Doğru ideolojiyi bulma yolunda öncelikle tarihsel serüvenden yararlanmak etkili bir yoldur. Çok bilinen bir söz olarak ‘’tarih tekerrürden ibarettir’’ sözü, geçmişte yaşanmış olan bir olayın veya durumun gelecekte de tekrar edebileceği anlamına gelir. ‘’Tekerrür’’ kelimesi, Arapça bir kelimedir. Tekerrür dilimizde daha çok “tekrar eden” şeklinde ifade için kullanılır. Bu cümle geçmişteki tüm yaşanmış olayların geleceğin ışıklandırılması için örnek olduğunu kasteder.
Geçmişte yaşanmış olayların ve buna karşı verilmiş reaksiyonların incelenmesi geleceğe yönelik bir sistem inşa etmede işimizi kolaylaştırır. Çünkü her ne kadar zaman ilerlese yıllar geçse de insanoğlunun yaşadıkları ve özellikle insanlar arası ilişkiler benzer yollardan geçmektedir. Örnek olarak tarihin en eski yazılı yasalarından biri olan ‘’Hammurabi Kanunları’’ nın maddelerini okuduğumuzda zamanımızdan yaklaşık 2800 yıl eski olsa bile benzer suçlar ve benzer sosyal çatışmalar görülür. Ayrıca küreselleşen dünyada özellikle dil çevirici programları yaygınlaşınca aslında tüm dünyanın benzer şeylere güldüğü benzer şeylere kızdığı ve üzüldüğü anlaşılmıştır.
Tabi her dönemin kendine özgü şartları ve spesifik durumları vardır. Bir olay karşısında verilecek cevap bu nedenle tamamen geçmişte yapılanı izlemeye endeksli olmamalıdır. Deneyimler ve tecrübeler bizi hedeflenenin yarısına götürür. Diğer yarısını oluşturabilme yeteneği ise geçmiş ve gelecek arasında iyi bir bağlam kurmak ve günümüzün meselelerine karşı orijinal çözümleri bulma yolunda çalışmak ve detaylıca her şeyi gözlemlemektir.
Örnek olarak işleyeceğimiz konu son dönem Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk zamanları arasındaki ideoloji arama serüveni olacaktır.
Osmanlı Devleti’nin bir imparatorluk olması ve çoklu etnik halklardan oluşması özellikle 1789 Fransız İhtilali’nden sonra iyice yükselen milliyetçilik ve ulus devlet olgusundan çok etkilenmiş ve diğer imparatorluklar gibi gerileme dönemine girilmiştir. Osmanlı Devleti’nde 19. Yüzyılın ortalarına kadar milliyetçilik ve Osmanlılık bilinci oluşmamıştır. Osmanlı’da Batı’nın üstünlüğünün kabul edip Batılılaşma hareketi ilk olarak askeri, idari ve eğitim alanlarında başlamış· ve sonra diğer alanlar da bunu takip etmiştir. Osmanlıda aydınlar artık ilerici ve gerici kavramlarını kullanmaya başlamış, Batılılaşmayı ise ilerleme olarak benimsemişlerdi. Modernleşmenin tek yolunun bu olduğu düşünülüyordu. 18. yüzyıl sonlarında 3. Selim’den başlayarak yurtdışına çeşitli alanlarda temsilciler ve öğrenciler gönderilerek batılı tarzı kurumlar kuruldu. Bu tarz düşünceler 2. Mahmut döneminden beri iyice çoğalmıştı. Ancak gerek imparatorluk yapısı ve geniş sınırlara ulaşım gerekse Aydınlanma ve Sanayi Devrimleri üzerinden geçen yıllar bu yarışta Osmanlı’yı bir hayli geride bırakmıştı. Bu nedenle batıcı aydınların ulaşmak istedikleri ‘’muasır medeniyet’’ seviyesine Osmanlı ulaşamamıştır. Bu görüşlerde milliyetçilik amacına pek rastlanmaz. Osmanlıda devlet ile halk arasındaki ilişkilerde ise İslami bir düzenleme vardı. Toplumda azınlık ve çoğunluk ilişkisi bulunmaktaydı. İslam Hukuku geçerliydi. Osmanlı’da topluluk “ümmet” idi. Müslümanlar tek bir ümmet, diğer dinlerden olanlar da birer ümmet olarak görülmüşlerdir. Çeşitli etnik ve dinsel topluluklardan oluşmuş olan Osmanlı’nın yıkılmasını önlemek için ilk olarak Osmanlıcılık fikri hayata geçirildi. Yapılan yeniliklerle azınlık hakları iyileştirildi. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’nın dan en çok faydalanan kesim azınlıklar olmuştur. Avrupa ülkelerinin de destek vermesiyle bu azınlıklar daha fazla hak istemişler ve İngiliz ve Fransızların da gözetiminde 1856 yılında Islahat Fermanı yürürlüğe girmiştir. Özellikle Tanzimat Fermanı ile daha belirgin hale gelen devletin modernleşmesi ve Batı ile daha uyumlu olması veya başka bir ifade ile Batılılaşma ve modernleşme çabaları ve buna bağlı olarak yapılan pratikler ise işe yaramamıştır. Çünkü zaten milliyetçilik fikri tüm Avrupa’yı sarmış durumdaydı. Yapılan iyileştirmeler ve verilen yeni haklar bu nedenden dolayı etkili olamadı.
