” Silahsız bir savaşımdan söz ettiğimizde elbette bu çoğu kesim açısından oldukça anlaşılmaz ve itibarsız bir şey olarak görülmekte… Silahlı mücadele biçiminin itibarı, bu itibarın solun geleneğine nereden yerleştiğini tam olarak sosyalist arkadaşların üzerinde daha fazla düşünmesi gerektiğini de burada söylemeliyim. Sadece bir aydınlanma geleneği olarak değil, mesela pazulu işçi bir erkeğin iktidara, otoriteye, erilliğe, teşne unsurların da yeniden düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. ”
25-26 Ocak 2020’de İstanbul Balat’taki İnşa Kültürevi’nde yapılan 2. İslam ve Sol Çalıştayı’na 24 konuşmacı katıldı. Ayrıca yurt dışından ve cezaevlerinden yazılı tebliğler ve video mesajlar sunuldu. İki gün süren çalıştayda Tarhisel Tecrübeler, Çağdaş Tecrübeler, Karşılaşmalar ve Yüzleşmeler, Kişisel Tecrübeler, Kadın, İslam ve Sol başlıkları altında 6 oturum yapıldı. Tüm konuşmaları ”2. İslam ve Sol Çalıştayı Konuşma Metinleri ve Kayıtları” yazı dizisi ile sunuyoruz. Bugün Ümit AKTAŞ‘ın konuşma metnini yayınlıyoruz.
Teşekkür ederek başlamak istiyorum.
Başlangıç olarak şunları söyleyeyim. Üstenci bir bakışa veya melezlenme çabalarına hiç gerek yok. Ne yapacaksak yapalım, yapacaklarımız ortada. Bunun için her türlü iş birliği her türlü mücadele elbetteki yapılabilir. Ama bunu belirli bir hiyerarşi formunda düşünmeye gerek yok.
Nurettin Topçu’nun Müslüman sosyalizminin Marks’tan ziyade Hitler’e daha yakın olduğunu da itiraf etmek gerekiyor
Geride bıraktığımız bu 50 yıl, buna dair hazin bir öykü aslında. 60’lı yıllarda Türkiye siyaseti, genel olarak küresel siyaset yenilenmeye çalışıldı. Çünkü ABD emperyalizmi farklı bir vesayet biçimi olarak, 2. Dünya Savaşı sonrasında kendine özgü bir küresellik oluşturmaya çalıştı ve hala da bu çabasını sürdürüyor. Zamanın ruhu icabı Kemalizm de artık bir devlet nizamı olmaktan gönül indirerek, kendine özgün bir biçimde sekülerleşerek, eşit şartlar içerisinde yarışmaya rıza gösterdi. Tabi buradaki eşitlik, bazılarının daha eşit olacağı anlamda bir eşitlik. Birlikte yarışacağı akımlar ise veya mücadele biçimleri veya siyasetler ise daha çok İslamcı ve sol siyasetlerdi. Sol siyasetten bir adım daha önde olduğunu kabul etmek lazım. Zaten İşçi Partisinin parlamentoya girişi, üniversitelerdeki ve sendikalardaki örgütlenmeler, bunlar bir açıdan da İslamcılığa öğretici bir zemin teşkil etti. Daha sonra Milli Görüş Hareketi, MSP tabi İslamcı bir görüş olarak Milli Görüş Hareketiyle eşleşleştirmiyorum ama yakın kulvarlarda yer alıyorlar. Milli Görüş Hareketi MSP bir açıdan İşçi Partisinin daha sonra boşaltacağı zeminlere ayaklarını basarak ilerledi. Belki onun deneyimlerinden yararlandı ve belki de o deneyimler sayesinde terörden uzak durdu. Silahlı bir şiddetten uzak durdu. Bu da onun bir açıdan lehine oldu. Tabi Milli Görüş Hareketi İslamcılığa göre daha sağda bir hareket. Türkiye İslamcılığının şansızlığı bu, daha sağ bir sosyoloji içerisinde meşru nema bulmasıydı. Entelektüeller, aydınlar, alimler zümresi de bu sağa dahildi. Dolayısıyla o sol öğreticilikle birlikte, burada da bir sağ öğreticilik vardı. Buradaki çelişkiyi 69’daki trajik Dolmabahçe olayında yaşadık maalesef. O sağ cenah aydınlar içerisinde belki Nurettin Topçu biraz ayrımsanabilir ama Müslüman sosyalizminin Marks’tan ziyade Hitler’e daha yakın olduğunu da itiraf etmek gerekiyor.
