BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DÖNEM KÜLTÜR VE MİLLİYETÇİLİK
Milliyetçiliğin tarihsel gelişimini irdeleyen tarihçi Hobsbawm, 1918 – 1950 yıllarını milliyet ilkesinin zirve yaptığı bir dönem olarak belirler. 20. yüzyıla gelindiğinde milli devletler artık baskın hükümet biçimi haline gelmiş, Avrupa haritası milliyet temelinde yeniden çizilmişti. Artık eski milli devletlerin yanında, şimdi orta Avrupa’da İtalyanlar ve Almanlar, güneydoğuda Yunanlılar, Sırplar, Romenler ve Bulgarlar kendi milli devletlerine sahipti. Doğu Avrupa’da ise kültürel milliyetçiliğin etkisi altında çok sayıda millet bulunmakla birlikte, bu milletler kendi devletlerine sahip değillerdi ve varlığını sürdüren üç imparatorluktan (Osmanlı, Rusya ve Avusturya- Macaristan) birisinin halkı durumundaydı. Milliyetçiliğin gerek yurttaşların zihninde gerekse hükümetlerin politikalarında daha fazla yer kapladığı bu dönemde milliyetçilik yeni bir siyasal ve ekonomik ortamda işlemeye başlamıştı. Tarihçi Hallett Carr’a göre, bu yeni görünüm, ona yol açan üç temel faktörle açıklanır. Bunlar; yeni toplumların ulusun üyeliğine getirilmesi, ekonomik güç ile siyasal gücün yeniden birleşmesi ve ulusların sayısındaki artıştır. Fransız İhtilali 19. Yüzyılda çok etkili olmuştu. 20. Yüzyılda da 1. Dünya Savaşı çok etkili olmuştu. Sanayileşme ve milletlerarası artan rekabet, 1870’ten sonraki dönemdeki emperyalizm savaşının yolunu aralamıştı. Böylesi bir ortamda savaş ruhu oldukça güçlü ve karşı konulmazdı. Yükselen popüler milliyetçilik sayesinde, savaş süresince yaşanan silah altına alınma, sansür, hükümetlerin ekonomik hayata müdahalesi gibi türlü olumsuzluklar kitleler tarafından normal karşılanıyordu. Savaşan ülkelerdeki yükselen milliyetçilikten faydalanan faşist ve diğer sağcı hareketler orta sınıf ile birlikte toplumsal devrimden korkan diğer katmanları komünizm tehdidine karşı seferber ettiler. Böylesi bir milliyetçi propaganda, başarısızlığın sorumluluğunu dışardaki düşmanlar ve içerideki hainlere yükleyebildiği ölçüde etkili oluyordu ve ortada açıklanmayı bekleyen çok sayıda başarısızlık vardı. İki dünya savaşı arası dönemde kitleleri bu tip faşizan hareketlere sürükleyen şey bu tip başarısızlık ve bu başarısızlıkların yarattığı boşluklar ile militan milliyetçiliğin bunları kullanma becerisi olmuştu.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda halkların fiili dağılımı göz önüne alındığında, eski imparatorlukların yıkıntıları üzerinde kurulan yeni devletlerin çoğu, kaçınılmaz olarak, yerlerini aldıkları eski imparatorluklar kadar çok milletli yapıdaydılar. Çekoslovakya, Polonya, Romanya ve Yugoslavya buna örnektir. Bir başka değişim, devletlerin artık çok daha küçülmeleri ve devletler içindeki “ezilen halklar” a artık “ezilen azınlıklar” olarak tanımlanması yönündeydi. Etnik köken ve dil itibariyle homojen bir yer yaratmanın mantıksal sonucu ise, azınlıkların kitle halinde kovulması ya da imha edilmesiydi. 1918’den sonra karışık bir milli bileşime sahip çeşitli bölgelerde yaşayan insanların rakip milli devletlerin üyesi olup olmadığını belirlemek amacıyla düzenlenen plebisitler (halk oylaması) , bir dili konuşan ama diğer dili konuşanların devletine katılmayı tercih eden önemli sayıdaki toplulukların varlığını gözler önüne sermişti. Avrupa’ya bakıldığında, 1914’ten önce karakteristik milli hareketler Habsburg ve Osmanlı imparatorlukları gibi çok milletli devletleri hedef almışken, 1919’dan sonra Avrupa’da genellikle milli devletleri hedef alıyorlardı. Dolayısıyla milliyetçilik, birleştirici olmaktan ziyade ayrılıkçı nitelik taşıyordu. Milliyetçilik kavramsal olarak ilk olarak liberalizmle ve sola yakın görülen bir kavramken zaman içerisinde sağcı, emperyalist ve yabancı kimlik düşmanı bir kavrama dönüşmüştür.
