Genel olarak bir toprak, vatan üzerinden yaşayan homojen insan topluluğu kastetmek için kullanılır. Fransız İhtilali ile yükselen ulus mantığı millet kavramını da bünyesine katmıştır. Etimolojik olarak ‘’Millet’’ sözcüğü Arapça, ‘’Ulus’’ sözcüğü Türkçe’dir. Milliyetçilik; belirli bir milletin çıkarlarını, özellikle egemenliğini ve özyönetimini kazanmayı, daha sonra bunu ilelebet sürdürmeyi amaçlayan ideolojik bir fikir hareketidir. Milliyetçilikte, her ulusun kendisini dışarıdan gelecek olan müdahalelere karşı bağımsız olarak yönetmesi gerektiğini, ulusun bir yönetim için ideal bir temel ve tek politik güç kaynağı olduğunu savunulmaktadır.
Fransız İhtilali ile beraber daha çok etnik temelli bir ulus kavramı ortaya çıkmıştır. Bir topluluğun ulus olarak adlandırılabilmesi için ise; Toplulukta ortak bir dil, ortak bir tarih ve kültür geçmişine sahip olması gerekli görülen önemli maddeler olmuştur.
Ulus ve milliyetçilik, ilgili literatürde iki ayrı şekilde ele alınarak açıklanmaktadır. Bunlardan ilki; ulus ve milliyetçiliğin, modernizm’den hareketle siyasal bir gerçekliğin olağan yansıması olarak kavramlaştırılmasıdır. Bu düzlem, son dönemler hariç olmak üzere, genel olarak ulus kavramı bünyesinde oluşmuştur. Diğeri ise, modernizmin sonuçlarının geriye dönük olarak yorumlanması kapsamında, ulusa ve milliyetçiliğe etnik veya ırksal bir anlam kazandırılıp bu şekil bir hareket ve ideoloji niteliği kazandırılmasıdır.
Tarihteki diğer devlet modellerinden farklı olarak, ‘’ulus devlet’’ modelinde, devleti oluşturan tüm vatandaşların ortak paydada ortak bir dil, ortak bir kültür ve değerleri paylaşması ana konudur. Ayrıca ulus devlet kavramı her milletin kendi kaderini tayin ve otonomi hakkına sahip olduğu fikrini içerir. Bu özelliğiyle dünyadaki birçok milliyetçi harekete ilham kaynağı olmuştur. Milliyetçilik ve Ulusçuluğun çıkış noktalarını aramada bir yaklaşım türü önemini korumuştur. Bu Modernist Yaklaşımdır.
İnsanlar ‘’Bir millet nedir?” sorusuna cevap aramışlardır. İnsan gruplarını bu şekilde sınıflandırmanın temel özelliği; pek çok insan topluluğu bulunmasına rağmen hangilerini nasıl niteleyeceklerinin muallakta kalmasıdır. Millet olmak için nesnellikler saptama ya da belirli insan topluluklarının “milletleşirken”, diğer toplulukların neden “milletleşmediğini” açıklama girişimleri de genellikle dil veya etnik köken gibi tek bir kritere ya da dil, ortak topraklar, ortak tarih, kültürel özellikler gibi çoklu kriterler kümesine dayandırılmaya çalışılsa da yine de bu soruya kesin bir cevap alınamamıştır. Bu şekilde millet kavramının çıkışı kesinlik kazanamamaktadır.
Geleneksel toplumlarda yaşayan insanlarda ise kendi kimliklerine yönelik, modern anlamdaki gibi müdahaleci bir tartışmadan söz edilemez. Geçmişi incelediğimizde bunu göremeyiz. Bu nedenle özellikle kimlik tartışmalarının daha çok modernite ile ortaya çıktığı söylenebilir. Genelde millet olgusunun belirginlik kazanmadığı dönemlerde insanlar; aile, klan, etnisite, şehir devletler ve imparatorluk gibi çeşitli kimliklerde ve toplum şekillerinde yaşamışlardı. İnsanlar bir koloninin veya bir grup ya da kabilenin üyesi olarak doğar, yaşar ve ölürlerdi.
Millet sözcüğünün kökenleri incelendiğinde örnek olarak İspanya Kraliyet Akademisi Sözlüğü’nün 1884 basımından önce modern ifadeyle devlet, “millet” ve “dil” terminolojisi kullanmamıştır.
1884’ten önce “nación” sözcüğü, basitçe “bir eyalet, bir ülke ya da bir krallıkta oturanların toplamı” ve aynı zamanda “bir yabancı” anlamına geliyordu. İlgili sözlüğün 1884 basımıyla birlikte, artık “her şeyden üstün bir ortak yönetim merkezini tanıyan bir devlet ya da politik birim’’ anlamları eklenmiştir. Bu önemli bir ayrıntıdır.
