu minerallerden de bitkiler oluşur. Bitkiler de uzun bir zaman sonra hayvansı özellikler taşıyan canlıya dönüşür ve bunların erkek ve dişi şeklinde cinsiyetleri olur.
Düşünüre göre doğanın ilerleme süreci cansız maddeden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan maymuna, maymundan insana doğrudur. Ona göre hayvanlar âleminde ve hayvanların en üst mertebesinde insana benzeyen bir hayvan vardır. Bu canlı hem insana hem de maymuna benzemektedir. Hayvanlar âlemindeki en üst katmana da daha sonra dil, zekâ vb. yetenekler kazanan insan geçmiştir (Yakıt, 1984: 106). Miskeveyh’in eserlerini inceleyen Dr. Muhammed Hamidullah, Miskeveyh’in kitabındaki görüşlerini şu şekilde özetlemiştir:
Miskeveyh’e göre; Allah maddeyi ve gücü yarattı. Madde zamanla buhara ve suya dönüştü. Bir sonraki basamak mineral dünyası oluştu. Belli zamanda farklı mineraller oluştu. Daha sonra mineral dünyası bitki dünyasını oluşturdu. Bitkiler, hayvan özellikleri taşıyana kadar evrildiler, dişi ve erkek cinsleri oluştu. Bu hurma ağacıdır. Hurma ağacı bitkiler aleminin en yüksek, hayvanlar aleminin en düşük seviyeli canlısıdır.
İbn-i Miskeveyh’e göre bu şekilde gelişen ilk canlı hurma ağacıdır. Hurma ağacı kazandığı özellikler neticesiyle bitkiler âleminin en üst, hayvanlar âleminin de en alt seviyesinde sayılmıştır. Bitkiler de lif ve köklerinden koparak hayvanlar âleminin ilk aşamasını oluşturmuştur. Hayvanlarda ise en üst seviyedeki canlılar gruplandırılmıştır. Mesela 4 ayaklı hayvanlarda en üst seviyeye at konulmuştur. Kuşlarda ise kartal konulmuştur. İnsandan önceki son sınırda ise maymunlar yer almaktadır (Özdeğirmenci, 2006: 44-48).
Tüm bu görüşlerinin temelinde doğada değişim ve dönüşümleri gözlemesi yatmaktadır. Canlılar âlemi içerisinde olan her tür, daha önce farklı sınıfa ait türler arasından gelişerek başka bir canlıya dönüşmüştür. İbn-i Miskeveyh’in bütün canlıların ortak bir maddeden türeyerek ve sınıflara ayrılarak meydana geldiğini söylemesi ise çok önemli bir katkıdır (Bayrakdar, 2001: 91-98).
… her hayvan, aslında, hayvan olmayandan türemiştir, meninin kendisinin hayvan olmadığı gibi. Bu sıvı, kandan yapılmıştır ve yemekten ve bitkiden ve maddeden…
Miskeveyh’in evrimle ilgili görüşleri bugünkü bilgilerimizin yanında ilkel kalmaktadır ancak “hepimiz yıldız tozuyuz” fikrinin özünü ilk benimseyenlerden olması oldukça dikkat çekicidir.
İbn El-Heysem (أبو علي، الحسن بن الحسن بن الهيثم)
965-1039 yılları arasında yaşamış, Basra doğumlu, Müslüman Arap fizikçi, matematikçi, filozof. Zamanının çoğunu din ve fen bilimlerine adamış olan El-Heysem, çok önemli bir fizikçi ve optik biliminin kurucusu olarak kabul edilir. Bazı kaynaklar Heysem’i, bilimsel yöntemleri kullanma şeklini göz önünde bulundurarak “ilk bilim insanı” olarak kabul eder. Batı dünyasında “Alhazen” adıyla bilinir. Newton ve Kepler’den yüzlerce yıl önce, Dünya merkezli bir kainat sisteminin gerçek olmayabileceğini, uzayda başka sistemlerin de olabileceğini ve Dünya’nın Güneş sistemine tabi olduğunu söylemiştir. Optik ve ışık konusunda en yüksek düzeyde deneysel çalışmalar yapmıştır. “Bir ortamdan geçen bir ışık ışınının en kolay ve çabuk olan yoldan gideceğini” bildirmiştir. Böylece, Pierre de Fermat’ın (1601-1665) “en küçük süre ilkesi”ne birkaç yüzyıl önceden katkıda bulunmuştur. Ayrıca, daha sonraları Isaac Newton’ın (1642-1726) “Birinci Hareket Yasası” olacak olan Eylemsizlik Yasası’ndan söz etmiştir:
Her cisim, hareketini değiştirecek kuvvetler uygulanmadığı sürece bulunduğu konumu korur ya da doğrusal bir yörüngede düzgün hareketini sürdürür.
Işığın büyük ama “sonlu” bir hıza sahip olduğunu ve ışığın kırılması olayının ışığın farklı maddeler (ortamlar) içindeki hızlarının farklı olmasından kaynaklandığını duyumsatan ifadelere yer vermiştir. Eserlerinden birinde kurduğu şu cümle, bilimsel düşünce yapısını ortaya koymaktadır:
Bilim insanının gayesi doğruyu öğrenmekse, kendini okuduğu her şeye düşman etmelidir.