MEDYA VE MİLLİ KİMLİK
1918 sonrası milliyetçilik hakkında başka bir gözlem, bu çağdaki milli kimliğin, kendini modern, şehirleşmiş ve yüksek teknolojili toplumlarda ifade etmenin yeni yöntemini sağlamasıydı. Bunun motoru ise modern kitlesel meydanın yükselişiydi. Böylece popüler ideolojiler hem bu araçlarla dönüştürülebilir hem de devletler tarafından propaganda amacına yönelik olarak kullanılabilirdi. Hobsbawm’ın 1918 sonrası milliyetçilik ile ilgili bir diğer tespiti, bu çağda milli kimliğin kendini geniş kitlelere ifade etmek için yeni araçlara başvurduğudur. Gelişen modern kitlesel medya popüler ideolojiler tarafından propaganda amacıyla kullanılmıştır. Ancak buna ek olarak kitlesel medya ve milli semboller her bireyin yaşamının ayrılmaz bir parçası gibi sunulmuş ve böylelikle kamusal ile özel alanlar arasındaki ayrımı yıkmıştır. Hobsbawm’a göre, spor da kamusal alan ile özel arasındaki ayrımın silikleşmesinde önemli bir role sahiptir. İki savaş arasındaki dönemde milletler ve devletleri temsil eden her türden spor takımı ile uluslararası çekişme sembolik düzeyde sürdürülmüştür. Müsabakalar artık milli mücadeleyi temsil ediyordu. Milletleri ve devletleri temsil eden sporcular da Benedict Anderson ‘un dediği gibi ‘’ hayali cemaatler’’ in esas temsilcileri konumundaydı. Çok sayıda olimpiyat oyunlarının yaratıldığı bu dönemde spor, erkeklere milli duyguları aşılamanın en etkili yoluydu. Diğer yandan, Faşist ve diğer sağcı hareketlerin etkisiyle, Avrupa’da iki savaş arasındaki milliyetçiliğin baskın yönü, yerleşik milli devletlerin ve onların yayılma isteklerinin milliyetçiliğiydi. Nazi Almanya’sında görüldüğü üzere, ortaya çıkan “militan” milliyetçilik politik proje ve programların insanların umutlarını gerçekleştirme yeteneksizliği, başarısızlık ve acizliğin bıraktığı boşluğu dolduran bir şey haline geliyordu.
Birinci Dünya Savaşı beklenilenden uzun sürmüş ve en çok da sanayileşmiş ülkelerin silah endüstrisine ve bu ülkelerdeki kitle milliyetçiliğine hizmet etmişti. Savaş Avrupa’da milliyetçiliğin tarihi emperyalizm üzerinde ve milli devletlerin de imparatorluk yapılanmaları üzerindeki zaferiyle sona ermişti. 1919 – 1920 yıllarındaki Paris Barış Kongresi, 1815 yılındaki Viyana Kongresi’nin aksine, milliyetçilik ilkesini kabul etti ve onu Avrupa kamu hukukunun bir parçası haline getirdi. ‘Self determinasyon’ olarak adlandırılan bu hak, her ulusun kendi bağımsız devletini kurma hakkı olarak tanımlanıyordu. Bu hak Paris düzenlemeleri ile tanınmış olsa da aslında savaşın kaçınılmaz bir sonucu gibiydi. Çünkü, savaşın sonunda yeni devletler zaten bağımsızlıklarını ilan etmiş durumdaydı. Ancak, Doğu Avrupa’da ulusların daha heterojen bir şekilde dağılması ve barışı hazırlayanların geniş çapta bir nüfus mübadelesinden yana olmamaları, yeni kurulan devletlerde azınlıklar sorununu gündeme getirdi. Örneğin, Romanya’daki Macarlar ve Avusturya’daki Slovenler gibi kurtulamamış azınlıklar ulus devletlerinin dışında kalırken, ulus devletlerin yabancıların ya da kendi içindeki azınlıkların aleyhine genişlemesi sürüyordu. Bu anlamda, Avrupa’da hala devletsiz bazı milliyetler (örneğin, Makedonyalılar ve Katalanlar) mevcuttu. Dolayısıyla, azınlık sorunları ve milliyetçilik, 1914 