İslamcılık sol taleplerini dışarıdan tamamlamaya çalıştı
Dolayısıyla İslamcılık kendi sol taleplerini, özgürleşme, adalet, toplumculuk, eşitlikçilik gibi eksiklerini dışarıdan tamamlamaya çalıştı. Tabiki bunlar siteme ve sistemin özünü teşkil eden ideolojiye karşı ve güçlere karşı verilen mücadelenin talepleriydi aynı zamanda. 60’lı yıllarda Seyyid Kutub, 70’li yıllarda Şeriati ile tamamlamaya çalıştı. Seyyid Kutub’un İslam’da sosyal adaleti, Şeriati’nin daha sonra daha sol, daha devrimci kitapları elbette ki önemli oldu. Fakat zamanın ruhu İslamcı hareketi de ve okumaları da etkilemişti. Çünkü o ruh bir biçimde okumaları, örgütlenmeleri, tercihleri etkiliyordu. O günkü Seyyid Kutub okumaları daha şiddete meyyal, daha gizli örgütlenmeci bir bakış açısı verdi ama bu okumalar belki Seyyid Kutub’un kendi okumaları da o dönemin baskınlığı olan sol okumaların etkisi altındaydı. Belki temel şey, toplum ve iktidar ayrımında örgütsel veya maliyet iktidarlı talepte düğümlenmekte. Yani ayağımızı tam olarak nereye basacağız.
Ali Şeriati: ‘’Allah’tan silahsız bir savaşım dilerim’’
Burada o dönemin İslamcılığı 2.Dünya savaşı sonrası şartlarında ve soğuk savaş iklimi içerisinde bu şeyle de beslenen bir güç metafiziği üreterek, güç metafiziği etrafında örgütlendi. Bu metafizik aslında büyük ölçüde iktidar odaklı bir metafizikti. İşte silahlanmak, sanayileşmeki kalkınmak, bir açıdan modernleşmek gibi kavramlarla beslenen bir metafizikti. Aynı okuma biçimi Şeriati okumalarını da etkiledi. Aslına bakarsanız Şeriati’nin o meşhur duası ‘’Allah’tan silahsız bir savaşım’ dilerim’’ Bu savaşım belki Nietzsche’nin kendine özgü duasındaki ‘’Kahramanın savaşçılığı silahsız bir savaşımladır’’ la da kesişebilir. Ama İslamcı okumalar buradaki Şeriati ve Kutub’un tam olarak ayaklarını bastığı zeminin, toplumcu bir zemin mi, iktidarsal bir zemin mi olduğu konusunda doğrusu çelişkiye düştüler.
İslam yerellikle evrensellik arasındaki çelişkiyi çözümleyemedi ve sonunda çöküşe geçti
Belki burada İslam’ın doğuşundan itibaren yaşadığı, o genellikle evrensellik çelişkisine de bir gönderme yapmak gerekir. Evet İslam yerellikle evrensellik arasındaki çelişkiyi tarihin başından beri yaşadı. Sonunda da bu çelişkiyi çözümleyemeyerek çöküşe uğradı. bugün de bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Ama bunların üzerinde düşünürken, birbirimizin üzerinde hiyerarşiler, okuma üstünlükleri, menşei üstünlükleri kurarak değil; gönül rahatlığıyla daha barışçıl bir dil içerisinde yapmalıyız. Belki İslam Peygamberinin Medine’ye gidişinden Medine ahalisi ile birlikte sözleştiği, Medine vesikası koşulları içerisinde, yani birbirine dil ve ideoloji dayatmadan bir arada yaşamanın şartları neler, ona bakmalıyız. Tabi bir arada yaşamanın, bir arada mücadele etmenin koşulları sürekli değişir. Bunları elbette sürekli düşünmek zorundayız ve bunları düşünecek olan biziz. Bizim yerimize düşüncek olan Allah değildir ama belki bizimle birlikte Allah’ta düşünecektir. Biz düşündükçe Allah da bizimle düşünecektir ve biz o desteği alarak da belki düşünmeye çalışacağız.