Osmanlı kurmayları ve aydınlar ‘’Osmanlıyı bir arada tutamadık, en azından Müslüman olan halkların bize bağlı kalmasını sağlayalım’’ düşüncesiyle İslamcılık fikrini ortaya çıkarmışlardır. İslam’ın ışığında Müslümanların kardeşliği düşüncesiyle halkların kaynaşacağı politika 2. Abdülhamit zamanında zirve yapmıştır. Aslında bu da bir nevi milliyetçilik hareketi olmuştur. Buna ‘’İslam milliyetçiliği’’ adı verilebilir. Milliyetçiliği, Türkçülük ekseninde savunanlar ise İslamcıların bütün Müslümanların birleşmeleri gerektiği düşüncesine karşılık, bütün Türk topluluklarının bir birlik oluşturmalarını önermişlerdir. İslamcılar, milliyet kavramını “İslam milleti” anlamında kullanırken, “vatan” unsurunun önemine özellikle değinmişlerdir. Özellikle 2.Abdülhamid bu akıma uygun olarak Halife unvanına ağırlık vermeye çalışmış, ancak Hilafetten umulan bulunamamış hilafetin gücü Hindistan’dan ve benzeri ülkelerden alınan birkaç yardım ile sınırlı kalmıştır. İslamcılık ile ilgili olarak değerlendirme yaparsak Hilafeti bir güç olarak kullanmak durumunun Özellikle Abbasilerden sonra çokta etkili olamadığını görmekteyiz. Yavuz Sultan Selim döneminde Hilafetin Memlükler’den alınmasından sonra Osmanlı’da kullanılması yaklaşık 3 asır sonra 1. Abdülhamid döneminde 1774 tarihinde imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile olmuştur. İlgili maddede ‘’Kırım dini yönden Osmanlı Halifesine bağlı kalacaktır.’’ yazmaktaydı. Genel olarak halifelik gücü İslam Dünyası’nda sanıldığı kadar yüksek bir etki yapmamış aynı dönemlerde farklı halifeler bile ortaya çıkmıştır. Zaten milliyetçilik akımını İslam toplumları İslami bir dini milliyetçi birleşim olarak uygulamak istediklerinden dolayı bu akımdan fazlasıyla etkilenerek ulus devlet oluşturmak istemişlerdir. Örnek olarak Arap Müslümanlığı milliyetçiliği, Hint Müslümanlığı milliyetçiliği vb.
Etkilenilen bir diğer akım ise ‘‘Milliyetçilik’’tir. 19. Yüzyılın sonlarında Osmanlı aydınlarından bazıları, Avrupa’da oluşan olaylardan etkilenerek milliyetçilik akımına kapılmışlardır. İttihat ve Terakki Partisi de bu konuda çalışmalar yapmış özellikle de uyguladığı millet merkezli politikalar Almanların da çıkar ve etkisine uygun olarak Panturanist bir etki yapmıştır. Bu zamanlarda Türk Milliyetçiliği de gelişmiştir. Türk milliyetçiliğinin Osmanlı Devleti’nde gelişmesinde özellikle göçlerin ve Türkoloji çalışmalarının büyük katkısı olmuştur. Balkanlarda kaybedilen topraklar sonrasında Anadolu’ya ciddi bir göç olmuştur. Böylece milliyetçiliğin Türkiye’de gelişmesinde etkili olmuşlardır. Bütün Türkleri tek çatı altında toplama fikri ise özellikle Rusya’nın işgali altındaki Türk topraklarında yaygınlık kazanmıştı. Rusların baskısı sonucunda Anadolu’ya kaçan Türk aydınları Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde etkili olmuşlardır. Ayrıca Avrupa’da yapılan Türkoloji çalışmalarının verileri Anadolu’da Türk milliyetçiliğinin aydınlar arasında yaygınlaşmasını sağlamıştır. Ancak Panturanist politika da işe yaramayacaktır. Çünkü özellikle Kurtuluş savaşları zamanında Sovyetlerden alınan maddi destek kaybedilmek istenmiyordu. Ayrıca Turan Bölgeleri Sovyetlerle komşuydu ve bu politika uygulanırsa Sovyetlerle savaş kaçınılmaz olurdu.