Canlılık üzerine İbn El-Heysem, aşamalı bir türleşmeyi savunmuştur. Ona göre yaratılış maddi dünyada meydana gelmiştir. İnsan, insan olmadan önce bazı merhalelerden geçmiştir. Bu aşamalar; öküz, eşek, at ve maymundur. Maymun mertebesinden sonra da insan dediğimiz eşref-i mahlûkat meydana gelmiştir (İzmirli, 1973: 36-37). Heysem’in asıl uzmanlığı fizik, matematik ve optik bilimi gibi konular olduğu için bu mesele üzerine fazla eğilmemiştir fakat kısa da olsa bu düşünceye karşı kayıtsız kalamayarak fikrini belirtmiştir.
Ragıb El-İsfahani
Canlılığın meydana gelmesi ile ilgili Ragıb El-İsfahani (M.S. yak. 954- 1033) ise dünyada yaratıcı tarafından düzenlenen ve belli bir amaca yönelik olarak gerçekleştirilen bir sistemi kabul etmektedir. Yani ona göre dünya yaratıcı tarafından sonunda insanın ortaya çıkması muradıyla belli bir değişim ve dönüşüme uğratılmıştır. Ona göre yaratıcı güç insanı yaratmak için canlıları uzunca bir süre değişim ve dönüşüm mekanizmasından geçirmiştir. İnsandan önce yaratılan bitkiler ve hayvanlar gibi bütün oluşlardan maksat insanı meydana getirecek olan ortamı hazırlamak içindir.
Ragıb El- İsfahani, ayrıca varlıkların davranışsal yönden de insana benzer özellikleri olduğunu belirtmiştir. İnsanın oburluğunu, pintiliğini ve taklitçiliğini sırasıyla domuz, köpek ve maymuna benzetir. Hayvanların bu davranışlarının insanda da olduğunu söylemiştir (Yakıt, 1984: 111-112).
Ragıp El-İsfahani’nin görüşü canlılığın değişimi ve dönüşümünün belli bir zamanda ve belli bir amaç doğrultusunda olduğuna yöneliktir. İnsanı meydana getirmek için gerçekleştirilen eylemler, insan meydana geldikten sonra da onu hayatta tutmak için işlevini yerine getirmeye devam etmektedir. Yani yaratılış sistemi insanın yaratılması ve varlığını sürdürmesi için düzenlenen bir yapıda ele alınmıştır.
Bazı Diğer İslam Düşünürleri
Seyyid Emir Ali ve Turka El-İsfehani ise canlılığın oluşumu ile ilgili olarak yaratılışın en alt safhasına madenleri yerleştirmiştir. Buna göre madenlerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar ve onlardan da insan meydana gelmiştir. Kendilerinden sonra gelen Nasır El-Din Tusi (M.S. 1201-1274), Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273) ve Zekeriya Bin Muhammed El- Kazvini (1203-1283) gibi birçok âlim benzer görüşlere sahip olduğu için birlikte ele alınmıştır.
Bu âlimlerin ortak görüşleri ile birlikte Turka El-İsfehani’nin önemli bir tespiti de vardır: Ona göre, günümüzde türler arasında ara geçiş formları dediğimiz canlılar vardır. Mantarlar, maden ile bitki arasında, hurma ağacı bitki ile hayvan arasında, maymunlar da hayvan ve insan arasında geçiş formları olarak gösterilmiştir (Yakıt, 1984: 112-113).
Bu ayrımlar bugün için ilkel görünebilir fakat canlılar arasındaki geçiş türleri ilk kez bu kadar net belirlenmiştir. Ara geçiş formları düşüncesi açısından da önemli bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
Al-Biruni (ابوریحان محمد بن احمد البیرونی)
Namıdiğer Biruni (Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Birûnî) 973-1048 yılları arasında bugünkü Özbekistan-Afganistan bölgesinde yaşamış, zamanının en önemli ve en bilinen İslam alimlerindendir. Fizik, matematik, astronomi, tıp, farmakoloji, doğa bilimleri, tarih, kronoloji ve dil biliminde kendini geliştirmiş ve bu alanlarda çağının alimlerini etkilemiş önemli eserler vermiştir. İlginç şekilde Hintolog (Hindistan uzmanı) olarak da tanınır. Çünkü 1017 yılında Gazneli Mahmut’un Hindistan’a yaptığı 12. seferinde orduyla beraber gitmiş ve Hindistan’da uzun yıllar kalıp çalışmalar yapmış, “Tarikh Al-Hind (Hindistan Tarihi)” adında bir kitap yazmıştır. Bu kitap Hindistan kültürünün en ince detayları da dahil, bilim, ekonomi, matematik, astronomi bilgileri içerir. Kitabın 47. bölümü aşağıdaki paragrafla başlar. Burada Biruni’nin coğrafi dağılım, doğal seçilim, yapay seçilim kavramlarının tohumlarını attığını görebiliriz:
Dünyanın yaşamı ekime (tohum) ve üremeye bağlıdır. Her iki olay da zamanla artar ve bu artış sonsuzdur, Dünya sonlu olduğu halde. Bir bitki veya hayvan sınıfı kendi formunda artmadığında ve kendine has cinsi kendi türü olarak belirlendiğinde, onun her bir bireyi sadece bir kez var olmak ve yok olmakla kalmaz, bunun yanında kendi gibi bir veya birçok varlık yaratır, sadece bir kez değil birçok kez, o zaman bu tek bir hayvan veya bitki türü, dünyayı işgal edip kendini ve kendi cinsini ulaşabildiği her yere yayacaktır. Çiftçiler mısırı seçerler, istedikleri kadar büyümesine izin verirler, söküp çıkarırlar. Oduncu mükemmele ulaşıncaya kadar o dalları bırakır, diğerlerini söküp atar. Arılar kovanda çalışmayıp sadece yemek yiyen arıları yerler. Ancak doğa ayrım yapmaz, hamlesi her koşulda tek ve aynıdır. Ağaçların yapraklarının ve meyvelerinin çürümesine izin verir; bu, doğa ekonomisinde üreme eğilimiyle sonuçlanmasını engeller. Diğerlerine yer açmak için onları kaldırır.
