“Kendi tecrübemden de biliyorum 90 lı yıllarda İstanbul’da üniversite okuduğumdan dolayı. 1980’lerin sonunda bizim Adapazarı’nda Asmaaltı Cemaati (eskiler bilirler) dedikleri, Mezhepsiz, Vahhabi, aynı anda Şii, aynı anda Cumasız diye isimlendirilen, lise son sınıfta, üniversite öncesi ilişkilendiğim yapı için de bu geçerlidir. Üniversitede gördüğüm ve sonrasında mücadele içerisinde de görmüş olduğum şey şudur ki; Türkiye dindarlığı İslamcılığı taşlamıştır. İslamcılık makbul bir şey olarak görülmemiştir. İslamcılık Cumasızlıktır, Mezhepsizliktir, konjonktürde Vahhabiliktir, Şiidir vs. Devletin bütün o tarihsel mirası neyse devlet bunu fark etmiştir. Özellikle İran İslam İnkılabından sonra bunun potansiyel bir tehlike olduğunu fark etmiş ve bunun üzerine tertibini almıştır…”
25-26 Ocak 2020’de İstanbul Balat’taki İnşa Kültürevi’nde yapılan 2. İslam ve Sol Çalıştayı’na 24 konuşmacı katıldı. Ayrıca yurt dışından ve cezaevlerinden yazılı tebliğler ve video mesajlar sunuldu. İki gün süren çalıştayda Tarhisel Tecrübeler, Çağdaş Tecrübeler, Karşılaşmalar ve Yüzleşmeler, Kişisel Tecrübeler, Kadın, İslam ve Sol başlıkları altında 6 oturum yapıldı. Tüm konuşmaları ”2. İslam ve Sol Çalıştayı Konuşma Metinleri ve Kayıtları” yazı dizisi ile sunuyoruz. Bugün Kadrican MENDİ’nin konuşma metnini yayınlıyoruz.
Ben 1971 doğumluyum. Az önce dinlediklerim 1989’da Sovyet bloğu yıkıldığı zaman, bizim bu yorgun demokrat eski solcu abilerimizin kahvede yaptığı muhabbetleri hatırlattı bana. Yani böyle büyük genellemeler, hüküm cümleleri, herkes adına konuşma, kişisel tecrübesinden nihai ideolojik sonuçlar çıkarma yaparlardı. Şimdi benzer şeyi bizim muhafazakar camianın, ya da o camia içinde, o zemin üzerinde yetişmiş aydınlarda da bunu genel olarak görüyoruz. Yani kişisel tecrübesi üzerinden, hüküm cümleleri kurmak, biz hepimiz böyleyiz, “Biz insan bile değiliz, Müslümanlık istimastır” gibi cümleler kurmak haddi aşan genellemelerdir. Böyle bu kadar basit mesele değil bunlar.
İslam ve Sol kavramlarının tarihselliği üzerinde düşünmek lazım
İslam ve Sol meselesini tartışacak isek bir kere bu kavramların tarihselliği üzerinde düşünmek lazım. Biz şu anda hala İslamı konuşurken de, solu konuşurken de bu soğuk savaş döneminin bize kazandırdığı ihtiyatlardan, düşünsel kalıplardan karşıt ve cepheleşmenin vermiş olduğu ezberlerden, basitleştirmelerden, genellemelerden hareketle biz bu meseleyi tartışıyoruz. Konjonktürel olarak problemimiz bu. İkincisi Sol ve İslam, benim şahsi kanaatime göre aslında ikisi de aynı tarihsel zemin üzerinde hareket eder. Müslüman olarak bunu söylüyorum, filmi en geriye kadar sardığımızda bunlar insanoğluna sunulmuş hazır reçeteler değildir. Bunların içinde böyle hazır reçetelerin sunulduğu ütopist devreler de vardır. Bunlar da tarihsel süreçlerdir.