Yine İspanya Akademisi Sözlüğü’nde “millet”in kesin tanımı 1925 yılına kadar görülmez.
1925’te “aynı etnik kökene sahip olan, genelde aynı dili konuşan ve ortak bir geleneği paylaşan insanların oluşturduğu kolektif’’ olarak, millet sözcüğü anlatılmıştır.
“Millet”in yaygın anlamda kullanımı bu dönemde politik anlam taşıyordu, Amerikan ve Fransız devrimlerinde olduğu gibi “millet” “halk”la ve “devlet”le özdeşleştirildi. Bu yaklaşım Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” adlı kitabında da yazmıştır. Millet açıkça belli bir teritoryal (ülkesel) devletten başka anlam taşımıyordu. Bu bağlamda en liberal ekonomist bile “milli” olarak tanımlanan bir ekonomiyi görmezden gelememiştir.
19. yüzyılın başında ise milli devletlerin sayısı çok az olduğundan, ortaya çıkan sorun bir “milliyet” olarak sınıflandırılabilen çeşitli Avrupa halklarından hangilerinin bir devlet olma aşamasına ulaşacakları, bunun yanı sıra, var olan devletlerden hangilerinin “millet” niteliğini alacağıydı.
Ulusçuluk, gerçek anlamda ulusların oluşturduğu bir kavram değildir. Aksine ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun ta kendisidir. Bu aşamaya geçilmek için ölü diller yeniden canlandırılır, gelenekler le yol alınır ve hayali de olan eskiye ait olduğu sanılan bir takım özellikler de gündeme gelir. Ünlü Tarihçi Hobsbawn’ a göre ulusçuluğun kullandığı kültürel parçalar ve eklentiler çoğu kez gelişigüzel yaratılmış tarihsel icatlardır. Ulusçuluğun aldandığı ve kendini aldattığı nokta ise Hobsbawn’a göre şudur: Ulusçuluk, aslında, alt kültürlerin daha önceleri halkın çoğunluğunun ve bazı durumlarda da tümünün hayatına hakim olduğu bir toplumsal bir yüksek kültürün genel olarak dayatılmasıdır. Yani okulda okuyarak elde edilen, akademik dünyanın denetlediği, mümkün olduğunca açık bir bürokratik ve teknolojik iletişimin gereksinimlerine göre inceden inceye düzenlenmiş bir dilin genel topluma yayılması söz konusudur. Ulusçuluk genelde halkı varsayılan bir halk kültürü adına fetheder. Eğer ulusçuluk zafere ulaşırsa, yabancı yüksek kültürü ortadan kaldırır ancak yerine eski yerel alt kültürü getirmez. Kendine özgü yerel bir yüksek kültürü canlandırır ya da kendine göre yaratır. Kültürün ne olduğu sorgulanmaz. Aynı şekilde ülkelerin tarih kitaplarında yazılanlarda da geçmişte ne olursa olsun kendi milletleri ve ilgili uluslarının refahı ve çıkarı adına yapıldığı için hep kendileri haklıdır. Objektiflik işlenmez. Fransız Devleti’nin tarihi ve kültürü kitaplarında ne yaparsa yapsın Fransa hep haklıdır. Alman Devleti’nin bastığı ve okuttuğu tarihi ve kültürü kitaplarda Almanlar hep haklıdır. Yahudilerin bastığı ilgili tarihi ve kültürü kitaplarında hep İsrail’i savunulur ve Yahudiler haklıdır vb…
İnsanlık tarihinin bu yönden geçmişini incelediğimiz zaman;
İLK ZAMANLAR TARIMSAL TOPLUM KÜLTÜRÜ VE MİLLİYETÇİLİK
Köylü toplulukları genelde siyasal zorunluluktan çok ekonomik ihtiyaçlar nedeniyle kendi yörelerine bağlı içe dönük bir şekilde hayatlarını sürdürmüşlerdir. Dil olarak farklılıklar mevcuttu. Dini ayin dilinin halkın günlük dilinden ayrıdır. Okuryazarlık sıradan insanlarla ruhbanlar arasında yeterince bir engel oluşturmuştur. Ayin dili, sözle ifade edildiğinde de anlaşılmaz olmuştur. Tarım toplumunda dil ve kültürler çokludur ancak koşullar genelde kültür emperyalizmi denebilecek bir gelişmeyi, yani kültürlerden herhangi birinin hakimiyet kurup siyasal bir birimin tümünü kapsamasını teşvik etmemektedir. Ulema, bazen kendi kültürünün ya da daha doğrusu o kültürün kurallarını belirleyen
dinin yayılma alanını genişletmeye uğraşır ancak bu genel bir değişim etkisi yapmaz. Her şeye rağmen tarım toplumunun üyeleri, özerklik ve farklı bir kültüre eklenme ihtiyacı hissetmezlerdi. Eğer ki ulusçuluk böyle bir dönemde icat edilmiş olsaydı, genel olarak kabul görme olasılığı olmayacaktı. Bu çağlarda yerel özerk topluluklar ve büyük imparatorluklar şeklinde yapılanmalar oluşmuştur. Yerel topluluklar işlevsel açıdan büyük ölçüde yüz yüze ilişkilere bağımlıdır ve köklü bir dönüşüm geçirmeden topraklarını genişletip büyüyemezler. Şehir devletlerinin de nadiren kendilerine ait dilleri vardır. Bu açıdan antik Yunanlılar tipik bir örnektir. Buna rağmen Eski Yunan’da Yunanlılar kendi tarzlarında ne kadar şoven olsalar da milliyetçi bir slogana hiç rastlanmaz. Tarım toplumu yapısının elemanları düzenlidir, rastlantısal dağılmamıştır. Toplumun alt kültürleri bu yapısal farklılaşmaları vurgular, sağlamlaştırır ve bu yapı içinde kültürel farklar yaratmak ya da vurgulamak toplumun bütününün işleyişini bozmaz. Tam tersine toplum onların varlığını ve tanınmalarını son derece uygun ve yerinde görür. Bu kültürel farklılaşmalara saygı, tarım toplumunun ahlak ve görgü kurallarının özüdür.