Silahlı mücadele biçiminin itibarının solun geleneğine nereden yerleştiğinin üzerinde sosyalist arkadaşların düşünmesi gerektiğini söylemeliyim
Şunu da hep merak etmişimdir. O ritim içerisinde İslamcılığı soldan ayrıştıran, daha farklı bir iklim oluşturmaya çalışan çaba, tam olarak neydi? Veya solu daha Batılı, daha modern, daha aydınlamacı bir iklime doğru çeken şey neydi? Elbette ki sol menşei olarak daha Batılı, İslam ise daha Doğulu ayrışması vardı. Ama İslamın tam olarak Doğulu duruşu olmalı mı veya varmıydı? Elbette ki bizim devraldığımız İslam kültürü veya İslamcılık kendisini daha çok Doğuya ait hisseden (özellikle Türkiye İslamcılığı veya Türkiye muhafazakarlığı) iddia içersindeydi. Ama bütün bunların hepsini yeniden sorgulamamız gerekiyor. Bunları sorgularken tabi o dönemki ezberlerimizden de uzaklaşmamız gerekiyor. Çünkü biz çok uzun, ağır bir kuşak mücadelesi verdik ve bu mücadele de negatif ve pozitif tarafları yeniden düşünmek zorundayız. Yani bugün bir Kutub veya Şeriati’yi elbette yeniden okuyacağız. Çünkü Şeriati İran devriminden eksiltilmiş bir isimdir. İran İslam Devrimi gerçekleşme aşamasında daha ulusallaşarak, Şeriati gibileri eksilterek devrimleşmiş bir harekettir. Öbür taraftan Kutub, İhvan ile Nasır arasında, işte İslami Cemaat ile devrimci subayların darbesi arasında bir açmaza düşmüştür. Daha sonra her iki akım Kutub’u kendisinden eksiltmiştir. Aslında Kutub’un İslam toplumunu kavramsallaştırmasının temel anlamda toplumcu bir manaya geldiğini, İslamı cihadı okumasıyla silahlı mücadele biçimi, örgütlenme biçimi olmadığını belki şimdi düşünüyoruz ama o gün tam olarak bunun farkına varmadık. Bu farkına varmayışta açıkçası son mücadele biçimlerinin, düşünme biçimlerininde etkili olduğunu düşünüyorum. Silahlı mücadele biçiminin itibarı, bu itibarın solun geleneğine nereden yerleştiğini tam olarak sosyalist arkadaşların üzerinde daha fazla düşünmesi gerektiğini de burada söylemeliyim. Sadece bir aydınlanma geleneği olarak değil, mesela pazulı işçi bir erkeğin iktidara, otoriteye, erilliğe, teşne tarımdaki unsurların da yeniden düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Afgan vadilerinden Abdulgaffar Han 100 bin kişilik silahsız hüdayi hizmetkarı ile İngilizlerin çekilmesini sağladı
Silahsız bir savaşımdan söz ettiğimizde elbette bu çoğu kesim açısından oldukça anlaşılmaz ve itibarsız bir şey olarak görülmekte. Ama bence bizim o günkü okumalarımız maalesef 20. yüzyılda emperyalizme karşı verilmiş olan, en önemli anti emperyalist mücadele olan, Hindistan’ın orada Gandi ile Müslüman yoldaşı Abdulgaffar Han mücadelelerini de bu nedenle tam göremediğimizi itiraf etmeliyim. Gandi maalesef çok erken bir dönemde katledildi. Müslümanlarla yaptığı işbirliğinden, Müslümanlarla birlikte oluşundan ötürü katledildi. Ama onunla yoldaş olan Abdulgaffar Han çok yakınlarda öldü. 2000’li yıllara doğru öldüğü halde biz Abdulgaffar Han’ın varlığından tamamen habersizdik. Ve onun bir kuşak sonra üzerinde Afgan cihadının yeşerdiği, üzerinde İslami terörün yeşerdiği, o Afgan vadilerinden Abdulgaffar Han’ın 100 bin kişilik silahsız hüdayi hizmetkarının da farkında değildik. Ve bu hüdayi hizmetkarlar İngilizlere karşı orada mücadele vererek, Hindistan önce, Afganisatan’da Pençşir Vadisinden İngilizlerin çekilmesini sağladı. Bunu tamamiyle silahsız bir mücadele ile sağladı. Bu mücadeleyi Abdulgaffar Han doğrudan Gandi’den öğrenmedi. Gandi ile paralel bir şekilde ama ondan habersiz olarak 1910’larda Pençşir Vadisinde başladı Gandi ile ancak 1920’ler de tanıştı. Ama tanıştıktan sonra tamamiyle birlikte sürdürdüler bu mücadeleyi.
Gandi: ‘’Silahsız mücadele silahlı mücadeleden daha erdemli, daha cesur, daha önemlidir’’.
Gandi, ‘’Ne silahlanma ne kalkınma, en büyük şiddet Batı fabrikası’’ olduğunu söyledi. Avrupa’daki fabrika sistemi en büyük şiddettir dedi. Ve Gandi sonuna kadar silahlı savaşıma karşı çıktı ama bunu asla bir pasif direniş biçiminde de savunmadı. Pasif direnişe sonuna kadar itiraz etti. ‘’Pasif direniş yapacaksanız, hattınızı alamayacaksanız silahınızı alın savaşın’’ dedi. Silahsız mücadelenin silahlı mücadeleden daha erdemli, daha cesur, daha önemli olduğunu söyledi. Bütün bunları Abdulgaffar Han ile birlikte söyledi.
