”Aslında entelektüel hayatımız, kültürel hayatımız da aynı şekilde manipüle ediliyor. Olay sadece medya ile ilgili değil. Medya şu anda günah keçisine dönmüş durumda ama olay sadece medyadan, haberlerden ibaret değil ki. Bizim şu an okuduğumuz kitaplar, dergiler, dini kavramlar bir çok yerde var bu. Mesela sağ-sol, muhafazakar, laiklik, insan hakları, özgürlükten bahsediliyor, bütün bu kavramların hepsi ithal, hiçbirisi bize ait değil. Bunlar bir şekilde bir yerde kullanılıyor.”
25-26 Ocak 2020’de İstanbul Balat’taki İnşa Kültürevi’nde yapılan 2. İslam ve Sol Çalıştayı’na 24 konuşmacı katıldı. Ayrıca yurt dışından ve cezaevlerinden yazılı tebliğler ve video mesajlar sunuldu. İki gün süren çalıştayda Tarhisel Tecrübeler, Çağdaş Tecrübeler, Karşılaşmalar ve Yüzleşmeler, Kişisel Tecrübeler, Kadın, İslam ve Sol başlıkları altında 6 oturum yapıldı. Tüm konuşmaları ”2. İslam ve Sol Çalıştayı Konuşma Metinleri ve Kayıtları” yazı dizisi ile sunuyoruz. Bugün Ertuğrul CESUR’un konuşma metnini yayınlıyoruz.
Öncelikle davetiniz için teşekkür ederek başlamak istiyorum.
Biraz görsel ağırlıklı panorama şeklinde bir anlatı yapacağım. Şu anda göstereceğim çizimi hemen hemen herkes internette görmüştür. Çok açık görüyorsunuz, burada medyanın insanları nasıl yanılttığı anlatılıyor. Ekrana şöyle bir baktığımızda olay tam tersine dönmüş sanki. Gerçeğindekinden farklı olarak mağdurla saldırgan yer değiştirmiş ve tam tersine dönmüş durumda.
Bu tarz görüntüler medya içinde çok oluyor. Bunu çok iyi biliyorum böyle şeyler yapılabiliyor.
Kullandığımız kavramların çoğu bize ait değil, ithal
Fakat bu sadece burada kalıyor mu? Tabiki hayır. Bugün de bir deprem oldu Türkiye’de, şimdi gösterdiğim fotoğraf Türkiye‘nin deprem haritası. Şimdi ben burada şunu anlatmaya çalışıyorum. Aslında entelektüel hayatımız, kültürel hayatımız da aynı şekilde manipüle ediliyor. Olay sadece medya ile ilgili değil. Medya şu anda günah keçisine dönmüş durumda ama olay sadece medyadan, haberlerden ibaret değil ki. Bizim şu an okuduğumuz kitaplar, dergiler, dini kavramlar bir çok yerde var bu. Mesela sağ-sol, muhafazakar, laiklik, insan hakları, özgürlükten bahsediliyor, bütün bu kavramların hepsi ithal, hiçbirisi bize ait değil. Bunlar bir şekilde bir yerde kullanılıyor. Örneğin; Afganistan’da 1980’lerde savaşanlara mücahit deniliyordu. Kim diyordu? Rambo filmleri yapan Amerika bunlara ‘’siz mücahitsiniz’’ diyordu. Sonra gün geldi bu sefer onlara ‘’siz mücahit değil; teröristsiniz’’ dedi. Sonra bir zaman geldi bu sefer dedi ki ‘’siz devrimcisiniz.’’ Bu sefer devrimci oldular. Sonra bir zaman geldi yine vazgeçti hayır dedi ‘’siz teröristsiniz’’ dedi ve tekrar terörist oldular. Kullandığımız kavramlara, kimliklere, kendimizi tanımladığımız sağcı, solcu, şucu bucu gibi tanımlara çok da fanatik olmamak ve biraz mesafeli durmakta fayda var. Her şeyden önce anlamaya çalışalım. Öyle çok hızlı şekilde karar verip, sağcıyım şunu yapmam lazım, solcuyum bunu yapmam lazım, şucuyum bucuyum şöyle böyle yapmam lazım demeyelim. Biraz yavaş gidelim ve sakin olalım. Çünkü içselleştirilmemiş kavramlarla konuştuğumuzun farkında olalım.
Tesadüfen deprem oldu ben de böyle bir şey ile çıkmış oldum. Bu Türkiye’nin deprem haritası. Bir jeolog için, Türkiye sınırları içerisinde kalan bir fay hattı bilgisi, jeoloji bilgisi yeterli midir? Kesinlikle yetmez. Sıradaki fotoğrafta görüyorsunuz bu da dünyanın deprem haritası. Ve dikkat ederseniz Türkiye sadece bu devasa yapının içinde küçük bir parça. Bütün sistemi anlamadan Elazığ’da olan depremin nedenini anlayamayız. Belki bu depremi tetikleyen olay Hindistan’da olmuştur ya da İtalya’da olmuştur. Ama bunların hepsi bir sistem.