FEODAL DÖNEMDE KÜLTÜR VE MİLLİYETÇİLİK
Klasik feodalitenin ortaya çıkışı, Fransa’da 10. Yüzyıl, İngiltere’de ise 11. Yüzyıldan sonraya rastlar.
Feodalitede dil olarak; köylüler ve köleler büyük ölçüde kendi konuşma biçimlerini tanıyarak iletişimde bulunmuşlardır. Bir köyden diğerine gidildiğinde benzer kelimelerle benzer olmayan kelime oranı artarak iletişim sorunları ortaya çıkabilmiştir. Feodal dönemde, Fransa coğrafi alanının bir bölümünde yaşayan bir köylünün bir başka bölümünde yaşayan bir köylüyü anlaması oldukça zor olmuştur. Çünkü köylüler, köyünün üyeleriyle aynı konuşma biçimini paylaşmaktadır. Hatta bölgesel anadiller yazılı olarak kullanıldıklarında bile, gramatik olarak düşünülmemiş, kelimeler standardize olarak söylenememiştir. Batı Avrupa monarşilerinin hepsi egemenliklerinin temelini oluşturan, ortak bir dili konuşan bir halkı içine alıyordu. Örneğin, İspanya’da, Krallığın vesayetindeki Kastilyanca, Katalan, Bask ve Galikyan dilleri karşısında milli bir dil haline geldi. Fransa’da Fransızca, Provens ve Breton dillerinin rağmına öne çıkarıldı. Britanya’da İngilizce’nin hakimiyeti karşısında Gal ve Kelt dilleri lehçe konumuna indirgendi. Bütün bunlara ek olarak krala sadakat, popüler milliyetçilik şuuruna eşlik etti ve onu uyarıcı bir unsur oldu.
Feodal yapıda devlet; iktidarının parçalanmış olması ve kişisel sadakat bağları üzerine kurulu olmasıyla karakterize olan feodal siyasi düzen üretim şekli itibariyle bir piramide benzetilebilir. Bu sistemde topraklar “fief sözleşmesi” ile hiyerarşik bir düzene tabi kılınmıştır. Soylular, rahipler, köylüler ve serflerden oluşmuş bu düzen içinde tek üretim aracı olan toprağın mülkiyeti bu sözleşmeye göre sadece soylulara aittir. Halk doğrudan doğruya devletin değil, toprakların sahibi olan soyluların uyruğu konumundadır. Senyörler toprakları üzerinde adli, mali ve idari yetkilere sahiptir. Feodal sistemde askeri güç de soylular arasında paylaştırılmıştır. Çünkü Merkezi bir ordunun kurulması kral için çok maliyetli olduğundan bu görev soylulara verilmiştir. Feodal düzende en etkili aktör olan kilise ise toplumsal hayatın her alanına nüfuz ederek önlenemez bir güç haline gelmiş, dünyevi iktidarın kendine bağımlı halde işlemesi gerektiğini savunmuştur. Tüm bu nitelikleri gereğince, bir yönetim sistemi olarak feodalizm yapısal olarak modern devletin tarihinde bir başlangıç noktası olmaktan epey uzaktır.
