Ateizm dünyasının 21.yy da ki en önemli isimlerinden biri Richard Dawkins’dir. Bu yazıda en önemli iddialarını ele alacağımız Dawkins Britanyalı evrimsel biyolog ve yazardır. Oxford Üniversitesi bünyesinde 2008 yılında emekli oluncaya kadar görev yapmıştır. Dawkins ateist ve hümanisttir, ‘’British Humanist Association’’ Başkan Yardımcılığını yürütmektedir. Evren’in ve Dünya’daki yaşamın varoluşuna ilişkin yaratılışçı inanışlara karşı çıkışıyla bilinir. Çok sayıda popüler bilim kitabı yazmış, televizyon ve radyo programları yapmıştır. Kitapları milyonlarca satmıştır. Evrim yaratılışçılık ve din konularındaki fikirlerini sosyal medyada ve yazılı basında sürekli olarak açıklamaktadır. Dawkins, ‘’Gen Bencildir’’ adlı kitabında, gen merkezli evrim yorumunu açıklamanın bir yolu olarak ‘’bencil gen’’ kavramını ortaya atmıştır. Buna göre evrimin etkileri en iyi şekilde genler üzerinde görülebilir ’’Tanrı Yanılgısı’’ adlı kitabında tanrının varlığı ve dinlerin gerekliliği için öne sürülen geleneksel savlara karşı çıkmış, ateist bir dünya görüşünü savunmuş ve Kategorize etmiştir.
Dawkins’in düşüncesine göre evrim, bir yerlerde ‘rastlantısal olarak’ çeşitli özellikleri olan bir molekülün oluşması ile başladı. Bu moleküle ‘eşleyici’ adı verilmiştir. Eşleyici molekül özellik olarak kendi kendine kopyalarını yapabilme özelliğine sahiptir. Bu rastlantının oluşma olasılığı çok düşük olmasına rağmen bir kez ortaya çıkmıştı. Eşleyici kendi kopyalarını üretebiliyordu fakat evrim için hatalar gereklidir. Bu kopyalar bazen kopyalama işlemlerinde yanlışlık ve hatalar yaparlar sonra da bu hatalar birikir. Bu yanlışların yayılması ortaya ortak atadan gelen ‘çeşitli kopyalar’ çıkartmış oldu. Bu kopyalar arasında yine bazıları diğer kopyalardan farklı açıdan daha avantajlıydı; bu avantajlı kopyalar giderek arttı ve daha uzun ömürlü oldular. Böylece uzun ömürlü olmaya doğru evrimsel bir yönelim ortaya çıktı.
Bunun dışında iki tane daha evrimsel eğilim görülmektedir: Doğurganlık ve doğru kopyalama. Evrim iyi bir şey gibi görünüyorsa da gerçekte hiçbir şey evrimleşmekten yana değildir. Evrim isteğe bağlı oluşan bir durum değildir. Eşleyiciler evrimi engelleme isteğindedirler. Bu yüzden, eşleyiciler doğru kopyalamadan yanadırlar. Başlangıçta evrimin oluşması için kopyalama hatalarının gerekli olduğunu belirten Dawkins’in, akabinde evrimsel eğilimin doğru kopyalama yönünde olduğunu söylediği yukarıda geçmektedir. Çünkü görüldüğü üzere, hatalı kopyalama çeşitliliği, dolayısıyla evrimi ortaya çıkartmıştır. Fakat eşleyicilerin sırf hayatta kalmak için kendi kopyalarını yaptıkları hesaba katılırsa, böylece kendilerini hatasız kopyalamaya uğraştıkları görülecektir. Kısaca kopyalama hatası çeşitliliği ve evrimi, doğru kopyalama ise devamlılığı sağlamaktadır.
Kendilerini kopyalayabilen ilk eşleyiciler canlı mıdır? Bu soru Dawkins’e göre ‘çok da aldırış edilecek bir soru’ değildir. Dawkins’e göre, “İlk eşleyicilere canlı desek de demesek de onlar yaşamın başlangıcı ve bizim atalarımız oldular.” Oluşan zor şartlar eşleyicilerin niteliğini de geliştirdi ve koruyucu kaplar karmaşıklaştı, özellikleri arttı. Bu koruyucu kaplar, eşleyicilerin içinde bulundukları ölüm kalım makineleridir. Anlaşılacağı üzere, ölüm kalım makineleri birer araç oluyor ve asıl amaç olan eşleyicilerin/genlerin hayatta kalmalarını sağlamak için biçimlendiriliyor. Burada bahsedilen eşleyici DNA’dır.