sonrasında da Doğu Avrupa’da istikrarın kurulmasını büyük ölçüde engelledi. Görüşmelerin mimarı Wilson, tüm dünyada devletlerin milli bir temele oturtulmasının kalıcı barışı tesis edeceğini düşünüyordu. Bu doğrultuda Wilson İlkeleri, Paris’te devam eden müzakerelerden ‘Milletler Cemiyeti’ için bir sözleşme elde etti ve cemiyet 1920 Ocak ayında resmen faaliyete girdi. Milletler Cemiyeti’nin varlığına rağmen, iki dünya savaşı arasındaki dönem birkaç yıl dışında uluslararası ilişkilerde giderek artan ve felaket getiren bir bozulmayla sonuçlandı. Birinci Dünya Savaşı’nın milliyetçilik üzerindeki etkileri hayli çarpıcıdır. Savaşın beklenmedik uzunluğu, propagandaya ihtiyaç duyulması, savaş ekonomisinin ortaya çıkışı, kimi rejimlerin ve imparatorlukların yıkılması gelecekteki çatışmaların olduğu kadar milliyetçi ideolojilerin de temellerini attı. Özellikle mağlup ve intikam arayışı içindeki devletler içinde ortaya çıkan milliyetçilik bu zeminde gelişmişti. Modernleşme karşısında duyulan hüsranın, dinsel mistisizmin egemen olduğu, Batı, savaş sonrası Avrupa faşizmin ve nasyonal sosyalizmin yayılabileceği bir alan haline gelmiştir. İlk bakışta, İkinci Dünya Savaşı yıllarının milliyetçiliğin en güçlü dönemi olduğu düşünülse de özünde savaşın bazı dinamikleri, bir önceki dönemin kayıtsız şartsız milliyetçiliğinden gerilemeye işaret ediyordu. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında görülen yurtsever heyecan İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında yoktu. 1940 ve 1941 yıllarında Hitler’in zaferlerine önemli ölçüde katkıda bulunan siyasal savaş, milliyetçiliğin düşüşünün bir belirtisi ve aynı zamanda nedenidir. İkinci Dünya Savaşı’nın ezici bir mağlubiyetle karşılaşmadan savaşı bırakmayan milli devletler tarafından yürütüldüğü gerçeği göz ardı edilmektedir. Almanya ve İtalya’da örnekleri görülen türden totaliter milliyetçilik gözden düşmüş olsa da, İtalya ve Batı Almanya’da onların ardından gelen demokratik cumhuriyetçilik de milliyetçiliğin ruh ve manasından yoksun değildi. Üstelik ABD, milletlerarası barışın tesis edilmesi amacındaki, ‘Birleşmiş Milletler’ olarak adlandırılacak bir milli devletler federasyonunun kurulmasında başı çekiyordu. Bu gelişmeler ekseninde, kısa sürede yalnızca Avrupa değil, tüm dünya milliyet temeline oturtulmuş oluyordu. Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı sonrası siyasi atmosfer içinde barışı tesis etmek oldukça güçtü. Savaştan galibiyetle çıkan komünist milliyetçi Rusya, Avrupa ve Asya’da saldırgan siyasetler izledi. Almanya, Japonya ve İtalya’nın silahsızlandığı, Britanya ve Fransa’nın çekimser politikalar izlediği bir süreçte doğan güç boşluğu iki kutuplu dünya düzenini yarattı. Arkalarına ülkelerinin vatansever bir kitle desteğini alan ABD ve Sovyetler Birliği, Birleşmiş Milletler’i propaganda için kürsü olarak kullandılar. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, zafere giden güçlerin hiçbirisi eski anlamıyla milliyetçi değildir. Savaşın devamında oluşan yeni düzenin iki yeni devinin (Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği) ulusal nitelikte olmayan isimleri ve çokuluslu statüleri, o dönem milliyetçiliğinin karakteristiğini sembolik düzeyde yansıtmaktadır.