Kapalı tarım ekonomisi sermaye birikimine izin vermeyecek şekilde düzenlenmiştir. Ticaret çok sınırlı olduğu için de fazla ürüne gereksinim duyulmamıştır. 11. Yüzyılda ticarette başlayan hareketlilik, 12. Yüzyılda Haçlı Seferlerinin etkisiyle hızlanmıştır. Haçlı seferleri toplumları feodal uykusundan
uyandırmış, para kullanmaya pek de ihtiyaç duymayan eski ekonomiyi çok pazarlı bir ekonomiye dönüştürmüştür. Feodal dönemde toprağın çevrilmesi ile belirlenen sınırlar, Ortaçağ sonrasında ekonomik olarak da belirlenir hale gelmiştir. Bu uygulamalarla daha az emekle daha fazla ürün elde etmenin yolları bulunmuş ve yaşamın ekonomik koşulları değişmiştir. Ticaretin merkezi haline gelen kentlerde ‘’Burjuvazi’’ isminde yeni bir sınıf doğmuştur. Kentsel yerleşim alanında yaşayan burjuvazi, feodal sistemin toplumsal dokusundan ve iktisadi bağlarından özgürleşmiş, köylü ya da serf olmayan ancak soylu da olmayan orta sınıfı tanımlamıştır. Burjuvazi pratikte hem tüketim olanakları ve yaşam tarzı çerçevesinde hem de sermaye olanaklarını elinde tutan belirli bir üst gelir düzeyiyle özdeşleştirilmiştir. Feodalizm atmosferi göz önüne alındığında yükselen burjuva ve şehir hareketleri ile çatışma halinde olacağı su götürmez bir durumdu. Şehir topraklarının mülkiyetini elinde bulunduran feodal lordlar buradan vergi, haraç almayı ve hizmet yükümlülükleri yüklemeyi aynı zamanda yargı yetkisini ellerinde tutmayı sürdürmeyi planlıyordu. Feodal sistemde köy toplulukları ve toprağa ilişkin düzenlenen yasalar kentlerdeki yeni ekonominin gerektirdiği kuralları türetebilecek esneklikte değildi. Dar kapsamlıydı. Kent ekonomisi, daha karmaşık bir iş bölümü, yeni beceriler ve araçlar isteyen üretimi, ticari faaliyetlerin yürütülmesindeki yeni yöntemleri ile farklı yasal düzenlemeler gerektiriyordu. Bu yapı feodal çerçeveye oturtulamazdı, onun için de yeni biçimler yaratmak gerekiyordu. Bu düşünceyi fiiliyata dökecek olan ise burjuvaziydi. Bu sınıf ruhban ve soylular karşısında giderek güçlenerek feodal toplum tabakalarının kast sistemi oluşumunu değiştirecekti. Böylelikle, krallar ruhban ve soylulara karşı, bu sınıflarla çatışma halinde olan burjuvazinin varlığından yararlanarak güçlenecek ve merkezi iktidarın mutlaklaştığı güçlü ulus devletler kurma yoluna gideceklerdi. Dönemin esas karakteristiği, ulusların hükümdarın kişiliğinde somutlaşmasıydı.
Mutlak monarşilerin gelişmesi ile pazarın gelişmesi eşzamanlı gerçekleşmişti. Üzerinde serbestçe ticaret yapabileceği geniş topraklar ve güvenlik arayışı içinde olan burjuvazi aristokrasi ile iş birliği içine girmiş, bu ittifak neticesinde Avrupa’da kilise büyük bir güç kaybetmeye başlamıştı. Avrupa’nın din birliği ilkesi ve kilisenin tek örgütlü yapısı yerini iktidarın hakimiyeti altındaki ulusal kiliselere bırakmıştı. Yeni oluşmaya başlayan ulusal örgütlenme biçimi Pazar mekanizmasının işlerliği için gerekli olan asayişi ve hukuksal zemini sağlamıştı. Otuz Yıl Savaşları’nın ardından 1648’de imzalanan’’ Westphalia Antlaşması’’ ile Avrupa’daki uluslararası düzenin siyasi birimi haline gelmişti. Böylece modern devlet mutlakiyetçi formu içinde yaşanan merkezileşme eğilimi sonucu devletin ulusal biçimde dönüşme sürecine gidilmiştir. Giderek karmaşıklaşan ekonomik ilişki ve bağlantılar yeni bir toplumsal kategori ve bu kategoriye özgü siyasal örgütlenme taleplerini gündeme getirmiştir. Uluslar ve ulus devletler de bu taleplerin sonucudur.