İnsanlığın macerası hazır reçeteden oluşmuş programlar değildir
Aslında Kur’an’ın Bakara suresinin ilk ayetinde olduğu gibi bu kitap aslından ‘’Hüden li’l-müttakîn” dir. Sadece muttakiler için yol gösterir, rehberlik eder, eylem kılavuzluğu yapar, bir praksistir. Yoksa size peyderpey inmiştir, bir kerede inmemiştir. Hazır bir programla, bu böyle, şu şöyle olacak diye hazır bir içerikle gelmez. O, sürekli eylemin şekillendirdiği, tarihsel koşullarda şekillenen bir süreçtir. Nübüvvet de böyledir. Peygamberler de kendilerine böyle Levh-i mahfuz’dan bir program yüklemesiyle peygamber olmazlar. Peygamber olmaya doğru ilerler, resul olarak gelir ve ilerler, orada olgunlaşır. Bir kısmı da olgunlaşamaz. Mesela Yunus kıssası bunun üzerinedir. O sorumluluğunu yerine getirdiği sürece devam eder. Yine ben bir Müslüman olarak da bunu söylüyorum, Kur’an insanın dünyadaki macerasını tarif ederken, hikaye insanın yaratıldığı doğasına ve çevresine yabancılaşmayla başlar. İnsanlık tarihi bir yabancılaşma sürecidir. Ancak bu yabancılaşmayı ortadan kaldırırsa, bunu telafi edebilirse, kendini olgunlaştırırsa, yeniden vatanına dönme hakkını elde eder. Kur’an’da cennet diye tasvir edilen, cennetle dünya arasındaki ilişki birinden diğerine inmektir. Yani tenzili rütbe gibi, insan tenzili rütbeye uğrayarak, yani rütbesi düşürülerek dünyaya iner ve yeniden bu yabancılaşmayı ortadan kaldırmak için yapması gereken mücadeledir. Dediğim gibi bunlar hazır reçeteler değildir. Az önce Bakara suresindeki ayeti söyledim.
Mesela Marksizm, manifesto da işte Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor kısmını saymazsak bir eylem kılavuzu olarak kendini ifade eder. Daha sonra Leninist sol bunu siyasal bir partiye, illegal bir partiye dönüşmesiyle başka bir evreye evrilir. Tabi Marksist öngörüde de tarihsel determinizm bir zor mekanizması ile doğum yaptırılacak devrimsel süreci ifade eder. Ama bunu kendi tarihselliği içerisinde siyasal mücadeleye, bir Marksist partiye dönüştüren de Lenin tecrübesidir. Dolayısıyla tarihsel olarak bu ne Marksist Leninist soldan hareketle anlaşabilinecek, ne de son Peygamberden anlaşabilecek kadar kolay bir mesele değil. Bu insanoğlunun meselesi, bu farklı tarihlerde, farklı şekilde cisimleşmiş ama özü itibariyle aynı bir güzergah üzerinden devam eder. Bu da insanoğlunun bir yeryüzü ihzarına, insanlık mirasının bir yeryüzü Tanrılığına dönüşmemesidir.
Peygamberler iktidar bozucudurlar
Bu yönüyle insanla yaratıldığı doğa arasındaki temel çelişki vardır. İnsanın iktidar olma, iktidara yönelme, kendini müstağni görme -Kur’an’ın ifadesiyle- yani kendini yeterli, hesap vermez, kimseye hesap verme ihtiyacı hissetmeyen yeterlilikte görmesi ve diğer insanlar, diğer yaratılmışlar, dünya üzerinde istikbâr/büyüklük kurmaya çalışmasıdır bu temel çelişki. Bu cennetten kovulurken taşımış olduğu çelişkidir. Allah’ın Peygamberlere yapmış olduğu şey buna ilişkin uyarıdır. Peygamberler kendi tarihsel sürekliliği içerisinde bir karşı iktidar, bir negatif iktidar kurarak, yani bir iktidar bozucu bir geleneğin sürdürücüsüdürler. Peygamberlerin mevcut iktidar karşısında yer alarak ütopist bir iktidar kurma koşullarını sürdürmesi ve bunu devam ettirmeye çalışmasıdır. Dolayısıyla Peygamberlerin misyonu iktidar bozucu olmalarıdır. İktidarı negatifleyici ve olumsuzlayıcı bir mirası taşırlar. Tarihsel süreç içinde bunu görüyoruz. Habil Kabil kıssasında, Kabil Habil’i öldürmek için hamle yaptığında Habil der ki; ‘’Sen beni öldürsende ben sana elimi kaldırmayacağım.’’ Bu kendi tarihselliği içerisinde (bir önceki konuşmada Ümit Aktaş’ın da söylemiş olduğu silah kullanıp kullanmama meselesi) tamam bir karşılığı var. Habil, ‘’beni öldürsen de elimi sana kaldırmayacağım’’ demiş ama Kabil onu öldürmüş.