Sadece bir kuşak sonra Pençşir Vadisinde dünyanın en kanlı terör örgütlerinin üremesi tuhaf değil mi? Anlaşılabilir bir şey mi? İnsanoğlunun bu kadar çabuk değişmesi, bu kadar kolay farklaşabilmesi çok tuhaf bir durum. 20. yüzyılda en anti emperyalist mücadele derken kimin aklına Hindistan, Gandi gelir ki? Ama oradan İngilizleri çıkardıklarını biliyoruz. Ve bu mücadele 100 yıllık bir mücadeledir, üç beş günlük bir şey değil. Binlerce kişinin ölmesine mâl olmuştur, koskoca bir toplumu ayağa kaldırmıştır. Ama Gandi ve Abdulgaffar Han’ın, yine batılı bir dayatma olarak gördükleri ulusalcı Hindistan ve Pakistan projesine karşı, birleşik Hindistan düşünceleri de çöpe gitmiştir. Ve tuhaf bir şekilde Gandi’nin katlinden sonra onun en fazla karşı çıktığı nükleer enerji, atom bombası, hemen ilk önce iki tane ülke tarafından halkların sefaletine rağmen ciddi maliyetler karşılığında sağlanmıştır.
Yine o bizim örgütsel mücadele, örgütsel mücadelenin silahlı hali, kelime-i tevhid’in bile silah biçiminde resmedilmesi falan… Bu tür şeylerle açıkçası Benjamin’in ‘’maddeci zehirlenme’’ sözünü ödünç alarak zehirlendiğimiz o süreçte göremediğimiz bir başka isimde Walter Benjamin’dir. Hikmet Kıvılcımlı’dan bahsedildi ben ondan çok bahsetmeyeceğim elbette o da çok önemli biriydi.
Bütün o Peygamber mücadelelerini hep bir mucizeye bağlayarak çözümleme alanımızın dışına itiyoruz
Walter Benjamin’de mitsel şiddet ve ilahi şiddet ayrımına girerken, aslında ilahi şiddetin devrimci ve toplumları kavrayarak dönüştüren bir şiddet biçimi olduğunu söyledi. Yasin suresinin 28-29 ayetlerini okuyorum. ‘’Kavmin üzerine gökten bir ordu indirmedik. Zaten daha önce de indirmiş değildik. Eğer gerekseydi bu onların beldelerinin yeryüzünden silinip gitmesi için tek bir sayha yeterdi.’’ Şimdi bu ayet bize ne diyor? Gökten bir ordu indirmedim. Ama bu toplumlar değişti. Ne ile değişti? Sayha, söz, sesle, vahiyle ve sözün gücüyle değişti. Toplumları değiştiren temel fail sözcüklerin gücüdür. Bu bir süreç içerisindedir. Kur’an’da Musa’nın ve Muhammed’in hikayelerinde, kıssalarında bütünlüğü içerisinde uzun uzadıya anlatılır. Ama biz bunları bir bütünlük olarak görmüyoruz. Öbür taraftan bütün o Peygamber mücadelelerini hep bir mucizeye bağlayarak, hatta İbn Haldun gibi önemli bir sosyoloğun bile yaptığı gibi mücadeleye bağlayarak kendi çözümleme alanımızın dışına itiyoruz. Benjamin de gerek Brecht’ten, Adorno’nun aydınlanmacı zihniyetinin Amerikadan üzerine boca etmeye çalıştığı ideolojik etkilerinin dışına çıkarak terör okumalarını Marksist okumalarla birleştirerek farklı bir çözümleme yapmak çabası da şu anda bile çok fazla dikkatimizi çeken bir şey değil. Mesela Tevrat’ta da tam bununla örtüşen krallar babında İlyalı mezhebi var. Allah’tan kaçıp bir mağaraya sığınırken, Allah’ın sesinin o mağaradan onu çıkarması ve işte o mağara dışındaki vizyonun bir fırtına, zelzele, yangın, işte Allah’ın haşmetini oralarda arama bakışına karşı sakin ve hafif bir ses de Allah’la muhatap olması.