Bir diğer Milliyetçiliğe geçiş aşamalarından biri de Merkantilizmdir. Ekonomik milliyetçilik olarak da tanımlanan Merkantilizm 16. Yüzyılın başlarından 18. Yüzyılın ortalarına kadar Avrupa’da baskın ekonomi politikası olmuştu. Bir ülkede mevcut olan ekonomik zenginliğin yani o dönem için kıymetli maden miktarının o ülkenin gücü ve refahını belirleyen en önemli etken olduğu anlayışına dayanan bu politika çerçevesinde uluslararası sistemde her ülke, bir devlet politikası olarak elindeki toplam altın ve gümüş miktarını artırmaya çalışmaktadır. Her milli devletin hükümeti kendi kendine yeterli bir ekonomik birim haline gelmek adına korumacı önlemler alıyordu. Bu amaç doğrultusunda ithalat yasaklandı ya da korumacı vergilere tabi tutuldu, koloniler bulunmaya çalışıldı ve ana ülkenin tekelci ticari sisteminin içine çekildi. Milli ve yerel ticaretin güvenliğinin sağlanması ve kolonilerin genişletilmesi için milli ordular kuruldu. Bu noktada, milli merkantilizmin milli vatanseverlik duygusu ile olan bağımlılığı karşımıza çıkmaktadır. Bu iki olgu karşılıklı olarak birbirini besleyerek ticaret ve
koloni savaşlarına zemin hazırlamıştır. Merkantilizm içe dönük yönüyle, yerel düzeyde ekonomiyi düzenleyen kurumların özerkliğini azaltmak amacıyla ortadan kaldırılarak, bu kurumların teknolojik açıdan daha gelişmiş, daha az geleneksel ve devletin daha etkin denetimi altında olan ülke çapındaki yeni bir sisteme çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Merkantilist dönemde belirli bir ticaret grubuna belirli bir coğrafyada ya da belirli bir sektörde tekel sağlayan modern devlet, mutlakiyetçi formu içinde giderek kurumsallaşmıştır. Feodal dönemde hanedana yöneltilen toplumsal aidiyet duygusunun sanayi toplumunda ne ile ikame edileceği ve ortaya çıkan meşrutiyet açığının neyle doldurulacağı sorunu ile yüzleşen burjuvazi, sadakat noktasını bütün sınıfları içine alan ulus kavramına kaydırmıştır. Ortaçağın sonlarına doğru uluslar oluşmuş, ulusal endüstri kuralları mahalli kuralların yerini almış, ulusal yasalar, ulusal diller ve hatta ulusal kiliseler ortaya çıkmıştı. Ancak modern devlete giden yolda en önemli aşama olan egemenliğin kişisellikten sıyrılarak demokratik bir rejime temel olmak üzere, soyut ve aşkın bir meşruiyet temeline oturtulup ulusal egemenlik formuna dönüşmesi için 1789 tarihli Fransız İhtilalini beklemek gerekecekti.
SANAYİ DEVRİMİ-FRANSIZ İHTİLALİ ZAMANLARI KÜLTÜR VE MİLLİYETÇİLİK
19. Yüzyıla gelindiğinde millet kavramı bugün kullanılan içeriğiyle tarih sahnesinde belirmeye başlamıştır. Feodal ve dini sadakat bağlarının seküler ikamesi olarak milliyetçiliğin kullanılması modern devletin başlangıç noktasını teşkil etmektedir. Bu tarihten itibaren bireyler kendilerini sınırları belirli egemen bir ulus devletin yurttaşı olarak tanımlamış ve kendilerini feodal bir lordun değil, bütün bir ulusun efendisi olan kralın uyruğu olarak kimliklendirmeye başlamışlardı. Millet kavramı otoritenin nihai kaynağıydı ve üyelerinin koşulsuz ve eksiksiz sadakatini talep ediyordu. Halkların, kendine özgü bir kültüre sahip canlı varlıklar olduğu fikri ve vatanseverlik duygusu Fransız Devrimi’nden önce ortaya çıksa da, Devrim bu düşünceyi yeniden şekillendirerek milliyet ilkesinin önemini görece artırmıştır. 19. yüzyılın ilk yarısı, liberal değerleri takip eden kültürel milliyetçiliğin tüm Avrupa’da hızla yayıldığı bir dönem olmuştur. Bilinçli toplumların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi anlamındaki milliyetçilik bu dönem Avrupa sahnesindeki en etkili siyasal güç haline gelmiştir. Fransız Devrimi’nin doğrudan sonucu olan liberal ve milliyetçi düşünceler, Napolyon’un diğer Avrupa devletleriyle savaşları ve işgalleriyle hemen hemen tüm Avrupa’ya yayılmıştı. Fransa’daki devrim bazen eski siyasal sistemleri yıkan, bazen işgal ve savaşa yol açan ve bazen de daha verimli toplumsal ve siyasal kurumların oluşmasını sağlayan güç unsurlarını Avrupa sahnesine sokmuştur. Sanayi Devrimi, liberalizm ve milliyetçiliğin süreklilik güçleriyle olan çatışması devam etmiş ve Avrupa’ya Fransa’dan başlayarak geniş çapta ayaklanmalar getirmişti. 1860’lardan itibaren yaşanan Sanayi Devrimi, Avrupa toplumunun geleneksel yapısını dönüştürmüş ve milliyetçiliğin yükselişine zemin hazırlamıştı. Batı Avrupa’da hızla gelişen teknolojik gelişmelere koşut olarak başlayan makineleşmiş endüstri dönemi ile birlikte imalat ve ticaretle uğraşan nüfus giderek artmış, zenginleşen ve etkinliği artan burjuva, kendi çıkarlarına uygun bir toplumsal ve siyasal düzen için çalışmaya başlamıştır.