El-Hazini (أبوالفتح عبدالرحمن منصور الخازنی)
12. yy başlarında yaşamış (1115-1130 en etkin olduğu yıllar olarak bilinir), Merv doğumlu -eski Pers İmparatorluğu’nun (bugünkü Türkmenistan) Horasan bölgesindeki bir il- Müslüman matematikçi, fizikçi, astronom ve bilim insanıdır. Tam ismi Abu al-Fath Abd al-Rahman Mansour al-Khāzini’dir. Zamanın ünlü matematikçisi, astronomu ve filozofu olan Ömer Hayyam’ın (Ummar Khayyam) öğrencilerindendir. En önemli eseri, Horasan Selçuklu Sultanı Ahmed Sencer için yazılmış “Kitab Mizan Al-Hikma (Hikmetlerin Dengesi Kitabı)”dır. Kitap ağırlık merkezinin, güç-kütle-ağırlık-yoğunluk kavramları arasındaki farkların, mekanik ve hidrostatik deneylerin detaylı anlatımlarının bulunduğu 50 bölümlük 8 ciltten oluşur. Madde ve insanla ilgili fikrini aşağıdaki şekilde ifade eder:
Halktan insanlar, doğa filozoflarından altının, olgunluk mükemmelliğine ve bütünlük amacına erişmiş bir madde olduğunu öğrendiklerinde, altının diğer tüm metalik madde formlarından geçerek yavaş yavaş bu mükemmelliğe geldiği fikrine kapılıp buna kuvvetle inandılar. Sıradan insanlara göre altının doğası ilk olarak kurşundu, daha sonra kalay oldu, sonra pirinç, ondan sonra da gümüş oldu ve en sonunda altının oluşumu gerçekleşti. Bu insanlar doğa filozoflarının bu sözleriyle, insandan bahsettiklerinde ve ona doğasında ve bedensel yapısında bulunan bir bütünlük ve denge mal ettiklerindeki gibi bir şeyi kastettiklerini bilmiyorlardı. Oysa filozoflar, insanın bir zamanlar boğa olduğunu, sonra eşeğe dönüştüğünü, daha sonra ata, ondan sonra maymuna dönüştüğünü ve en sonunda da insan haline geldiğini kastetmiyorlardı.
İbni-i Haldun (أبو زيد عبد الرحمن بن محمد بن خلدون الحضرمي)
1332-1406 yılları arasında yaşamış, Tunuslu Müslüman tarihçi-filozoftur. Tam ismi Abd Ar Rahman bin Muhammed ibn Khaldun’dur. En ünlü eseri 1250 sayfalık; tarih felsefesi, sosyal bilimler, ekonomi, çevre, kültürel tarih, İslam teolojisi ve politik konuları içeren ve zamanının önemli isimlerinin başucu kitabı olmuş “Mukaddimah (Mukaddime)”dir. Bu eserde evrimle ilgili görüşlerini aşağıdaki şekilde ifade etmiştir:
… Yaratılış dünyasına bakmak gerekir. Önce madde oluşmuştur. Dereceli bir şekilde ilerlemiş, bitki ve hayvan oluşmuştur. Minerallerin son basamağı, bitkilerin ilk basamağıdır, tıpkı çimen ve tohumsuz bitkiler gibi. Üzüm ve hurma gibi bitkilerin son basamağı da hayvanların ilk basamağını oluşturur, tıpkı yılanlar ve kabuklu deniz hayvanları gibi. Buradaki “bağlantı” son basamaktaki her grubun bir üst basamağa geçmek için hazır olma durumudur. Daha sonra hayvanlar alemi sürekli genişler, çoğalır, yaratılış basamağında son olarak, düşünen ve ifade eden “insan” oluşur. İnsanların en üst basamağına, zeka ve idrakın olduğu ancak aktif düşünme ve ifadenin olmadığı maymunlar aleminden ulaşılmıştır…
İbn-i Haldun tarih felsefesinin kurucusu olarak tanınmıştır fakat onun bilime yaklaşımı çok yönlü olmuştur. Kendisinin canlılığın oluşumu hakkındaki fikri ise toplumlara bakış açısı gibi aşamalı bir görüştür. Ona göre toplumlar doğar, gelişir, olgunlaşır ve ölür.