KAPİTALİZM VE ULUS DEVLET İLİŞKİSİ
Feodalite, geçimlik üretime dayalı bir ekonomiyken, kapitalizme geçişin ve üretimin bütüncül ve niteliksel farklılaşması ancak geçimselliğin koşullarının ortadan kalkmasıyla olanaklı olabilecekti. İşgücü hareketliliği ve ücret olgusunun oluşmasında ise köylü işgücünün ve çiftçilerin geçim araçlarına piyasa aracılığıyla ulaşmak zorunda kalmaları temel etken olmuştur. Yine piyasa, uzun mesafeye dayalı dış ticaret kapsamında gelişen ve lüks mal odaklı sınırlı bir pazarı da ifade etmemektedir. Çünkü, kapitalizm yeni ve farklı bir üretim biçimi olarak hem üretici güçler hem de mülkiyet ilişkileri bakımından niteliksel bir farklılaşmayı içermektedir. Bundan dolayı, kapitalizmde oluşan piyasayı, basitçe dış mal pazarlarının genişlemesi veya iç küçük pazarların bir toplamı olarak almak olgusal gerçeklik bakımından tartışmalı olacaktır. Kapitalizmde piyasa bütün bir nitelik taşır. Bu bütünün üç boyutu vardır. Bunlardan ilki, işgücünün hareketliliğidir. Kapitalist piyasanın bütünsel niteliğinin ikinci boyutu ise metalaşmadır. Üretimin ücretli emek temelinde gerçekleştirildiği bir üretim yapısında mallar meta niteliğini kazanmış, dönüşen üretim mekânı meta hareketliliği ile ya da yine aynı anlama gelmek üzere metalaşmak içkin olarak hareketliliği taşıdığından, niteliksel bir farklılığı oluşturmuştur. Üçüncü boyut ise, para sermayenin hareketliliğidir. İşgücü ve meta hareketliliğinin oluşturduğu değerle ortaya çıkan para sermaye, yeniden zemin oluşturmuş ve sonraki aşamalarda ise kendi “değer” olan bir özellik kazanmıştır. Çünkü, uluslaşmanın birleştirici sembolleri bu sınıf için ortak değer sistemi yaratmıştır. Ulusal tek bir dil olmak üzere, dayatılan çekirdek bir kültür değil, kapitalistleşmenin doğal sonucu olarak ortaya çıkan uluslaşma ile belirginleşen kişilik dışı değer ve ilişki sistemine dayanan modern kültürdür. Bu kapsamda olmak üzere, uluslaşma sürecinde bir asimilasyondan bahsedilecekse bunun ancak modernleşmenin bir dayatma olarak kullanılmış olduğudur. Merkez dışındaki yerler bakımından ise, doğrudan doğruya bir uluslaşma sürecinden bahsedilmesi zordur. Bu yerlerde, bütünsel piyasanın yokluğu ya da tam oluşmamış olması da uluslaşmayı bir milliyetçi forma büründürüp, indirgemektedir. Milliyetçilikte Etno simgeci görüşün öncüsü Anthony Smith bile bu farklılıktan yola çıkarak, ulus kavramını etnik ulus, teritoryal ulus olarak ikiye ayırmış, teritoryal ulusu temsil eden batı modelinde halkın ortak yasa ve kurumlara tabi siyasi topluluk olarak görüldüğünü, etnik modelde ise, hukukun yerini yerli kültür, dil ve adetlerin aldığını iddia etmesine yol açmıştır. Tüm bunlarla birlikte belirtmek gerekir ki, kapitalizm öncesi toplum yapılarında etniklik, bir siyasal gerçeklik olarak varlık kazanmamıştır. Maddi bir zeminde kültürel yaşam biçimi olarak etniklik var olmasına karşılık feodalitenin yapısal niteliklerinden dolayı bir tanımlayıcı ve ayırt edici kimlik olarak da kullanılamamıştır. Dolayısıyla, etnik olanın siyasal hatta kültürel bir varlık olarak öne çıkması kapitalist toplumla birlikte gerçekleşmiştir. Bu ise milliyetçilikle birlikte güdümlü bir hareket olarak somutlaşmış; kendiliğinden bir olgusallık biçiminde ortaya çıkmamıştır. Kültürcü ve romantik yaklaşımlarda, etnik olana kapitalizm öncesinde olmayan bir bilinç