Aynı dönemde devletin çıkarları, savaşta olduğu gibi artık sıradan yurttaşın önceden hayal bile edilmeyen ölçüdeki katılımına bağlıydı. Bunun bir sonucu olarak, yurttaşlarından gün geçtikçe çok daha fazlasını beklemeleri, devletlerin kamusal bir dine (yurtseverlik) duydukları ihtiyacı iyice yoğunlaştırıyordu. Fakat bu yurtseverlik fikri, milliyetçi kökenli olmaktan ziyade devlete dayanıyordu, çünkü bu, bizzat egemen devletle bağlantılı bir fikirdi. Etnik kökenin ya da tarihsel sürekliliğin diğer unsurlarının bu anlamıyla “millet”le bağlantısı yoktu. Etnik köken, tarihsel geçmiş, dil ya da evde konuşulan ağızın “millet” tanımıyla hiçbir ilintisi yoktu. Demokratikleşmenin
yaygınlaşmasıyla, doğal olarak, devletlerin ve rejimlerin kendi yurttaşlarının gözünde meşruiyetleri de artıyor ve bu aynı zamanda devlet yurtseverliğini kuvvetlendiriyor, hatta yaratabiliyordu. Milliyetçilik, devlet yurtseverliğiyle birleştirilebilirse, merkezi duygusal öğesini oluşturmak üzere hükümetin korkunç derecede etkili bir silahı haline gelebilirdi. Böylelikle devletler, “millet” imajı ile mirasını yaymak, “millet”e bağlılık duygusu aşılamak ve herkesi ülkeye ve bayrağa bağlamak üzere kendi halklarıyla iletişim kurmanın her gün güçlenen aygıtından, öncelikle ilkokullardan yararlanmışlardır. Hükümetler genellikle bu amaçla “gelenekler icat ederek”, hatta milletler icat ederek, açıkça bilinçli ve kasıtlı ideoloji oluşturmuşlardır. Aslında hükümetler bunda en çok başarıyı bunu, milliyetçilik üzerinde inşa edebildiği zaman kazanmışlardı. Buna karşın, devlet yurtseverliğinin devlet dışı milliyetçilikle kaynaşması politik açıdan riskliydi, çünkü birinin kriterleri kapsayıcı bir nitelik taşırken, diğerinin kriterleri dışlayıcı bir nitelik taşıyordu. Bununla birlikte, devletin bir milletle özdeşleşmesi bir karşı milliyetçilik yaratma riski taşımanın yanında devletin modernleşmesi süreci bu riski çok daha büyük bir ihtimal haline getiriyordu, çünkü temel olarak yazılı bir “milli dil” vasıtasıyla o devlette yaşayanların homojenleşmesi ve standartlaşmasını içeriyordu. Böylece genel okuryazarlık ve ortaöğretimin kitlesel düzeyde gelişmesi neredeyse zorunlu bir hale gelmiştir. Yine Antropolog Gellner ‘in yazdığı gibi bu sistemde dilin millileştirilmesi önemli yer kaplar. Zaman ilerledikçe bürokratların ve işadamlarının kullandığı esas devlet dilinin değişik bir şivesini dahi konuşamayan göçmen emekçiler, başlangıçta toplumsal hiyerarşinin diplerinde kalacaklar ve böylelikle kendilerini ya da çocuklarını bekleyen talihsizlikleri düzeltme ya da telafi etme olanaklarına daha az sahip olabileceklerdir. Diğer yandan, kendi dilleri yeni bağımsız ulusçu devletin eğitiminin, bürokrasisinin ve ticaretinin dili haline gelince, bu belirli talihsizlikler ortadan kalkacak ve kendi kültürel özelliklerine dirençli olmaktan çıkacaktı. İlk aşamalarında sanayi toplumu, aynı zamanda çok keskin, acılı ve belirgin bir eşitsizlik de yaratır ve sürece büyük bir altüst oluş eşlik ettiğinden, avantajsız konumlarda bulunanlar da sadece göreli değil mutlak bir sefalet içinde bulunduklarından bu eşitsizlik daha da acılı olur. Tipik bir şekilde, dile, genetik olarak geçen özelliklere (ırkçılığa) ya da sadece kültüre sarılabilir. Bu yönde kuvvetli bir zorlama vardır çünkü sanayileşen toplumlarda iletişim ve dolayısıyla kültür, yeni ve eşi görülmemiş bir önem kazanır.