Başka bir tarihsel süreç içerisinde İsrailoğullarının hikayesi var. İsrailoğullarının Peygamberleri Davut’a kadar göçebe aşiretler biçiminde yaşıyorlar. Tevrat’ta da geçer, Tekvin, Krallar…diye bölümleri vardır. Tevrat’tan ilginç bir ayet söyleyeyim. İsrailoğulları kendilerine bir kral isterler. ‘’Bize de bir kral ver. Bu Kenan iline giremiyoruz, çünkü onların kendi başlarında bir kralları, bir iktidarları var. Biz İsrailoğulları rezil rüsva olduk.’’ derler. Allah da şu şekil bildirir der ki; ‘’Siz başınıza sizi köle kılacak, sizi öldürecek birini mi istiyorsunuz? Bu mu isteğiniz?’’ Çünkü kral bu demektir. İsrailoğulları geleneğinde de bu böyledir. ‘’Evet biz böyle bir şey istiyoruz, başımızda bir lider olsunda biz ona ezilmeye, ona kulluk yapmaya razıyız.’’ diyorlar. Bu tarihselliği içerisinde başka bi yere evrilir. Bu diğer süreçler içerisinde de böyledir.
Hepsinin ortak hareketi vahye kulak vererek iktidarın karşısında olması
İslam derken ben son Peygamberin getirdiği dinden bahsetmiyorum. Bunların hepsi son Peygamberden önce de yani İbrahimi dinlerde de, kendi tarihselliği içerisinde farklı sektlere, mezheplere, meşreplere bölünmüştür. Ama bunların hepsinin içerisinde merkezkaç bir damar vardır. O sürekli kendini iktidarın karşısında bir yerde konumlandırmaya çalışır. Bu Yahudi Esseniler içinde böyledir, Hıristiyan komünal hayatı içinde böyledir. İşte Ebuzer örneği de verebilirsiniz, son dönem Melâmî, Bayramî gelenekte dersiniz, Bedreddin için de, Bâbek için de, Babaliler içinde söylersiniz. Bunların hepsinin ortak hareketi (kendilerini neyin refere ettiği çok önemli değil burada) insan olarak vahye kulak vermesi. Yani iktidarın temerküz etmesine müsaade etmeyin, bunun bir parçası olursanız vatana geri dönme şansını yitirirsiniz, iktidarın bir parçası olmayın. Hikmet Kıvılcımlı’nın Esmaü’l-Hüsna ile ilgili tertibi varya, aslında bu 99 ismin tamamı birer iktidar cebidir, iktidara açılan birer penceredir. Ve Allah bunların tamamını kendine has kılar. Mesela El Rezzak ; ‘’Allah’tan başka rızık verici yoktur. ‘’ Dolayısıyla kimse böyle bir şeye kalkışmasın. Mesela Şefaat; Allah’tan başka yardım edici yoktur. Kimse insanlara, yardım etmek, şefaat etmek üzerinden iktidar kurmaya çalışmasın. Bunu 99 ismin tamamı için kullanabiliriz, özü itibariyle böyledir. Bu tarihsel olarak zaten günümüze kadar da böyle gelmiştir.
Tüm Dünyada en katı mezhepler dahil olmak üzere, dayatılan iktidara karşı aynı çaba içine girmiştir
Latin Amerika’da Galeano’nun meşhur kitabı var Latin Amerika’nın Kesik Damarları diye çok eskiden okumuştum. Orada Latin Amerika’nın Cizvit Tarikatının Batı plantasyonları karşısında nasıl komünal bir hayatı örgütleyip, bunun karşısında devrimci bir çıkış arayışı içerisinde olduğundan bahsediyor. Ki Katolikliğin içerisinde Cizvit Tarikatı, en seçkin ve en katı tarikatlardan bir tanesidir. Nereden yaklaştığı ile ilgili bir şeydir bu. Bunu mevcut olan iktidarın haksız, insana yakışmayan, insanı ezen bir iktidar olduğundan hareketle bunu yakalayıp mücadelesini buradan kurmuştur. Bu Yahudi tarikatları için de geçerli olabilir. Hristiyanlık tarihi içinde de bu olabilir. İşte hep konuşuldu bunlar, Latin Amerika Kurtuluş İlahiyatları, Latin Amerika’da Devrimci Kiliseler Birliği üzerinden de mücadeleler kurulmuştur. Kendi tarihselliği içerisinde ama bunu böyle herşeye şamil kılarak, bütün tarihi buradan izah ederek değil; kendi koşulları, tarihselciliği içerisinde bu da böyle bir şeydir. Dayatılan iktidar karşısında o iktidarı boşa çıkarma, gevşetme, mümkünse çözme ve buradan başka birşey ortaya çıkarma çabasıdır. Protestanlığın içerisinden de bulunabilir, Yahudiliğin sektleri içerisinden de bulunabilir, İslam içerisinde de bu böyledir, sosyalizm içerisinde de bu böyledir. Max Beer’ın meşhur bir kitabı vardır Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi diye. Mesela o sosyalist mücadeleyi ilk öncüleri olarak Yahudi Essen Tarikatından başlatır. Evet bu da kabul edilebilir. O tarihsel süreklilik içerisinde kendi tarihselliğini gözeterek bakmak şartıyla kabul edilebilir.