Dawkins’e göre, ilk eşleyicinin ne olduğu bilinmiyor, fakat DNA’dan başka eşleyiciler de olsa, onlar bir şekilde tükendi ve canlılık DNA üzerinden devam etti. DNA molekülü, yapıtaşlarından yani nükleotitler den oluşmuş uzun bir zincirdir. Dawkins’ e göre bu genler, kendilerini hayatta tutup çoğalmak için yaşam-kalım makinelerini diğer adıyla vücutları oluşturmuştur. Bunun ilk olarak, protein duvarından bir korunak yapılması ile başladığı belirtilmektedir. Bitkilerden hayvanlara çeşitli yaşam kalım makineleri vardır, her birinin yapı ve işleyişi farklıdır. Fakat hepsinde ortak olan aynı tür molekül yani DNA bulundurmalarıdır.
Başlangıçta kendini eşleyebilme yeteneğine sahip olan DNA molekülü, ölüm kalım savaşını kazanabilmek için protein sentezleme aşamasına geçmiştir. Kısaca protein sentezinin, sarmal yapıdaki DNA molekülünün belirli noktalardan ayrılıp RNA molekülünü eşlemesi bu eşlenen RNA’nın üçlü gruplar halinde belirli nükleotitlerle sıralanması sonucu başlanır. Dawkins’in anlatımına göre Bu süreçlerin sonucu ise bedenleşmedir. Bedenleşme bugünkü şeklini birden almamıştır. Bu şekillenme bir evrimsel süreçtir. Ayrıca bu süreç oldukça karmaşıktır. Örneğin, bedenleşmenin bitkilerdeki versiyonu, güneş ışığını kullanarak basit moleküllerden karmaşık moleküllerin yapılması ile oluşmuştur. Sonraki aşamalarda oluşan hayvanlar ise, bitkilerle beslenmeyi öğrendi. Canlılarda ortak olan en temel nokta tüm bedenlerin kendi yaşam kalitelerini, verimliliklerini arttırmakla meşgul olmaları ve bu doğrultuda evrimleşmeleridir.
İlkel eşleyiciden karmaşık canlılığa geçiş aşamalarca olmuştur. Bu aşamalar oldukça uzun zaman periyotları ile ifade edilmektedir. Bu süreci hayatta kalma çabası etkilemektedir. Canlılar birikimli ilerleme ile biçimlenmektedir. Hayatta kalma konusunda işe yarayan özellikler genler vasıtası ile aktarılır ve korunur. Bu korunan ve aktarılan özellikler birikerek canlıyı hayatta kalma açısından daha iyi bir noktaya götürür. Evrimi etkileyen tek şey eleme değil, birikimli ilerlemelerdir. Nesilden nesle elde edilen birikim, seçilimde rol oynar. Böylece seçilimde gelişigüzellik, rastlantısallık değil birikimli seçilim ortaya çıkar. Birikimli seçilimin uzak hedefleri, amaçları yoktur. Sadece yaşam-kalım savaşında avantaj sağlayan genler seçilidir. Dawkins’e göre ilk rastlantı, evrim sürecini başlatacak olan eşleyicinin ortaya çıkması ile başlar.
Bir diğer rastlantı ise mutasyonlardır. Dawkins’in bu evrim anlayışında, görüldüğü üzere, canlılığın ortaya çıkışı, tamamen doğal sebeplere dayandırılmaktadır. Canlılığın oluşumunda herhangi bir metafiziksel varlığın, Tanrı’nın, etkisi söz konusu edilmemektedir. Dawkins, bu şekilde materyalist bir evrimi açıklar.