Toplumların ve canlıların oluşması konusunda ise coğrafi şartlara fazlasıyla dikkat çekmiştir. Coğrafi şartların iklim üzerindeki etkisini görerek, fiziksel açıdan oluşan farklılıklara yönelmiştir. Zenciler üzerine yaptığı tespitte onların sıcak yerlerde yaşamasının hem davranışsal etkilerine hem de iklimin, fiziksel yapıda değişiklikler yaratmasına dikkat çeker. İnsanın gelişimine de dikkat çeken büyük düşünür onun madenden sonra belli aşamalarla maymun ve sonra insan olma gibi aşamalardan geçtiğini söylemektedir (Yakıt, 1984: 115-116).
İbn-i Haldun, canlıların aşamalı olarak gelişimine dair kendisinden önceki görüşleri genel olarak tekrar etmiştir. Farklı olarak iklim şartlarının toplumlar ve insan açısından önemine dikkat çekmiştir. İnsan renklerinin kalıcı olarak aktarılmasında iklimin zorlayıcı rolüne dikkat çekmiştir.
Kınalızade Ali Efendi
1511-1571 tarihleri arasında yaşamış, Isparta doğumlu, Osmanlı devlet adamı ve alimdir. Dedesi sakalına kına sürdüğü için ailecek “kınalızade” hitabını almışlardır. Zamanının önemli medreselerinde eğitim almış ve eğitmenlik yapmış, önemli devlet erkanlarında söz sahibi olmuştur. Din, felsefe, ahlak üzerine yazılmış Ahlak-ı Alai en önemli eseridir. Güzel huy ve güzel ahlakla Allah’a nasıl yaklaşılabileceğini anlatmaya çalışan eserinde, işe öncelikle varlık bilimiyle başlamış, fiziki ve biyolojik varlık hakkında fikirler yürütmüştür.
İlk kez Türkçe olarak canlılığın aşamalı olarak gelişimine dair düşünceden bahseden kişidir. Kınalızade, insanın hayvanlar alemine mensup bir tür olduğunu ve bu türün diğer hayvan türlerinin en yücesi ve şereflisi olduğunu söyler.
… Cins-i hayvanın nev’i insanî efdalı ve eşrefidir pes. Merâtib-i tefadüi dört olur: Maden ve Nebat ve Hayvan ve İnsan. Ve her cinsin envâında dahi tefâdül vardır. Yani bazı envâ-ı cins. Bazısı ahirde efdaldır ve her cinsin efdal-ı envâı fevkinde olan cinsin ednâ-yı envâına karib olub ekser havass ve levazımında müşârik olur. Evvel madeniyat içinde “mercan” dedikleri cevherdir. Eğerçi madeniyatdandır. Amma fi’l-cümle neşv ü nümâ âsân anda müşâheddir, hattâ karib olmuştur ki, makâm-ı madeniyatdan terakki idüb ufk-ı âlem-i nebât-ı nâmiye dahil ola ve nebatât içinde bu hal ile muttasıf olan “dı raht-ı hurma” (=hurma ağacı)dır ki, âsâr-ı hiss ve harcket-i iradî anda /.âhir ve peydâdır…
Kınalızade bu sözlerde; insanın hayvan cinsinin şerefli bir türü olduğunu, her cinsin kendi içinde çeşitli olgunluk dereceleri bulunduğunu, her cinsin en üst ufkunda yer alan varlığın bir üstteki cinsin en alt ufkundaki varlıkla duyu ve lâzimeler (lazım olanlar) bakımından ortak olduklarını, madenle bitki arasındaki ara varlığın mercan, bitki ile hayvan arasındaki ara varlığın ise hurma ağacı olduğunu, hatta bunların bir üst düzeye yükselmelerinin söz konusu olduğunu ifade eder.
Bu konuda kendisinden önceki görüşlerinin aynısını yani maddi varlık, maden, bitkiler ve hayvanlardan sonra insanın meydana gelmesi görüşünü tekrar ettiği söylenebilir. Onun asıl katkısı, maymundan insana geçerken bir ara geçiş bulmasıdır. Vahşi insan (nesnas) adını verdiği bu canlı, daha sonra Osmanlı’da evrim teorisine dair görüş ve değerlendirmelere oldukça etki etmiştir (Yakıt, 1984:116). Burada ismi geçen vahşi insan denilen canlı, hem maymun hem insan özelliklerini taşıyan ama ikisini de tam olarak temsil etmeyen bir canlıdır.
Hazini, Kutubi ve El- Kadir Mirza Bidel
Canlılığın ortaya çıkmasıyla ilgili Hazini (1077), Kutubi ve El- Kadir Mirza Bidel ise aynı görüşe sahip oldukları için ortak bir başlıkta ele alınmıştır.