Büyük resmi görmezsek manipüle edilip yönlendirilebiliriz
Dolayısısıyla kavramlarla konuşurken, sağcılıktan solculuktan bahsederken aslında büyük resmin içerisinde bir yerdeyiz biz. Eğer o bağlamı kaçırır isek aslında kendi gerçeklerimizi ihmal ederiz. Aslında belki de manipüle ediliyor, yönlediriliyor olabiliriz Büyük oranda dünyada işler böyle yürüyor maalesef. Şu an çok fanatik bir şekilde bazı kavramları tekrarlayanların amaçlarının ne olduğunu görmek için büyük resme bakmak lazım. Örneğin Arap Baharı kavramı… Bu kavram gündemimize 2010-2011’lerde geldi. Ama bakıyoruz ki kavram 2005’te makale olarak yayınlanmış. Hem tam anlamıyla bu olayları anlatan bir makale olarak Amerika’da bir gazetede yayınlanmış. Fransa da başka bir makale yayınlanmış. Güya bir çeşit öngörü, bir analiz gibisinden olaylar şöyle şöyle olacak diye yazmışlar.. Ama sonra baktık insanlar aynı şeylerden televizyonlarda Arap Baharından bahsediyor. Sanki hiç o makaleyi duymamışlar, hiç okumamışlar gibi yaparak anlatıyorlar olayı. Dolayısıyla kavramların sahiplerini tespit etmemiz gerekiyor. Sağ sol kavramı içinde bu geçerli.
Ekranda gördüğünüz fotoğrta 6-7 Eylül olayları var. Bu olay 1955’te olmuş bir olaydır. Her yıl belirli çevreler 6-7 Eylül olaylarını anlatırlar bize, ‘’Sağcılar azınlıklara saldırdı, şöyle oldu, böyle oldu Atatürk’ün evi bombalandı’’ diye. Tabiki böyle bir olay olmuş ama bu olayın aslı nedir? Aslında 1955’te Kıbrıs’ta bir şeyler oluyor. Kıbrıs’ta Rumlar İngilizlerin hakimiyetinde, tamamiyle İngilizlerin toprağı. Rumlar İngilizlere karşı silahlı savaş içerisinde. İngilizler de Rumlara bu şekilde cevap veriyorlar. O bağlantıyı çok rahat kurabilirsiniz. Yapmamız gereken sadece şu: Aynı anda dünyanın farklı yerlerinde neler oluyor? olduğuna bakmak. Sadece tek bir yere odaklanır, sadece Türkiye’nin içerisinde kalırsak bağlantıyı kuramayız. Başka bir örnek; 1980 darbesi oluyor. Daha önce cinayetten hapis yatan M.Ali Ağaca, nasıl oluyorsa hapisten kaçıyor ve gidip Papa’yı vuruyor? Merak ediyorum M.Ali Ağaca Papa’yı niye vuruyor? M.Ali Ağaca’nın Papa’yla ne alıp veremediği vardı? Niye böyle bir şey yaptı? Öyle değilmi? İnsan neden gider bir Papa’yı vurur? Bunun bir sebebi olması lazım. Bunun sebebini kimse bilmiyor. Olay zaten mitolojik bir şeye dönüştü ve orada öylece kaldı. Bu olayda diğerleri gibi aynı şekilde. Olayları Türkiye sınırları içerisine mahkum edersek, o zaman birbirimizi yemek için çok sebep olur. Ama dünya çapında olaylara bakıldığında olayların görünenden çok daha farklı bir resminin olduğu anlaşılıyor.
Bakın şimdi size bir İngiliz sterlini gösteriyorum. Üzerinde Tarık İbn Siyad’ın resmi var. Bunun İngiliz parasının üzerinde ne işi var? Hem de elinde kılıçla. Normalde insanlar paranın üzerine kılıçlı resimler pek koymazlar. Daha çok bilginlerin, filozofların, gerçekten bilime, düşünmeye katkısı olanların resimleri konulur. Güzellik yapmak adına İbn Sina’nın, Farabi’nin vs. olsa anlarsın da ama İslam dünyasına bir mesajı olmayan ve elinde kılıç bulunan Tarık İbn Ziyad’ın resminin konulmasının hiçbir anlamı yok. Üstelik burası Cebeli Tarık. Peki burası kimin mülkü? Burası İngilizlerin mülkü ve burası İspanya’nın dibinde küçücük bir bölge. Aslında İspanya’ya bir mesaj veriyor. Çünkü İspanya ile İngiltere arasından sık sık bu olaylar oluyor. Ve ne demek istiyor aslında? Ayağını denk al, gerekirse birilerini gönderirim.