Buna bilimsel cevap olarak; Materyalist tesadüfi evrim teorisi, canlılığın tesadüfen meydana gelen bir hücreyle başladığını iddia eder. Oluşturulan senaryoya göre bundan dört milyar yıl kadar önce ilkel dünya da birtakım cansız kimyasal maddeler tepkimeye girmiş sonra da yıldırımların, şimşeklerin ve sarsıntıların etkisiyle karışmış sonra da sözde ilk canlı hücre ortaya çıkmıştır. Oysaki, cansız maddelerin bir araya gelerek canlılığı oluşturabilecekleri iddiası bugüne kadar hiçbir deney ya da gözlem tarafından kanıtlanamamış, bilim dışı bir iddiadır. Aksine bütün bulgular ve gözlemler hayatın mutlak surette yine hayattan geldiğini ispatlar. Dünya üzerinde hiç kimse en gelişmiş ve gelecekteki laboratuvarlarda dahi cansız kimyasal maddeleri bir araya getirip canlı bir hücre yapmayı başaramamıştır. Materyalist tesadüfi evrim teorisi ise insan aklı, bilgisi ve teknolojisi sonucunda bile elde edilemeyen canlı hücresinin, ilkel dünya koşullarında rastlantılarla doğduğu iddiasındadır Hücrenin insanoğlunun karşılaştığı en kompleks sistemdir. Evrimci bir bilim adamı olan Thorpe, “Canlı hücrelerinin en küçücüğünün sahip olduğu mekanizma bile insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı hatta hayal ettiği bütün makinelerden çok daha fazla komplekstir” der. Yapay bir hücre oluşturmak için yapılan tüm çalışmalar ve deneyler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Öyle ki bugün hücrenin üretilmesi hedefi çalışmaları artık devam etmemektedir. Materyalist Evrim teorisi ise, insanoğlunun tüm bilgi ve teknoloji birikimi ile yapmayı başaramadığı bu sistemin ilkel bir dünyada “tesadüfen” oluştuğunu öne sürer. Örnek vermek gerekirse, bu durum, bir matbaada bir patlamayla, dağılan kağıtların tesadüf eseri bir ansiklopediyi oluşturup, basılmış olmasından çok fazla daha düşük bir ihtimale sahiptir. Buna benzer bir başka benzetmeyi İngiliz matematikçi ve astronom Hoyle, ‘’Nature Dergisi’’ne verdiği bir demecinde yapmıştır. Kendisi de bir materyalist olmasına rağmen Hoyle, ‘’Tesadüfler sonucu canlı bir hücrenin meydana gelmesiyle, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması arasında bir fark olmadığını belirtir.’’ Yani hücrenin tesadüfen oluşması asla mümkün değildir ve mutlaka “yaratılmış” olması gerekir. Bir canlı hücresi, çok sayıda oluşmuş olan küçük organelin uyum içinde çalışmasıyla yaşar. Bu parçaların biri bile olmasa hücreler yaşamını sürdüremez. Hücrenin doğal seleksiyon ve mutasyon gibi bilinçsiz mekanizmaların, kendisini geliştirmesini bekleme sonra akıllanıp kendini üretme gibi bir ihtimali yoktur. Dolayısıyla yeryüzünde oluşan ilk hücrenin yaşam için gerekli tüm organel ve fonksiyonlara sahip eksiksiz bir hücre olması gerekmektedir. Bu elbette söz konusu hücrenin yaratılmış olması demektir.
Proteinlere gelirsek; Proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da oluşan zincire fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Bu nedenle her amino asit tam gereken yerde, tam gereken zamanda yer almalıdır. Hayatın rastlantılarla tesadüfen oluştuğunu öne süren materyalist evrim teorisi ise bu muhteşem düzen karşısında çaresizdir. Çünkü söz konusu düzen asla rastlantıyla açıklanamayacak kadar olağanüstüdür. Materyalist evrimciler, moleküler evrimin çok uzun bir zaman sürdüğünü ve bu zamanın imkânsız olanı mümkün hale getirdiğini iddia ederler. Oysa ne kadar uzun bir zaman verilirse verilsin, amino asitlerin rastlantısal olarak protein oluşturmaları imkansızdır. Milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli amino asitleri içeren sulu bir konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine protein oluşamaz.