Hazini, canlılığın aşamalı olarak gelişimi ile türlerin dönüşümü fikrini metal cisimlerin zamanla birbirine dönüştüğü gibi canlıların da dönüşebileceği fikrinden yola çıkarak kabul eder. Aşamalı şekilde ilerleyen bir sürecin varlığını kabul etmiştir.
Kutubi ise yine aşamalı bir gelişim fikrini tekrar ederek, maymunların hayvanlar ve insanlar arasında bir geçişi temsil ettiğini söylemektedir.
Son olarak El-Kadir Mirza Bidel’de âdem cinsinin ve âdemin bizzat kendisinin insan olmadan önce maymun cinsinin bir üyesi olduğunu kabul etmiştir (Yakıt, 1984:116-117).
Erzurumlu İbrahim Hakkı
1703-1780 yılları arasında yaşamış Erzurum doğumlu, mutasavvıf, sosyolog, fizikçi, astronom, Türk İslam alimidir. Çoğunlukla dinî ve bilimsel konularla ilgilenmiş İbrahim Hakkı’nın en önemli eserleri Divan ve Marifetname’dir. Tasavvufi konularla birlikte fen konularıyla ilgili geniş içeriğiyle, yazarın söylediğine göre 400 eserden faydalanılarak yazılmış Marifetname, ansiklopedi özelliği taşıyan dikkat çekici bir eserdir.
Marifetname’de İbrahim Hakkı’nın temel iddiası olan, Allah’ın her şeyi insanın hizmetine sunmak üzere yarattığı fikrini bir tarafa koyarsak, gökyüzünü ve doğayı çok iyi gözlemlemiş ve özellikle evrim fikrini açık bir şekilde ifade etmiştir:
…Hak Teala’nın emir ve tesiri ile gökler ve yıldızlar dönüp hareket ederek anasır-ı erba’ayı (su, hava, ateş, toprak) birbirine karıştırıp yoğurmuştur. Böylece, önce madenler, sonra, bitkiler, daha sonra hayvanlar meydana gelmiştir. Bu bileşik cisimlerin dört mertebesi arasında, yani maden, bitki, hayvan ve insan arasında aracı bileşik cisimler de vardır. Madenler ile bitkiler arasında vasıta ve geçit olan mercandır. Çünkü mercan katılıkta taş gibidir. Bitki gibi zerre zerre denizin dibinden bitip suyun yüzeyinden yukarı çıkıp kuruduğunda sert olur. Bitkiler ile hayvanlar arasındaki geçit hurma ağacıdır. Çünkü o bitki olmasına rağmen hayvan gibi erkeğine yakın olmadıkça (döllenme olmayıp) neticesi hurma olmaz. Başını kestiklerine helak olup, kuruyup, yaprak ve meyvası kalmaz. Hayvan ve insanlar arasında geçit olanların en açığı maymundur. Çünkü bütün organlar, kıl ve kuyruğundan başka, dışı ve içi insana benzer. Mercan, hurma ağacı ve maymun gibi maden, bitki, hayvan ve insan arasında, geçit olanların varlıklarındaki hikmet, her birinin kendi mertebesi aşağısından son yükseklik derecesine ulaşması, varlıklardaki mertebelerin o silsile yoluyla tertip edilmesi ve insanlık mertebesinde nihayet bulmasıdır…
Ona göre kâinatın ilk mertebesi toprak son mertebesi temiz nefstir. En alttan en üste mertebeleri bu şekilde sıralandırmıştır. Canlılığın gelişimi konusunda ise ilk maddi varlık olan madenlerin, başının toprak ve suya, sonunun ise bitkiye gittiğini söylemiştir. Ona göre hayvanların da başlangıcı bitkiye sonu ise insana gitmektedir. Yani burada bitki ve hayvan sınıfları arasında ilk hal ve son hal durumlarını göstererek canlılığın oluşumuna dair bakış açısını sunmuştur. Canlılık ona göre cansız madde ile başlayıp canlı maddeye geçmiştir. Bundan sonra da basit yapılı canlılar meydana gelmiş ve bu canlılar da zaman içerisinde daha karmaşık yapılı canlılar meydana getirmiştir (Kahya, 1999: 381-382).
Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu düşüncelerine ek olarak canlılığın oluşumunu üç aşamaya ayırmıştır. Bunlar: birleşim, derece ve dönüşümdür. Madenle ve bitki arasına ara tür olarak mercan türünü yerleştirmiştir. Bitki ile hayvan arasına hurma ağacını, hayvan ve insan arasına da kendisinden önce de dile getirilen nesnası yani vahşi insanı koymuştur. Ona göre tüm bu dönüşüm ve değişimler maksatlı bir şekilde sonunda insanın yaratılması murad edilerek Tanrı tarafından yapılmıştır (Yakıt, 1984: 117). Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın dile getirdiği görüşler daha sonra Osmanlı aydınları arasından evrim teorisini İslami görüşe aykırı olarak değerlendirmeyenler için önemli bir dayanak noktası olacaktır.