atfedilerek, kapitalist dönemde bu niteliğin yok edilmeye çalışıldığını iddia etmek, daha önce belirtildiği gibi modernizmin sonuçlarını geriye dönük olarak yorumlamaktan öte bir anlam taşımaz. Bu aynı zamanda, kapitalizm ile uluslaşma arasındaki maddi somutlukların görmezden gelinmesi veya üzerinin örtülmesi gibi farklı bir sonuç doğurulmasına da yol açmaktadır. Uluslaşmanın son boyutu ise, ulusal dildir. Bütünsel piyasanın bir zorunluluğu olarak beliren uluslaşma, yeni ve yaygın değer sistemi üzerine kurulu bir toplumsallaşmayla birlikte ikincil kurumlarla kurumsallık kazanmıştır. Nitekim, kitlesel eğitim, birincil kurumların karakteristiği olan, dinsel ve etnik referans Kapitalizm ve uluslaşma yerine yine kişilik dışı ilişki ve değer sisteminin öğretilebilirliği ve yaygınlaştırılmasıyla somutlaşmaktadır. Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, ulusal dil hem kapitalist piyasada dolaşımın sürekliliği hem de mekânın homojenleştirilmesi bakımından işlevsel bir olgudur. Dolayısıyla, ulusal dili, maddi süreç dışı salt bir kültürel sabitenin dayatma aracı olarak değerlendirmek zordur. Nitekim, 19.yy’a kadar Fransızların çoğunun günümüz anlamında bir Fransızca konuşamaması Fransız Devrimi olduğunda, nüfusun sadece %12’sinin Fransızca konuşması, Paris merkezli olarak Fransızcanın kullanılması buna karşılık Kuzey ve Güney Fransa’da neredeyse hiç Fransızca konuşulmaması; yine 1860’da İtalyancayı gündelik konuşma dili olarak halkın %2.5’inin kullanıyor olması ulusal dilin her zaman var olmuş bir sabit olmadığını, işgücü, meta, sermaye hareketliliği sonucunda ortaya çıkan yeni mekanın yeniden üretilmesi ve dolaşımın sürekliliğinin sağlanması bakımından tek bir ulusal dilin ekonomik bir içeriğinin olduğunu göstermektedir. Ulusal dil, kapitalizm ve modernleşme bağlamında, bir etnik kültür dayatma aracı olmaktan çok, piyasada dolaşımın sağlanmasında ve mekânın homojenleştirilmesinde etkin bir unsur olduğundan, çift dilliliğin işlem maliyetine neden olduğu ileri sürülmektedir. Bu iddia, Kanada örneği üzerinden doğrulanabilir. Örneğin Kanada 1867’den beri federal düzeyde iki dilli olmuştur. Ancak, Kanada devleti bu iki dilli yapıyı uygulamada korumamış, Fransızcayı konuşanlar, iş bulabilmek için İngilizce öğrenmek zorunda kalmışlardır. Bu örnek, ulusal dilin bir etnik kültür dayatmasından çok, tek dilin dolaşımı kolaylaştırmaktan kaynaklı maliyet düşürücü etkisi bir başka ifadeyle de ekonomik bir dayatma aracı olduğunu göstermektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, çekirdek etnik temelli kültür dayatması savı büyük ölçüde ulusal dilin niteliği ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Oysaki, ulusal dile temel oluşturan fiilen konuşulan lehçelerden biri seçilerek standart ve homojenleştirilmiş bir dil icat edilmektedir. Nitekim, ulusal dil, ulusal mekân gibi, yapay bir kurgudur. Seçilen lehçenin ait olduğu coğrafi yer ya da etnik topluluğun niteliğinin kültür dayatması oluşturması da tartışmalıdır. Erken modern Avrupa’da, kapitalist sınıf, elit Latince okuryazarlardan daha çok “yerel” anadilleri benimseyerek geniş pazar arayışını kültürle somutlaştırmıştır. Halk dilleri aynı zamanda, Latince ile rekabet eden iktidar dille Hristiyanlığın hayali cemaatinin aşılmasına da katkıda bulunmuştur. Ayrıca, İngilizcenin küresel bir dil haline gelmesi