Toplumun bütünü ile kişi arasında herhangi bir düzeyde etkili ve bağlayıcı bir örgütlenme yok gibidir. Alt-gruplaşmaların erozyona uğraması, paylaşılan ve okuryazarlığa bağımlı bir kültürün öneminin kapsamlı bir biçimde artması sonucu ulus artık son derece önemlidir. Eğitim sistemi devletin vazgeçilmez bir parçası haline gelir, kültürel dilsel ortak zeminin korunması eğitimin esas rolü olmuştur.
19. yüzyılı önceki yüzyıllardan ayıran temel öğelerden biri de bu milliyetçilik olmuştur. 16-17. Yüzyıl Avrupa Prensliklerinin öncelediği ama sistemli olarak Fransız Devrimleri çağında şekillenen modern devlet, yönettiği insanların hepsini kucaklayan bir toprak parçası olarak tanımlanıyor, kendisi gibi diğer toprak parçalarından belirgin sınır çizgileriyle ayrılıyordu. Yönetsel anlamda modern devlet kendi halkı üzerinde, ara yöneticiler ve kuruluşlara gereksinim duymayan bir egemenlik anlayışına sahipti ve sınırları dahilindeki tüm yurttaşlara aynı kurumsal ve idari düzenlemeleri dayatmanın yollarını arıyordu. Diğer taraftan yurttaş ile devlet daha önce emsali olmayan gündelik bağlarla bağlıydı. Politikanın demokratikleşmesi devletin çıkarını kaçınılmaz olarak geniş yurttaş kitlelerinin katılımına bağlı kılıyordu. Modern devlet siyasal katılım yoluyla söz hakkı verdiği yurttaşının vergi mükellefi ya da potansiyel bir asker olarak faaliyetlerine ihtiyaç duymaktaydı. Kısaca devletlerin, yurttaşlarının yurtseverlik duygusuna ihtiyacı vardı. Bu dönem henüz siyasi üstyapısını oluşturamamış
halklar arasında yaygınlaşmaya başlayan milliyetçilik ideolojisi, egemen olduğu coğrafyada toplumsal bütünleşmeyi sağlayacak bir siyasi yapılanmayı tesis etmeyi hedeflemiştir. Bu siyasal yapı ötekinden ve kendisinden önce mevcut olan yapılanmadan farklılaşmış olduğu varsayılan bir ‘halk’ı temsil ettiği iddiasıyla meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda; devrimler, liberalizm, demokratikleşme ve işçi sınıfı hareketlerinin ivme kazandığı ve eski sosyo politik bağların çözüldüğü bir çağda yeni kamusal sadakat biçimleri yaratmak ve kitlelere bunu aşılamak modern devlet için bir zorunluluktu. Bu nedenle hükümetler, yurttaşlarının toprağına olan sadakatini ‘‘hayali cemaatler’’ in anlam ve sembolleriyle güçlendirmek ve bunları kendi tekellerinde toplamak için uğraştılar.
Doğru bir siyasi yapının mevcut olmadığı şartlarda, milliyetçilik devletler için hayali bir ulus adına bağımsız ve egemen bir devleti kurmak ve ardından da bu siyasal yapıya uygun bir ulusu inşa etmek hedefindedir. Dolayısıyla milliyetçi ideoloji açısından temel gaye egemen ulus devletin inşası ve onun bekası olarak tanımlanabilir. Bu amaç doğrultusunda meşrulaştırıcı bir argüman olarak kullanılan ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ argümanı ile birlikte özellikle 1830 – 1880 döneminde bir taraftan çok uluslu imparatorluklar yıkılarken, diğer taraftan yeni ulus devletler kurularak Avrupa haritası dramatik biçimde değiştirilmiştir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren milliyetçilik liberal vaatlerinin tersi sonuçlar doğurmuş, Avrupa haritasının millet esasına dayalı olarak yeniden çizimi kolayca ve barışçıl kendi kaderini tayin hakkı ile değil, savaşla gerçekleşmişti. 19. yüzyıl düşünce hayatına hakim olan milliyetçilik yüzyılın sonuna gelindiğinde giderek yozlaşmış ve liberal özünden uzaklaşmıştı. Zamanın milliyetçi düşünürleri tarafından giderek önemi abartılan uluslararası farklılıklar ve bu farklılıkları etnisite ve kan bağı ile temellendiren görüş, liberalizm yerine ırkçı düşünceden kaynaklanan bir milliyetçilik anlayışı doğurmuştur. Bu anlayış giderek her ulusun en doğal hakkı olan kendi devletini kurma yolunda hiçbir sınır tanımaması gerektiği düşüncesine kadar uzanarak, milliyetçiliğin sömürgecilik ve emperyalizm şeklinde var olmasında önemli bir unsur olmuştur
Bir taraftan da eskiden bilinmeyen bölgelerdeki halklar arasında çoğalan milliyetçi hareketlerin ortaya çıkması da bu döneme rastlar. Bu bölgelerdeki Anti-emperyalist hareketler üzerinde Batılı milliyetçi ideolojinin yadsınamaz bir etkisi olmuştur. Bu hareketlerin çoğu artık dilsel veya etnik unsuru öne çıkarmaktadır. Etnik unsurların güç kazanması ile beraber bu dönemde ırk kavramı da dönüşüme uğramış ve hakların deri rengine göre sınıflandırılmasına başlanmıştır. Bu dönemde milliyetçiliğin güç kazanması bir bakıma hem toplumsal hem de politik değişimlerin ürünüydü. Toplumsal düzeyde, milliyetler olarak “hayali”, hatta gerçek topluluklar icat etmeye zemin sunan iki gelişmeden söz edilebilir. İlk olarak Modernitenin saldırısıyla geleneksel grupların direnişi, İkinci olarak şehirleşen toplumlarda artık tamamen geleneksel olmayan sınıflarla katmanların ortaya çıkışı. Böylece milliyetçiliğin politika alanına girmesi için gerekli olan tek şey kendilerini bir millete ait hisseden insan topluluklarının yaşadıkları huzursuzlukları içindeki bulunduğu başka milletin varlığına ve onlara bağlı olmaya bağlamaları olmuştur. Bu milli çağrının potansiyel alıcını filli alıcıya çevirmesi, politikanın demokratikleşmesi, yurttaşlığın gelişimi ve en önemlisi milletin dille özdeşleşmesiydi.