Bilim ve Felsefenin Evrenselliği
Darwin ile adı anılan bu Müslüman filozofların ilişkisi neden önemlidir?
Bu ilişkinin önemi; birbirinden oldukça farklı zaman diliminde ve kültür çevrelerinde yaşayan İslam düşünleri ile Darwin’in son kertede ortak kökten gelen düşünceleri, bulguları ve bilgileri kullanmalarının niteliğini ortaya koyuyor olmasıdır. Özellikle de Evrim Teorisi üzerine bu bağlamda yapılacak bir inceleme ile bilimin evrenselliği daha kolay anlaşılabilir.
Esasen İslam filozoflarının ve Darwin’in ortak konuları incelemesi normaldir ve şaşılacak bir yan yoktur. Zira her ne kadar bazı konular günümüzde birbirinden oldukça farklı konular gibi görünse de birçok disiplin ve düşünce akımı da bir noktadan sonra insanlar ile ilgili olmalarından dolayı, benzer sorunlara eğilmek zorundadırlar. Çünkü insan ve onun yaşadığı doğa, her yerde birbirine yakın sorunlar ortaya çıkarır ve sorular sordurur. Bu durum, popüler anlatıda birbirine “rakip” olarak algılanan Evrim Teorisi ve İslam düşüncesi için de geçerlidir.
Bu minvalde, İslam düşünce tarihinde müstesna yeri olan Farabi ve Gazali de son kertede evrenin var oluşu ile ilgili sorunları tartışmışlar, birincisi, determinist bir dünya görüşünü teorize etmiş ve ikincisi de günümüzün kuantum teorileri içerisinde ele alınan, bizim için olasılıklar üzerine yürüyen bir evren tasviri yapmıştır.
Gazali’nin düşünce sistematiğinde bu olasılıksal durum, bizim için mevzu bahistir. Yoksa, Gazali’ye göre, bir şeyin sonucunun ne olacağına karar veren Tanrı’dır. Meşhur önermesine göre; biz ateş ile pamuğu birleşince yanıyor görürüz, halbuki yanmayabilirdi de… Onun yanması, tamamen tesadüfidir. Bu tesadüfü var eden ise Allah’tır. Bu açıklamalar, materyalist kuantum teorileri ile muhakkak ki farklı bir bakış açısının ürünüdür. Yine de günümüzden yüzlerce yıl önce kendi içerisinde tutarlı bir olasılıksal önerme ortaya koyar.
Bu haliyle de felsefenin ve bilimin evrenselliği içerisinde Farabi ve Gazali’nin, evrim teorisinin beslendiği konuları irdeleyerek evrensel bilgi hazinesine katkı koydukları ifade edilebilir ve de Darwin’in, bir bayrak yarışı gibi, bir noktada Farabi’nin düşünceleri üzerine yükseldiği öne sürülebilir. Zira Ülken’in ifade ettiği gibi Farabi’nin Avrupa düşünce tarihinde ki etkisi ortadadır. Ayrıca birçok araştırmayla da daha açıkça ortaya konduğu üzere Aristocu olarak bilinen İbn-i Rüşd de modern düşüncenin temellenmesinde ki en önemli aktörlerden birisidir. Bu haliyle de Newton’un dediği gibi, bilim insanları, devlerin omuzlarında yükselirler. O halde de bu noktada Farabi ile Gazali’yi evrim teorisi açısından değerlendirmek de devamlı surette gelişen, yeri geldiğinde çatışan yeri geldiğinde birbirini destekleyen entelektüel uğraşıları anlamamıza katkı sağlayacaktır ve evrim düşüncesinin İslam düşünce tarihi açısından ne anlama geldiği de açıklanabilecektir.
Bir Sentez…
Ünlü Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk döneminde devlet hizmeti de yapan ve Sünni İslam fıkhı eğitimini bir sisteme bağlayan Gazali, İslam düşünce sisteminde kuşku yoktur ki deneysel düşüncenin yaygınlığını azaltan bir düşünce sistemi ortaya koyarak, günümüz modern düşüncesinin tersi istikametinde bir açılım yapmıştır. Fakat bu duruma rağmen, Osmanlı Dönemi gibi daha geç dönemlerde de Takuyiddin gibi rasathane kuran alimlere rastlanır.
Ayrıca, 15. asırda da Hayatül Haveyan adlı bir eser yazan Demiri de burada anılmalıdır. Bu eserin, Kâtip Çelebi’nin deyimiyle Caizinin eseri ile karşılaştırıldığı bilinmektedir. Dolayısıyla da Gazali’den sonra da Aristoculuk ve İslam dininde akılcı, gözlemci yaklaşımlar yaşamaya devam etmiştir. Ayrıca Farabi’nin düşüncelerinin de siyasal hayatta etkisi görülmektedir, bu minvalde Osmanlı’da gözlemcilik üzerine çalışılmaktadır ve örneğin kısa süreli de olsa İstanbul’da rasathane kurulmaktadır (Kütahya’da ise daha uzun süre görev yapan bir rasathane mevcuttur).