İnsanlar iktidar karşısında mecbur kalarak, kendilerinin haklı olduğunu ispat edecek bir dil, bir yol, bir istikamet, bir ufuk ararlar
Dolayısıyla Sol ve İslam’ı tartışırken bir defa bu tarihselliği atlamamak lazım. Burada aslolan bu insanları bir araya getiren, bunların hazır bir reçete aramaması. Şimdi biz önümüze islam veya Solu koyup; ‘’Acaba bunlardan hangisi daha güzel bir reçete tayin ediyor? Bi bakayım hangisine kafam yatacak?’’ gibi bir hazır reçete hazırlayarak olmaz. Tarihte de böyle olmamıştır. Kendisine dayatılan bir iktidar karşısında insanlar mecbur kalırlar. Aslında kendisinin haklı olduğunu ispat edecek bir dil, bir yol, bir istikamet, bir ufuk ararlar. Bu ufuk onları bir şekilde bu tarihsel tecrübeyle ilişkilendirir. Bu sosyalist tecrübeyle de, İslami tecrübeyle de olabilir. İnsanlar buradan ilişkilenirler. İktidar karşısında kendilerine dayatılan düştükleri acziyetten, bunu kendilerine yakıştıramadıkları için, bunu kendilerine zul gördükleri için bir arayış, iktidar karşısında var olma, iktidarı olumsuzlama, boşa çıkarma vs. bu ayrıca kendi içerisinde tartışılabilir. Bu tarihselcilik ilişkisine bakmak lazım diye düşünüyorum.
Türkiye’de ittihatçı gelenekten gelip Cumhuriyete intikal eden Türk İslamcı ideolojik bir formasyon vardır
Osmanlının aydınlanma ile tanıştığı, Osmanlının iktidar biçiminin, yani monarşik iktidarının, yeni bir ideolojik söylemle, halk kitlelerinin de kendi iktidarı üzerinden rızasını örgütlemesi, (bunu kısmen gönüllü, kısmen zorunlu rıza üzerinden) yeni bir ideolojik formasyona ulaştırmasındaki tarihsel süreç gerçekliğini kabul etmemiz lazım. Ki bu İttihat Terakki ile büyük oranda yapısal içeriğini oluşturur ve oradan da Cumhuriyete intikal eder. Bu tarihsel gerçekliğimizi görmeyip, sanki böyle bir tarihsel gerçeklik içerisinde hareket etmiyormuşuz gibi; sat, özcü İslam ve Solu tartışmamız bu anlamda mümkün değildir. Türkiye’nin kendi koşulları içerisinde ittihatçı gelenekten Cumhuriyete intikal eden, Türk İslamcı ideolojik bir formasyon vardır. Bu çok güçlü bir devlet geleneği tâ Selçuklu, Osmanlı’dan itibaren vardır. İktidarın nasıl sürdürebileceği, dini söyleme karşı kendini nasıl temize çıkaracağı ile ilgili bir iktidar İslamı vardır. Bu iktidar Hıristiyanlığı da olabilirdi, iktidar sosyalizmi de olabilirdi. Ki ittihatçıları da bilirsiniz; Bakü’deki birinci Doğu Halkları Kurultayına temsilci gönderiyorlar, Yeşil Orduyu ele geçiriyorlar, sonra kendileri bir Komünist Parti kurmaya çalışıyor falan… Böyle çabaları da var yani. Oradan tarihte bir kırılma olsaydı Türkiye Bolşevik kanatta yer alsaydı, muhtemelen aynı ittihatçı kadrolar tarihsel zemin içerisinde buradan itihatçı Bolşveiklik’te çıkartabiliridi. Bunu boşlukta konuşamıyoruz.