Bütün bu gerçeklerin ortaya koyduğu gibi, Richard Dawkins benzeri bir kısım evrimcilerin “Yaşamın kendi kendini kopyalayan bir molekül ile ortaya çıktığı” iddiası, olağanüstü derecede saçma ve aldatıcıdır. İnsan hücresindeki hiçbir molekül, başka moleküllerin yardımına ihtiyaç duymaksızın, kendi kendini kopyalayarak çoğalabilme yeteneğine sahip değildir. Buna tabi ki proteinler de dahildir. Materyalist evrimciler, 21. yüzyılda karşılarına çok daha açık ve hayret verici şekilde çıkan hücredeki komplekslik gerçeğini kendilerince bertaraf edecek bir açıklama bulamamaktadırlar. Yaşamın başlangıcını ve hücredeki kompleksliği evrim ile ve tesadüf ile açıklamaya çalışan her teşebbüs büyük bir hüsran ile karşılık görmektedir. Bu çabalarla evrimi savunanlar hiç olmadığı kadar küçük düşmekte bilim her yeni bulguyla daha güçlü şekilde materyalist tesadüfi evrimi reddetmektedir. Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkânsız olan bu proteinlerden ortalama 1 milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde bir araya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise milyarlarca kez daha imkânsızdır. Kaldı ki bir hücre hiçbir zaman için bir protein yığınından ibaret değildir. Hücrenin içinde, proteinlerin yanı sıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi başka birçok kimyasal madde gerek yapı gerekse işlev bakımından belli bir oran, uyum ve düzen çerçevesinde yer alırlar.
Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümünden iç organlarının yapılarına kadar DNA’nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA’daki bilgi kodları, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. Bunlar adenin, timin, guanin, sitozin idir. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farklardan doğar. Bu, dört harfli bir alfabeden oluşan bir tür olağanüstü bilgisayardır. DNA’daki harflerin diziliş sırası, insanın vücut yapısını en ince ayrıntılarına kadar belirler. Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanı sıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 10 bin işitme siniri ağının, 2 milyon optik sinir ağının, 100 milyar sinir hücresinin ve 100 trilyon hücrenin planları tek bir hücrenin DNA’sında mevcuttur. Eğer DNA’daki bu genetik bilgiyi kağıda dökmeye kalksak, yaklaşık 500’er sayfalık 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşturmamız gerekir. Oysa bu muazzam hacimdeki bu bilgi, DNA’nın “gen” adı verilen gözle görülmeyen parçalarında şifrelenmiştir. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda yaklaşık 29 ve 36 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin kesinlikle imkânsız olduğu görülür. Nükleotidlerin tesadüfen bir araya gelerek RNA ve DNA’yı oluşturmasının imkânsızdır. Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi ki bu belki mümkün olabilir ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanması. İşte bu ikincisi, olanaksızdır. İlk canlının ortaya çıktığı zaman üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının, bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda ve bir arada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu tesadüfen gerçekleşemez. Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır.
RNA ise bir nükleik asittir, nükleotitlerden oluşan bir polimerdir. Rna’nın işlevi ise Dna’daki genetik kodu sentezlemek, taşımak ve yorumlamaktır. Dawkins in iddiasına göre, bir süre sonra bu RNA molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye başlamıştı. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak ihtiyacı doğmuş ve yine her nasılsa hayali bir şekilde DNA molekülü ortaya çıkmıştı. Tesadüfen oluştuğunu farz etsek bile yalnızca bir nükleotid zincirinden ibaret olan bu RNA hangi bilinçle kendisini kopyalamaya karar vermiş ve ne tür bir mekanizmayla bu kopyalamayı başarmıştı? Kendisini kopyalarken kullanacağı nükleotidleri nereden bulmuştu? Dünyada kendini kopyalayan bir RNA oluştuğunu ve ortamda RNA’nın kullanacağı her çeşit amino asitten sayısız miktarlarda bulunduğunu farz etsek ve bütün bu imkansızlıkların bir şekilde gerçekleşmiş olduğunu düşünsek bile bu durum yine de tek bir protein molekülünün oluşabilmesi için yeterli değildir. Çünkü RNA, sadece proteinin yapısıyla ilgili bilgidir. Amino asitler ise ham maddedir. Ancak ortada proteini üretecek “mekanizma” yoktur. RNA’nın varlığını protein üretimi için yeterli saymak, bir arabanın kağıt üzerine çizilmiş tasarımını o arabayı oluşturacak binlerce parçanın üzerine atıp sonra arabanın kendi kendine montajlanıp ortaya çıkmasını beklemekle aynı derecede saçmadır. Ortada fabrika ve işçiler yoktur ki, bir üretim gerçekleşsin.
Sözün özü evrimsel olgunun ve genetik başlangıcının tamamen tesadüfi olması çok zorlama bir cevap olur ve imkansızdır. Evrim materyalist olamaz ve Tanrı’nın sanatı tesadüflere bağlanıp küçük görülemez.