Aydınların yapması gereken kavramların içini doğru bir şekilde doldurmaktır.
Şimdi gelelim aydın problemine. En ciddi problemimiz aydın problemi bence. Türkiye’de yıllardır ortada birileri aydın diye dolaşıyor. Fakat maalesef bu aydın dediğimiz kişiler kavramları doğru kullanmıyorlar. Ben aydının tarifini şöyle yapıyorum: Aydın kavramları, kelimeleri doğru kullanan kişidir. Çünkü dünya tarihine baktığımızda gerek İslam düşüncesi olsun, gerek Batı düşüncesi olsun nereye bakarsak bakalım büyük oranda tarihin, kelime oyunlarından ibaret olduğunu görüyoruz. Kelimelerin nasıl içinin boşaltılıp yeniden doldurulduğunu, çarpıtıldığını görüyoruz. Dolayısıyla gerçek aydınların yapması gereken bence kavramların içini doğru bir şekilde doldurmaktır. Bizim toplumumuza yapılabilecek en iyi şey kavramları doğru temellendirmek, içini doğru bir biçimde doldurmak, anlamlarını insanlara doğru anlatmak. Bir insan bir şeyi sevmeyebilir ama sevmiyorsa neden sevmediğini, seviyorsa da neden sevdiğini doğru bilsin, adını doğru koysun. Bunu yaptığımızda biz gerçek anlamda aydın oluyoruz.
Şimdi Türkiye’de klişeleşmiş bir liberal aydından bahsediliyor. Halbuki liberal aydın diye birşey yoktur. Ben buraya gelmeden önce liberal tanımına bakmak istedim, kim ne demiş diye. Türkiyede liberal, liberalizm denince akla gelenlerin tanımlarına baktım. Tanımlarda özgürlükçülük, bireyin özgürlüğü gibi tanımlar var. Şimdi özgürlükçülük ya da özgürlüğü savunmak aydınlık göstergesi midir? Burada köleliği savunan birisi var mı? Bu bir yoruma tabi bir şey ama kime sorarsanız sorun ‘’Sen özgürlükçü müsün?’’ diye, evet der. Köleci bile olsa kimse demez ki ben özgürlük karşıtıyım. Dolayısıyla liberalizm diye bir şey anlamsız bir şeydir. Çünkü kimse özgürlükçü değilim diye bir şey söylemez. Kendisine, ben aslında uluslararası sermayenin tetikçisiyim diyemiyor ve ben liberalim diyor. Ne demek yani liberal? Özgürlükçü, özgürlüğü savunan… Tamam özgürlük iyi de özgür olmanın tek yolu var, o da para. Paran yoksa özgür olamazsın. İşte liberalizmin, liberal politikaların Türkiye’yi getirdiği nokta da ortada. Ama kimse bunu görüp tartışmıyor. Liberalizm dediğinizde kim geliyor akla Ahmet altan, Mehmet Altan. Şu anda Türkiye’nin geldiği noktada bu iki zatın ciddi katkıları var. Kesinlikle bunun hesabının sorulması lazım. Bunu yapacak olanlar da aydınlar. Maalesef Türkiye’de böyle bir aydın sınıfından bahsedemiyoruz.
Avrupa feodalitesinin sonucu olarak aydınlar ve entelektüeller ortaya çıktı
Avrupa’da sosyalizm nasıl çıktı? Bunu anlamak için feodalizmden başlamak gerekiyor. Feodalizm denilince genelde biz Türkiye-Osmanlı tecrübesini birbirine karıştırıyoruz. Feodalizmin kendine has şartları vardır. Genelde okulda ve birçok yerde piramit şeklinde olan bir feodalizm anlatılır. Evet böyle bir şey vardır ama bu tam anlamıyla feodaliteyi yansıtmıyor. Bence feodaliteyi tek bir piramit değil, birden fazla piramit daha iyi yansıtır. Birbirine paralel birçok şey var. Avrupa’da Ortaçağ böyle birşeydi. Yani tepede tek bir tane kral yoktu, bir sürü kral vardı. Bu krallar arasında rekabet vardı ve din adamları arasında başka türlü bir rekabet vardı.