Son kertede ise Lale Devri ile birlikte Aristocu anlayış özellikle Osmanlı elitleri arasında belli bir takipçi kazanmaya da başlamıştır. Evrim teorisi de bu doğrultuda fikirsel süreçlerin içerisinde yer almıştır ve günümüze kadar da gelmiştir.
Günümüz kavramları ile konuya yaklaşırsak Gazali, postmodern çağın düşünürlerine benzetilebilir. Zira postmodernizmde de akıl yanılabilir ve evrensel mutlak gerçekliğe ulaşmak mümkün değildir. İnançlar daha önemli hale gelir. Öyleyse modernizmden, postmodernizme yaşanan günümüz geçişleri, geçmişte de mevcuttur. Benzer bir süreç, evrensel gerekliğe, evrensel bilgiye ulaşarak erişilebileceğine inanan Farabici ekol ile Gazalici ekol arasında da yaşanmıştır. Evrimci bakışlar da bu doğrultuda, İslam Uygarlığı içerisinde yerini almış ve günümüze kadar ulaşmıştır.
Sonuç
Alimlerin aktardıkları ile bugünkü evrim anlayışımız arasında benzerlikler ve farklılıklar tabii ki vardır ancak açık şekilde görülen şey, varlıkların devamlı bir dönüşüm halinde olduğunun kabulüdür. Yukarıda adı geçen yazarlar ve ek olarak Seyyid Emir Ali ve Mevlana Celaleddin Rumi gibi alimler de dahil, çoğu İslam alimi eserlerinde insanı ve doğayı, fizikî ve ruhanî bir bütünlük içinde ele almaktadırlar.
Kabul edilen genel görüş, doğanın esas itici gücünün Allah olduğudur. Canlılığın evrimi yalnız maddî düzeyde anlatılmaz, nefsin de basamaklanarak evrim geçirdiğinden, hatta çoğu eserde insandan sonra gelen melek mertebelerinden bahsedilir.
Bugün İslam dini içerisinde yaşanan evrim teorisinin din ile uyuşmaması meselesi de hangi kelamcı ekole, hangi mezhebe yakın olup olunmadığı ile ilgilidir. Yoksa bu teori ile ilgili düşünmek, tıp ve optik bilimleri gibi birçok alanda gerçekleşen gelişmeler gibi İslam Uygarlığının içerisindedir. Nasıl ki İbn-i Sina olmadan tıp, İbn-ül Heysem olmadan optik biliminin gelişimi anlaşılamazsa, evrimsel düşüncenin gelişmesinde de İslam Uygarlığı’ndan çıkanların diyecekleri vardır. Bu son durum da bilimin evrensel mahiyetini bir kez daha ortaya koyar.
İslam âlimleri uzun bir zaman boyunca aşamalı bir şekilde oluşan canlılık düşüncesini hem benimsemiş hem de bu düşünceyi bilimsel bir temele oturtacak olan Avrupa medeniyetine taşımıştır. Antik Yunan düşünürlerinden aldıkları canlılığın aşamalı olarak gelişimi fikrini incelemiş ve geliştirmişlerdir. İslam âlimleri genel olarak materyalist temelde gelişen Antik Yunan’daki canlıların gelişimi ve çeşitlenmesi düşüncesini İslami temellere uyarlayarak yorumlamışlardır. Yaratılışta sürekli olarak bir değişim ve gelişim olduğu görüşünü ise desteklemişlerdir.
Ayrıca bu dönemdeki âlimler yaratılışın tek bir kökenden geldiği ve değişime uğradığı görüşünü de genel olarak benimsemişlerdir. Yani belli özellikler zamanla birikerek yeni türler meydana getirmiştir. Aşamalı bir şekilde doğal şartların da zorlaması ile canlılar ortama uyum sağlamak için gelişmişlerdir. Âlimlerden bazıları, türler arasında bugünkü tabirle ara form diyebileceğimiz bir evrim mekanizması düşünmüşlerdir. İnsan ve hayvan davranışlarının benzediğini söyleyerek bu canlıların ortak bir temelden geldiklerini de savunmuşlardır. Özellikle İbn-i Haldun ile birlikte coğrafi şartların canlılar üzerinde ne kadar belirleyici olduğuna dair görüş ortaya çıkmıştır.
Âlimlerin ortak bir payda da buluştuğu bir diğer önemli nokta da doğadaki amansız mücadeledir. Hayatta kalma mücadelesi için av-avcı pozisyonunda olan hayvanlara bakarak, güçlü olanın hayatta kaldığı düşünceyi desteklemişlerdir. Güçlü olanın güçlülüğü de değişen ortam şartlarına yani doğaya ne kadar uyumlu olabildiği ile ölçülmüştür. İslam düşünürleri insanın insan olmadan önce varlık âleminde bitki ve hayvan köklerinden geldiğini de savunmuşlardır. Cansız maddelerden canlı maddelere geçiş ile birlikte canlılığın başladığı ve devam ettiği de âlimlerin birçoğunun ortak görüşüdür.