Osmanlıcılık akımına rağmen Tanzimat Dönemi ile itibaren kullanılan dilin daha duru ve konuşma diline yakın olması için önemli adımlar atılmıştır. Osmanlı Türkçesi halk diline yaklaştırıldıkça okuma yazma oranları hızla artmıştır. Osmanlı aydınlarının milliyetçilik düşüncesinin sistemli bir şekilde savunulması ilk olarak 1911 yılında ‘’Türk Yurdu’’ dergisinin basılmasıyla başlamış Bu tarihten sonra ise 1912 yılında “Türk Ocakları” nın kurulduğunu görmekteyiz.
Jön Türkler ise Osmanlı Devletinde 2. Abdülhamid iktidarına karşı olarak ortaya çıkan ve toplumun kültürlü genç ve eğitimli kesimlerini kapsayan bir ifadedir. Jön Türklerin temel hedefi Kanun-i Esasi’nin yürürlüğe konularak meşrutiyetin 1908 ‘de yeniden sağlanması olmuştur.
Jön Türk grupları içerisinde en bilineni İttihat ve Terakki Cemiyeti olmuştur. 1889 yılında kurulan bu cemiyet özellikle Askeri Tıbbiye ve Harbiye öğrencileri ve genç subaylar arasında örgütlenmiştir. 1908’de meşruti düzenin yeniden kurulmasında büyük rol oynamıştır. Cemiyet 1907 yılında subaylar tarafından kurulan iki diğer gizli cemiyetle birleşerek daha da güçlendi. Bu cemiyetler Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ve Mustafa Kemal tarafından kurulan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’dir. Daha sonra siyasi partiye dönüşen İttihat ve Terakki Fırkası 1918’e kadar Osmanlı Devletini yönetmiştir. “Osmanlıcılık” anlayışının ayrıntılarına indiğimizde Jön Türkler arasında önemli farklılıklar olduğunu görürüz. Bazıları Osmanlı derken Türklerin hakim olduğu bir bütünü kastederken, bazıları ise tüm etnik grupların eşit olacağı, kültürlerini ve kimliklerini koruyacağı bir yapı oluşturmayı düşünüyorlardı.
- Yüzyılın başında, özellikle Balkan Savaşları sonrasında İttihat ve Terakki Partisi yanlısı Jön Türkler arasında Osmanlıcılık fikri yerine Türk milliyetçiliği fikri ağırlık kazanmaya başlamıştır. Kurulması amaçlanan siyasal yapı hakkında Jön Türkler arasında önemli fikir ayrılıkları vardı. Örneğin Prens Sebahattin ve çevresindeki grup; Ademi merkeziyetçi, yani yerinden yönetimin güçlü olduğu, farklı bölgelere idari özerkliğin verildiği bir Osmanlı Devletini öngörürken, Ahmet Rıza ve çevresindeki kişiler merkeziyetçi bir yapıyı örnek vermekteydi.