1870’lerden sonra ulus kurma sürecinin yapıcı ve liberal yönü giderek zayıflamıştı. Millet imajını yaymak adına uygulanan politikalar ‘biz’ ile ‘öteki’ arasındaki ayrımı giderek derinleştirerek önlenemez boyuta ulaştırmıştı. Geçmişte insanların deri rengi zemininde ırklara bölünmesi artık ‘Ariler’ ve ‘Samiler’ şeklinde ya da Ariler arasında Kuzeyliler, Akdenizliler gibi benzer ten rengine sahip insanları kategorize eden ırkçı ayrımlara dönüşmüştü. Diğer taraftan genetik biliminde sağlanan gelişmeler ile Darwinci evrimcilik, ırkçılığa kendinden olmayanı dışlamaya, sürmeye ve öldürmeye uygun bilimsel nedenler sunmuştur. Bu süreçte ırkçılık ile milliyetçilik arasında sıkı bir bağ kurulmuş, milliyetçilik artık Balkanlar ve ayrılıkçı hareketlerle birlikte anılmaya başlanmıştı 1870’den 1914’e
uzanan dönem, kitlesel göçlerin yaşandığı, artarak devam eden ve dünya savaşıyla noktalanacak olan milletler arası rekabetin dönemiydi. Yükselen rekabet milli emperyalizmi beslemişti. Öyle ki, Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan süre zarfında Afrika Kıtası’nın tamamı ve Asya’nın çok geniş bir kısmı Avrupalı güçlerin nüfuz alanları olarak paylaşıldı. Emperyalist politikalara meşru bir temel hazırlama ihtiyacı milliyetçiliğe hızla mevzi kazandırmış, hükümetler tarafından beslenen şovenist yurtseverlik, 1914’e gelindiğinde savaşan tarafların halklarının rızasını elde etmede en etkili faktör olmuştur.
Devam edecek…
______________________________________________
Kaynakça
Hayali Cemaatler Benedict Anderson
Ulus ve Ulusçuluk Ernest Gellner
Milletler ve Milliyetçilik Eric J. Hobsbawn
Calhoun, Craig , Nations Matter-Culture, History and the Cosmopolitan Dream
Liebich, Andre , “Must Nations Become States?”
Guibernau, Montserrat , Nations without States-Political Cammunities in a Global Age,
Birch, Anthony H. Nationalism and National Integration,
Eric J. Hobsbawm – Milletler ve Milliyetçilik Dr. Davut Taş
Milliyetçi İdeolojinin Tarihsel Gelişimi, Canan Mazlum Aksoy
Kapitalizm ve Uluslaşma, Örsan Ö. Akbulut
Milliyetçilik Tartışmalarında Tarih ve Geçmişin Rolü, Eric J. Hobsbawm ve Anthony D. Smith’in Teorilerinin Karşılaştırmalı Analizi Süleyman Güder
CARR, Edward Hallet, (2015), Milliyetçilik ve Sonrası, İstanbul: İletişim Yayınları.
SMİTH, Anthony D. (2016), Milli Kimlik, İstanbul: İletişim Yayınları.
HAYES, Carlton J. (2010), Milliyetçilik; Bir Din, İstanbul: İz Yayıncılık
HUBERMAN, Leo (2017) Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İletişim Yayınları
WALLERSTEIN, Immanuel, (2013), Irk, Ulus, Sınıf; Belirsiz Kimlikler, İstanbul: Metis Yayınları.