Şu anda bizim Türkiye’de konuştuğumuz Sol ve İslam meselesi içerisinde bu ittihatçı ön kabulün, ittihatçı paradigmanın hala belirleyici olduğu meselesini görmemiz lazım. Türkiye muhafazakarlığı, Türkiye dindarlığı bu anlamda ittihatçıdır. İttihatçılığın tezlerine sahip çıkar. Çünkü Selçuklu ve Osmanlı mirası kendi içerisindeki bütün dini, iktidar karşıtı merkezkaç güçleri tasfiye etmiştir. Selçuklu buna Nizâmiye medreseleri ile başlamıştır, Osmanlı buna son noktayı koymuştur.
İslamcılığı, İttihat Terakki’nin modern ideolojiye dönüştürerek sunduğu zeminde konuşuyoruz
Dolayısıyla önünüze şöyle bir tarih atlası koyup baktığınızda Cedîdi hareketler, ondan önceki Mehdici hareketler, ya da Mutezile, İsmaili hareketleri, hepsi Ortadoğu’da çok önemli. İsmailili hareketler aynı zamanda anti-halife hareketlerdir ve Sünni halifelik karşıtı olarak kendisini konumlandırır. Önünüze tarihsel bir harita koyduğunuz zaman bu hareketlerin hiçbirinin İstanbul’a yaklaşamadığını görürsünüz. Osmanlı buna müsade etmez. Medreseleri ele geçirmiştir, tarikatları dönüştürmüştür, Nakşibendiliği inşa etmiştir, Aleviliği Bektaşilikle dönüştürmeye çalışmıştır, Türkmenin aşiret liderini ortadan kaldırmıştır, töreyi yerle bir etmiştir vs. ve dümdüz etmiştir bu toprakları. Dolayısıyla bu çevrede oluşan bahsettiğimiz bütün bu anti-iktidar, anti-halife, anti-emîrü’l-mü’minîn (ne derseniz deyin) hareketler Anadolu coğrafyasında yeterince etkili olmamış, etkili olmaya çalışan da tasfiye edilmiştir. Biz bu tarihsel süreç içerisinde İttihat Terakki’nin yeni bir ideolojiye, modern ideolojiye dönüştürerek sunduğu zeminde konuşuyoruz İslamcılığı aslında.
Bu genelleme, tartışma için belki zorunlu ama biraz daha alt başlıklara indiğimiz zaman sol hangi sol, İslam hangi İslam meselesini bu mimari üzerinde açmakta (tabi bir genelleme yapmadan), böyle madde madde tartışmakta fayda var. Tabii burada bir tebliğ sunma durumunda değilim, sonuçta konuşmamız gerekenler kendi tecrübemizdir.
İslami Uyanış diye kendini ifade eden İslamcılar, Türkiye dindarlığının doğal gelişimin bir sonucu değildir
Bizim kuşak yani 80’li yılların sonu ile 90’lı yıllar, 28 Şubat’a kadarki süreçte Türkiye’nin İslamcılığı, İslami Uyanış denilen bir merhale ile kendisini ifade eder. Türkiye islamcılığı zannedilenin aksine son derece marjinal (entelektüel düzey anlamında) noktadan hareket etmiştir. Yani Türkiye dindarlığının doğal gelişiminin bir sonucu değildir. Türkiye dindarlığının doğal gelişimiyle neşv-ü nema bulmuş Türkiye’deki İslami yapılar, tüm cemaatler özelde İttihat Terakki’nin ve Cumhuriyetin kadrolarındadır. Cumhuriyetin kadroları İttihatçı kadrolardır. Mustafa Kemal ve ekibi ittihatçı bir ekiptir. Sadece böyle ideolojik miras anlamında değil, kadrolar anlamında da. Yani Mustafa Kemal’in ilk Cumhuriyetin kurulurken kurmuş olduğu kabineye bakın, bunların hepsi İttihat Terakki’nin kadrolardır. Üstelikte Anadolu’daki etnik temizliğe karışmış kadrolardır bunlar. Bunun belirlediği çerçevede, bir dindarlık ve İslam vardır. Ve bunlar hiçbir zaman kendisine İslamcı dememiştir, İslamcılık aşağılanmıştır.