Ayrıca Türkçüler, Türk milliyetçiliğinin aslında Bilge Kağan’ dan beri devam ettiğini, bunun siyasi bir sistem haline gelmesinin ise kendi zamanlarında mümkün olacağını anlattılar. Türkçü düşüncelerin kendi arasında da farklılıkları vardır. Ziya Gökalp, Turancılığı savunurken Yusuf Akçura, böyle bir idealin gerçekleşmeyeceğine inanır. Ziya Gökalp medeniyet anlayışını; “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” şeklinde aktarmıştır. Bu üç unsur ona göre birbiriyle çatışmaz. Burada milliyeti ön plana çıkardığı görülmektedir. Gökalp’e göre Türk milliyetçiliğinin üç aşaması vardır. Bugün olan Türkiye aşaması, yakın zamanda gerçekleşmesi hedeflenen Oğuz Türkçülüğü ve ‘’Kızıl Elma’’nın son aşaması olan Turancılıktır. “Türküm diyen her ferdi Türk tanımak” ilkesi benimsenerek, ‘’ırk değil bilinç’’ düşüncesi benimsenmiştir. Ona göre Turan ülkesi Türkçe konuşulan yerlerin tümüdür. Dilde Türkçeleşme en önemli meseledir. Dilini unutan milletlerin yavaş yavaş ortadan kalkacaklarını, önceleri Türk olan ama şimdi Türkçe konuşmayan birçok ırkın Türkçülük özelliğini kaybettiğini ifade etmiştir. Dilden sonra da ortak kültür paydasına dikkat çekmiştir. Bu arada Fransız ve Alman tarzı iki tip milliyetçilik modelleri aydınlarca benimsenmiştir. Kısaca anlatırsak; Fransız milliyetçiliği bir devletin sınırları içinde yaşayan vatandaşları sivil bağlar ile bağdaştırmak çerçevesinde tanımlanırken, ikinci model olan Alman milliyetçiliği ise özellikle dil ve kültürün arasında ayrılmaz bir bağlantı olduğu görüşünü benimser. Yani Fransız Devrimi sonrasında Batı’da ortaya çıkan, vatandaşlığa dayanan ve siyasal yönü ağır basan milliyetçilik genel olarak “sivil milliyetçilik” olarak tanımlanmaktadır. Buna karşılık, Doğu’da ortaya çıkan ve etnik unsurların belirgin olduğu milliyetçiliği ise “etnik milliyetçilik” olarak adlandırmaktadır. Sivil milliyetçilik vatandaş ile devlet arasında hak ve ödevlere dayanan bir anlaşmanın yanı sıra sadakat, bağlılık gibi duygusal boyutu da kapsamaktadır. Belirli bir toprak ve bu topraklarda yaşayanların güvenlik, barınma ve yaşama hakları temelinde tanımlanan sivil milliyetçiliğin ölçütleri arasında ortak köken, dil ya da ortak tarih yer almamaktadır. Etnik milliyetçilik ise ortak köken soy dil, din gibi unsurların millet olmada çok önemli bir gereksinim olduğuna dikkat çeker. Irk ve tarih olarak sert ve otorite sahibi bir yapıya bürünür. Irkçılık yolunda faşizan uygulamalara varılmakta çekinilmez.
Akçura ise Gökalp’ın ‘’Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’’ fikrine benzer olarak “Üç tarz-ı siyaset” olarak bilinen fikrini benimsemiştir. Bu üç tarz; Osmanlıcılık, İslamcılık ve milliyetçiliktir. Bu üç unsurdan Osmanlıcılık ve İslamcılığın tatbik edilmesinin, şartlar elvermediğinden dolayı imkânsız gibi göründüğünü belirtir. Ancak İslam faktörünün milliyetçiliği gerçekleştirmede önemli bir boşluğu doldurabileceğini ifade eder. Osmanlıcılık faktörünün uyumlu yönlerinin de milliyetçilik minvalinde kullanılabileceğini vurgular. Ahmet Ağaoğlu’na göre ise üzerinde en çok durulması gereken unsur ‘’dil’’dir. Ziya Gökalp’ın “dinde Türkçülük” düşüncesini bir adım öteye taşıyıp dinin millileşmesi yönünde adımlar da atılabileceğini yazar. İslam dininin yayılmasında Türklerin büyük etkisini anlatır. Din temeline göre oluşmuş bir toplumu bir anda milliyetçi ve tarihi birtakım değerler etrafında toplamada yardım aramışlar ve İslamcılardan destek alma gayeleri başarıya ulaşmıştır.
Jön Türkler ve İttihat ve Terakki hareketlerini incelediğimizde Türkiye Cumhuriyeti’nin ve özellikle Kemalizm ideolojisinin 6 okunun nasıl şekillendiğini de görmekteyiz. Örneğin laiklik adına ilk adımlarda Abdullah Cevdet ve Ziya Gökalp’ın etkileri vardır. Türk milliyetçiliği ise Kemalist Devrim öncesinde özellikle elit grup arasında gelişmiş bir akımdır. İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi düşünürler Kemalist milliyetçiliğin kabulünden çok önce onun temel maddelerini ortaya koymuşlardır.
Devam edecek…
Kaynakça:
https://isamveri.org/pdfdrg/D01673/1999_4/1999_4_YILDIZMC.pdf