de, uluslaşmadaki tek-ulusal dil unsurunun form değiştirerek varlığını koruduğunu göstermektedir. Tüm bunlar, uluslaşmanın kapitalizmle olan yapısal bağı sonucunda, form değiştirdiğini ve aslında etnik bir özü içermemesinden dolayı formu değişse bile niteliği bakımından piyasanın tamamlayıcısı olma somutluğunu kaybetmediğini göstermektedir. Yine din ise milli kimliğin oluşum sürecinde, dile göre çok daha karmaşık bir kültürel kaynaktır. Çünkü özellikle Fransız Devrimi’nden sonra milliyetçilik; millet, eşitlik ve halkın egemenliğine dayanır. Başlarda dine mesafeli bir duruş vardır. Sonraki dönemlerde ise milliyetçilik kuvvetli bir şekilde etnikleştiğinden dolayı din, milleti kolektif bir varlık olarak yeniden temellendirmenin bir aracı haline gelmiştir. Bu dönemden itibaren geçmişle kurulan ilişkinin artması milliyetçiliği seküler bir din haline getirmiştir. İkame din olarak milliyetçilik ve kimilerine göre de “kutsal yurttaşlar cemaati” olarak nitelendirilen milliyetçiliklerin, milletlerin kurucu liderlerine yarı mesihlik atfeden bir tutkularının olduğu da genel kabul görmektedir. Modern milliyetçilik, Batı Avrupa’da mesafe kat ettikten sonra bir din mahiyeti bürünmüştür. Hayır ve koruma sahibi olan “Milli Tanrı’nın” tahayyülünde zevk ve duygu yoğunluğu meydana çıkarılır. “Milli Tanrı’nın” nimetleri için ona şükran duyulmakta ve rızasının alınması çok önemsenmektedir. Buna göre milliyetçilik diğer dinler gibi sosyaldir. Onun aynı zamanda kurtuluş için bireysel ve toplumsal ritüelleri yerine getirdiğine inanılmaktadır. Milliyetçiliğin, muhtemel bütün rakiplerine karşı hoşgörülü değil tam aksine hoşgörüsüz ve bağnaz olduğu iddia edilir.
ÇOKLU ETNİKLİK VE KÜRESEL KARDEŞLİK
Son olarak Birleşmiş Milletler’in kayıtlarına göre dünya üzerinde toplamda 206 ülke yer almaktadır. Bu kadar ülke içerisinden sadece bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar ülke kendi vatandaşlarını gerçek olarak etnik ve dinsel anlamda tek bir grupla özdeşleştirebilir. Homojen milliyetçilik dolayısıyla çok uç bir kavramdır. Örneğin nüfusu 100’den fazla ırk grubuna mensup olan Çad veya 37 kabilenin bulunduğu ve 39 farklı dil konuşan Togo gibi ülkeler vardır. Aynı şekilde Kuzey Afrika ülkelerinde Araplar, Berberiler, Tuaregler, Bedeviler ve Nubyalılar; İran’da Persler, Kürtler, Beluçlar; Suriye ve Irak’ta da Araplar, Kürtler, Türkmenler, Ermeniler, Süryaniler ve Yezidiler vardır.
2017 yılında Harvard Üniversitesi, dünyanın ırk ve dil bakımından en çeşitli bölgesi sayılan “Mezopotamya karmaşık etnik mozaiği” hakkında bir araştırma yürütmüştür. Çalışma, Kuzey Irak’ta Araplar, Kürtler, Türkmenler, Süryaniler ve Yezidiler gibi farklı ırklara mensup kişilerden örnekler alınarak gerçekleştirilmiştir. Bu araştırma iki önemli noktayı ortaya çıkardı. İlk olarak bu beş ırk, 18 genetik aile içeriyordu. İkinci olarak ise aynı grup içindeki ırksal saflık oranı beklenenden çok daha azdı. Bu bilimsel araştırmanın sonuçları, söz konusu toplumların ırk temelli topluluklardan ziyade dil, kültür ve din temelli topluluklar olduğunu gösteriyordu. Bu da tek ırk veya saf ırk konusundaki hâkim düşünceyi geçersiz kılarak bu gruplar içindeki çeşitlilik fikrini güçlendirmektedir. Saf ve lekesiz bir ırkı teyit etme çabası, bilimsel gerçeklerin ortadan kaldırdığı bir yanılgıdan başka bir şey değildir.
Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde genetik profesörü olan David Reich, “Biz Kimiz ve Nasıl Geldik” adlı kitabında halihazırda ve hiçbir zaman saf bir halkın olmadığını söylemektedir. Eski insanların DNA’larının incelenmesi neticesinde birbirinden çok farklı grupların birbirine karışmasının insan doğasının ortak bir özelliği olduğu ortaya çıktı. Bu durum Avrupa ve Güney Asya’da da tarihin paralel ilerlediğini açıklıyor. Buna göre her iki bölge de binlerce yıl önce tarımın gelişine, yakın bir zamanda dilin gelişimine ve göç ve atalar arası karışım yoluyla ortaya çıkıp karışık sülalelerin dünyada yayılmasına yol açan büyük dönüşümlere sahne olmuştur. Bir başka örnekte otozomal Dna’yı köken olarak en alakalı olduğu bölgelerle ilişkilendiren Turkish DNA Project’in yaptığı Dodecad K12b projesinde; İstanbul Türklerinde yüzde olarak oranlar Kızılderili 0.3, Batı Asyalı 47.9, Avustralya Yerlisi 0.4, Akdeniz 24.7, Doğu Asya 3.7, Sibirya 3.5, Atlantik ve Baltık 18.5, Güney Asya 1, Neolitik Afrika oranı 0 iken , değil başka bir ülkeye gitmek aynı ülkemiz sınırlarında Aydın ilinde doğan Türklerdeki oranlar Kızılderili 0.1, Batı Asyalı 37.0, Avustralya Yerlisi 0.4, Neolotik Afrika 0.2, Akdeniz 24.5, Doğu Asya 4.4 , Sibirya 8.1, Atlantik ve Baltık 25.2, Güney Asya 0’dır. Ayrıca küresel kültürler ve kitle iletişim araçlarının çoğalması, çeşitli dil çevirme programlarının gelişmesiyle bilgi toplumu ve kitle iletişimi tek bir kozmopolit dünyaya geçişi er ya da geç sağlayacaktır. Bu da milliyetçiliğin yok olması demektir.
____________________________________________________________
Kaynakça
Hayali Cemaatler Benedict Anderson
Ulus ve Ulusçuluk Ernest Gellner
Milletler ve Milliyetçilik Eric J. Hobsbawn
Calhoun, Craig , Nations Matter-Culture, History and the Cosmopolitan Dream
Liebich, Andre , “Must Nations Become States?”
Guibernau, Montserrat, Nations without States-Political Cammunities in a Global Age,
Birch, Anthony H. Nationalism and National Integration,
Eric J. Hobsbawm- Milletler ve Milliyetçilik Dr. Davut Taş
Milliyetçi İdeolojinin Tarihsel Gelişimi, Canan Mazlum Aksoy
Kapitalizm ve Uluslaşma, Örsan Ö. Akbulut
Milliyetçilik Tartışmalarında Tarih ve Geçmişin Rolü, Eric J. Hobsbawm ve Anthony D. Smith’in Teorilerinin Karşılaştırmalı Analizi Süleyman Güder
Milliyetçiliğin Müphemliği: Milliyetçilik Nedir ? Temuçin F. ERTAN Orhan ÖRS
CARR, Edward Hallet, (2015), Milliyetçilik ve Sonrası, İstanbul: İletişim Yayınları.
SMİTH, Anthony D. (2016), Milli Kimlik, İstanbul: İletişim Yayınları.
HAYES, Carlton J. (2010), Milliyetçilik; Bir Din, İstanbul: İz Yayıncılık
HUBERMAN, Leo (2017) Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İletişim Yayınları
WALLERSTEIN, Immanuel, (2013), Irk, Ulus, Sınıf; Belirsiz Kimlikler, İstanbul: Metis Yayınları.
https://www.indyturk.com/node/635421/ya%C5%9Fam/irk-bak%C4%B1m%C4%B1ndan-saf-toplumlar-var-m%C4%B1
https://docs.google.com/spreadsheets/d/1FTCC6UyauUeBhPrA9aHzr7DLEnVq5q-wnTsfpe2a9Jg/edit?gid=17#gid=17