İktidarlarda hakikati arıyoruz
Biz hakikaten güçle, güç metafiziği ile zehirlenmiş bir kuşağız. Bütün dikkatimizi iktidara, iktidara teneffüs etmiş olan güce vermişiz. Bu örgütsel bir iktidar da olabilir, siyasal bir iktidar da olabilir, aile içerisinde bir efendinin iktidarı da olabilir, fabrikadaki işçinin iktidarıda olabilir. Evet bütün bu iktidarlarda hakikati arıyoruz. Hakikat bizim için bir güç temerküzü haline gelmiş durumda. Ama Allah orada değil. Sakin, esinti gibi bir sestir O. Allah’la ancak o sakin seste karşılaşabiliriz. Tabiki burada Allah’la karşılaşmak, bir düşünce ile karşılaşmak, dünyayı yeniden anlamakla, yorumlamakla, örgütleme çabası içerisinde olur. Bunun içerisinde bence bizim 60’larda yaptığımız temel okuma yanlışı iktidar ile toplum arasındaki gerilimde yatırımımızı hep iktidara yapmamızdı. Maalesef İslam tarihi okumalarımızda da aynı şeyi yapıyoruz. Aslında Peygamber hiçbir zaman devlet kurmadı. Peygamber Medine’de bir toplumla birlikte nasıl yaşanılır onu öğretmeye çalıştı ve buradaki öğretme ilişkisi de temelde yataydır, şûra ilişkisidir. Bu şûra ilişkisinde hakikaten beni aydınlatmış olan Hikmet Kıvılcımlı’ya bu açıdan müteşekkirim. Bize hep cennetle müjdelenenler diye, kutsallaştırılarak öğretilmiş dinin tarihi bu. Yani metafizikleştirerek fizik olmaktan çıkarmak. Fizik, madde Tanrı değil mi? Madde kimin ellerinde yaratıldı? Bizim Tanrıyla karşılaşmamız aslında doğrudan maddi dünyadır.
Yunus’un birçok dizesi hakikaten çok derin felsefi anlamlar taşır
Mesela Türkiye solunun neden illaha Bedreddini olmaya çalıştığını anlayamam. Bedreddin’i bende çok seviyorum çok önemli bir şahsiyet. Osmanlı tarihi içerisinde Osmanlılarla yegane ideolojik çatışma Bedreddin tarafından verilmiştir. Osmanlılar Bedreddin’le verdikleri mücadele sonucunda sivilleşmişlerdir. Bütün bunlara eyvallah. Ama ‘’İşi kolay kılmak’’, ‘’Bana rahmet yerden yağar’’ diyen bir Yunus neden değilde, illaha Bedreddin? Bedreddin de olsun. Ama neden Yunus’a böyle sol nazarla bakmadınız veya bakmadık arkadaşlar? Ben yıllardır Yunus okurum ama ‘’Bana rahmet yerden yağar’’ sözünün önemine ancak birkaç yıl önce varabildim. Yunus’un birçok dizesi hakikaten çok derin felsefi anlamlar taşır. Ama biz onu hep ilahi gibi okuduğumuz için onu da bir şekilde metafizikleştirerek göğe çıkarır bizden uzaklaştırmaya çalışmışız. Düşünceden uzaklaştırmaya çalışmışız. Yunus aslında çok kurucu bir şahsiyettir. Çok önemli bir şahsiyettir. Bana rahmet yerden yağar demesi aslında çok da tanıdık bir dünya, çok da içkinci, o aşkıncı sünniliğe karşı ileri sürülmüş oldukça içkinci bir karşı çıkış, itiraz. Mesela Mevlana’ya bir itiraz. Mevlana’nın dilinin Farisi olmasına karşı, bugün kullandığımız Türkçe’yi şiirlerinde kullanarak yapılmış bir itiraz.
Birbirimize öğreteceğimiz ve öğreneceğimiz çok şey var. Ama bunu bir hiyerarşi içerisinde yapmayalım. Aslında son ilahi tartışmalarına da girmek istiyordum, geçtiğimiz yıllarda da yapılan. Ama buralardan hep maalesef şöyle bir şey çıkıyor. Soldaki Marksist ve sosyalist arkadaşlarda şöyle bir şey var: Aydınlanmanın, Marks’ın, Batının sağladığı bir itibarla böyle üstenci bir bakış, biz öğretiriz edası. Ben son ilahiyat meselesine de itiraz etmiştim. Neden? Arkadaşlar bir şey yapacaksak yapacağımız şeyler belli, bunu birlikte yapalım ama bunu birbirimize üste gelme, birbirimize öğretme edasıyla yapmaktan vazgeçelim. Çünkü eşit pozisyondayız, kimseninin kimseye bir üstünlüğü yok. Hepimiz aynı Tanrının elinden vücut bulmuş şahsiyetleriz.
adilmedya.com