Görüldüğü üzere İslam âlimleri temelde iki konu üzerinde tamamen ittifak halindedir. Bunlar; aşamalı bir şekilde canlıların gelişmesi ve doğadaki amansız mücadeledir. Bu iki fikir Avrupa’da yaşanacak olan bilimsel aydınlanma ile birlikte tekrar ele alınmıştır. Hem Antik Yunan düşünürleri hem de Müslüman âlimlerin katkısıyla oldukça mesafe kat eden canlılığın aşamalı olarak gelişimi fikri, yeni yükselecek olan Avrupa medeniyetine miras bırakılmıştır. Bu fikir ilerleyen süreçte Avrupa’da deney ve gözleme dayalı olarak bilimsel bir temelde ele alınacaktır.
Bugünkü bilimsel bakış açımız, gözlemlenebilir olgular üzerinden deneylere dayalı temellendiğinden, çoğu durumda dinî konular kapsam dışı olarak görülmektedir. Ancak doğa üzerine kafa yormuş en önemli İslam alimleri evrimsel süreçlerin varlığından açık şekilde bahsetmişlerdir. “Maymundan gelme” fikrinin hiç de aşağılık bir durum olmaması, her aklıselim bilim insanı için olağan gözükmektedir. Hangi yüzyılda, hangi coğrafyada olursa olsun…
- A. Arslan. (2019). İbn – I Haldun. ISBN: 6053990871. Yayınevi: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
- T. Atay. İslamiyet’te Evrim. (4 Mart 2019). Alındığı Tarih: 1 Mayıs 2020. Alındığı Yer: T24 | Arşiv Bağlantısı
- B. H. Küçük. (Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2012). Early Enlightenment In Istanbul. Not: https://escholarship.org/uc/item/13j1570s.
- M. S. Shah. Pre-Darwinian Muslim Scholars’ Views On Evolution. (13 Şubat 2019). Alındığı Tarih: 13 Şubat 2019. Alındığı Yer: University of the Punjab | Arşiv Bağlantısı
- F. Rosenthal. Mukaddime. (13 Şubat 2019). Alındığı Tarih: 13 Şubat 2019. Alındığı Yer: İbn Haldun | Arşiv Bağlantısı
- Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri. (2016). Marifetname. ISBN: 6054058088. Yayınevi: Erzurum Araştırma Yayıncılık.
- İbnalhaytham. Who Was Ibn Al-Haytham. (14 Şubat 2019). Alındığı Tarih: 14 Şubat 2019. Alındığı Yer: İbnalhaytham | Arşiv Bağlantısı
- A. Arslan. (2019). İslam Felsefesi Üzerine. ISBN: 6053992820. Yayınevi: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
- E. Akhmetova. Development Of The Theory Of Evolution. (11 Temmuz 2016). Alındığı Tarih: 14 Şubat 2019. Alındığı Yer: Historia Factory | Arşiv Bağlantısı
- Stanford University. Ikhwân Al-Safâ’. (14 Şubat 2019). Alındığı Tarih: 14 Şubat 2019. Alındığı Yer: Stanford University | Arşiv Bağlantısı
- D. Ikhwan al-Safa’. Ikhwan Al-Safa’. (14 Şubat 2019). Alındığı Tarih: 14 Şubat 2019. Alındığı Yer: Internet Encyclopedia of Philosophy | Arşiv Bağlantısı
- Farabi. (2018). İdeal Devlet. ISBN: 6053329565. Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
- İslam Ansiklopedisi. İslam Ansiklopedisi. (14 Şubat 2019). Alındığı Tarih: 14 Şubat 2019. Alındığı Yer: İslam Ansiklopedisi | Arşiv Bağlantısı
- A. A. Ziadat. (1986). Western Science In The Arab World: The Impact Of Darwinism 1860–1930. ISBN: 9781349183456. Yayınevi: Springer.
- J. Z. Wilczynski. (1959). On The Presumed Darwinism Of Alberuni Eight Hundred Years Before Darwin. The History of Science Society, sf: 459-466. | Arşiv Bağlantısı
- E. C. Sachau. (2013). Alberuni’s India: An Account Of The Religion, Philosophy, Literature, Geography, Chronology, Astronomy, Customs, Laws And Astrology Of India:, Volume 1. ISBN: 9781136383571. Yayınevi: Routledge.
- Farabi. (2019). El-Medinetü’l Fâzıla. ISBN: 6054239236. Yayınevi: Divan Kitap.
- S. H. Nasr. (1993). An Introduction To Islamic Cosmological Doctrines. ISBN: 0791415163. Yayınevi: SUNY Press.
- İ. Yakıt. (2019). Kınalı-Zade Ali Efendi’nin Evrim Düşüncesi. DergiPark. | Arşiv Bağlantısı
- H. Z. Ülken. (1957). Farabi Ve İbn Sina’nın Garp Ortaçağ Düşüncesi Üzerinde Tesırıne Dair Yeni Bazı Münakaşalar. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. | Arşiv Bağlantısı
- M. S. Mossensohn. (2019). Osmanlı’da Bilim Kültürel Yaratı Ve Bilgi Alışverişi. ISBN: 6052956755. Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.