Türkiye dindarlığı İslamcılığı taşlamıştır
Kendi tecrübemden de biliyorum 90 lı yıllarda İstanbul’da üniversite okuduğumdan dolayı. 1980’lerin sonunda bizim Adapazarı’nda Asmaaltı Cemaati (eskiler bilirler) dedikleri, Mezhepsiz, Vahhabi, aynı anda Şii, aynı anda Cumasız diye isimlendirilen, lise son sınıfta, üniversite öncesi ilişkilendiğim yapı için de bu geçerlidir. Üniversitede gördüğüm ve sonrasında mücadele içerisinde de görmüş olduğum şey şudur ki; Türkiye dindarlığı islamcılığı taşlamıştır. İslamcılık makbul bir şey olarak görülmemiştir. İslamcılık cumasızlıktır, mezhepsizliktir, konjonktürde vahhabiliktir, şiidir vs. Devletin bütün o tarihsel mirası neyse devlet bunu fark etmiştir. Özellikle İran İslam İnkılabından sonra bunun potansiyel bir tehlike olduğunu fark etmiş ve bunun üzerine tertibin almıştır.
Şimdi bunu niye söylüyorum? Şu anda AKP mirasını İslamcılık üzerinden tartıştığımız için. Herhangi bir AKP’liye sorun, kendisine hiçbir zaman İslamcı demez, dememiştir. Hatta o gelenek İslamcı denildiği zaman koltuğundan sıçrar, irkilir. Milli Görüş geleneği de böyledir, diğer geleneksel yapılar da böyledir. İslamcılığı bir hakaret olarak kabul ederler.
Türkiye’deki siyasallaşan İslamcılık değildir; dindarlıktır, muhafazakârlıktır
Hatırlarsınız, 1990’lı yıllarda İslamcı camianın nasıl potansiyel bir tehlike teşkil ettiğini fakat sonrasında nasılda devletle eklemlendiği andan itibaren hemen yozlaşmıştır. Meseleyi buradan tartışmak lazım, İslamcılığın yozlaşması meselesidir bu. Bunu yapacak örgütsel bir yapıyı siyasallaşamaması iddialarının tam tersine; siyasallaşan İslamcılık değildir, Türkiye’deki dindarlıktır, muhafazakârlıktır. Buna rağmen etkilidir. 1990’lı yıllarda çok güçlü bir entelektüel İstanbul’da dergi çevrelerinde, öğrenci çevrelerinde kümelenmişti. Edebiyattan yayıncılığa, çeviriden gündemi takip etmeye kadar o yıllara göre entelektüel anlamda dişe dokunur üretimi olan, Türkiye’nin tamamında örgütlenmiş, yani Türkiye’nin hangi şehrine gitseniz ya bir kitap evi üzerinde, ya bir çay ocağı üzerinde örgütlenmiş, Kur’an dersleri yapan, Cumasız, İrancı, mezhepsiz olarak tanınan kümeler vardı. Bu gerçekten sistemi ürkütecek kadar bir potansiyel taşıyordu. Bunu tespit etmemiz lazım. Tabi Kürdistan bölgesinde bunun devlette ilişkiye girerek kontralaşması, 90’lı yılların ikinci yarısında da ters bir yerden eleştiri yaparak devlet tarafından, 28 Şubat süreci aynı zaman da böyledir, İslamcılığın devlet tarafından devşirilmesi sürecidir. Ortaya böyle bambaşka tarihsel olarak çarpıtılmış bir görüntü ortaya çıktı. Bu meseleyi buradan tartışmak lazım. Bu tartışma buradan yürütülmüyor belki çok taze olduğu için tartışılmıyor. Ama bu meseleyi buradan tartışıp Solun ve İslam’ın (İslam derken bütün İbrahim’i gelenekleri kastediyorum) aslında aynı tarihsel zeminden hareket eden, tarihsel görünümü farklı olan meseleleri bugün 2019 dünyasında yeniden konuşmamız lazım. Bu özgürlük ilahiyatı üzerinden, siyah ilahiyat üzerinden veya feminist ilahiyat üzerinden de olabilir. Şimdi sadece özgürlük teolojiyle kalmadı dünyada. Başka yerlerden de tartışılıyor. Bunun Güney Afrika’da neden Apartheid Rejimi karşısında güçlü bir ideolojik sürece dahil olduğu ama Türkiye’de neden olamadığı, bunları da ayrıca tartışmak lazım.
Dolayısıyla ben çok genelleme yapmadan, iktidar karşısında kendini konumlandıran, iktidar tarafından kendisine musallat olunmuş hisseden kitlelerin bir arayışıdır. Vahiy ve Peygamberler de bu arayış içerisinde olan, yani soru soran insanlara cevap verir. Bakara suresi ile başladım oradan bitireyim. Kitap, ‘’Hüden lil-müttakîn” dir. Sadece sorgulayan, doğru soruları soranlara cevap verir. Kitabı her okuyana cevap vermez.
Teşekkür ederim
adilmedya.com