Roma çöktükten sonra Avrupa bu şekilde paramparçaydı. Aralarında müthiş bir çıkar çatışması vardı ve o çıkar çatışması toplumda kararsızlığa yol açtı. Toplum nerede odaklanacağını kestiremedi. Bu çok ciddi şekilde insan potansiyelini açığa çıkaran bir ortam yarattı. Bu nasıl oldu? İnsanlar bu sebeple düşünmek zorunda kaldı. Tek piramit Osmanlıyı daha iyi tanımlıyor. Çünkü tek bir otorite var, yukarıdan aşağıya herşeyi belirliyor. Ama Avrupa’daki feodalite de kimin nerede nasıl konumlanacağını bilemediği bir yapı vardı. “Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar” sözünde denen ortamı yaratmış oldu Avrupa feodalitesi. İşte bu kararsız ortamda aydınlar, entelektüeller ortaya çıktı.
Güç olmadan olmaz
Bu sayede bazı bilginler aradan sıyrıldı. Bir yerde himaye yapılamadıysa başka yerde yer buldu. Örneğin Martin Luther nasıl çıktı? Normal şartlarda Thomas Müntzer’in başına gelenler onun da başına gelmesi gerekirdi. Ama kilise karşısında Alman prensleri Martin Luther’i himaye etti ve bir güce dayanmış oldu sonuçta. Güç olmadan Martin Luther olmazdı ve diğerleri içinde aynı şey geçerli. Bunlar siyasi ve felsefi ortam ortamda olduğu gibi bilim ortamında da aynı şeyler yaşanıyordu. Baktığınızda Galileler falan yargılanıyor ama bıraktıklarında 1000 yıl sonrası içinde devam ettirilecek bir ortam oluşmuş.
Aynı tartışmalar Osmanlıda da vardı. Ama bir anda bıçak gibi kesiliyor. Avrupa’da Kopherning Devrimiyle birlikte yer yerinden oynuyor bizde yaprak kımıldamıyor. Halbuki aynı gökkubbe, aynı yedi kat gök hiyerarşisine inanılıyor. Neden bizde hiç kimsenin umurunda değil de, Avrupa’da bu kadar tartışmalara yol açıyor? Çünkü Kopherning Devrimiyle birlikte Avrupa yeni bir dünyaya açılıyor. Biz gözü kapalı şekilde fil tarifi ile meşgulken, kulağını, burnunu ararken, Avrupa gözünü açıyor ve filin tamamını görüyor.
Artık dünyaya başka bir gözle bakıyor ve bilim yapıyorlar
Düşünsenize İngiltere’nin kurduğu devasa imparatorluğu ve kendisine ‘’üzerinde güneş batmayan imparatorluk’’ diyor. İngiltere’nin şu anki nüfusu bile 50-60 milyon civarı iken, o zamanki bir avuç İngiltere, milyonlarca Çin’i, Hindistan’ı, Latin Amerika’yı, tüm dünyayı nasıl sömürebilir? Böyle bir sömürge nasıl kurulabilir? Akıl alır gibi değil. Kaç kişiye bir İngiliz düşer ki? İnsan nüfusu yetmez. Ama iş değişmiş, iş adeta çoban-sürü ilişkisine dönüşmüş. İnsanlar iki ayaklı koyun gibi kalmış İngilizlerin karşısında. Çünkü adam dünyaya başka bir gözle bakıyor. Artık bilim yapıyor. Newton’la birlikte yeni bir dünyaya geçiliyor. Biz hala anasır-ı erbaa (hava,su,topraktan,ateş)’ dan bahsederken, adam fizik yapıyor artık matematiği konuşuyor.
Aslında bir takım gizli yapılanmalar piyasaya bir dizayn verir
Sanayi kapitalizmine doğru giderken Avrupa’da işler biraz daha değişiyor. Artık ingiltere belli bir aşamadan sonra ticari olarak güçlenince mallarını ihraç etme ihtiyacı duyuyor. İhraç İle birlikte Adam Smith kitabında; ‘’Ticareti engellemeyelim, birbirimize engeller çıkarmayalım, açın kapıları. Biz size mal satalım. Bundan siz de faydalanacaksınız. Bu çok iyi bir şey’’ diyor. Yani liberalizm… Avrupa ülkelerinin hiçbiri buna itibar etmiyor. Liberalizm dediğiniz şey işte bu; ‘’Sınırlarını aç ki sana ürünlerimi satayım.’’ Neden uluslararası şirketlerin tetikçisi liberaller, işte bundan dolayı. Liberalizm demek özgürlükçülük demek değil; liberalizm malını satmak isteyenlerin özgürlüğü.
Kendisi bunu nasıl anlatıyor? İnvisible hand (görünmez el), güya görünmez bir el piyasayı organize edecekmiş, herşeyi düzenleyecekmiş hiçbir sıkıntı çıkmayacakmış. Peki bu görünmez el nedir? Aslında görünmez el 1917’de kurulan ‘Londra Mason Locası’dır. Masonlar invisible hand’i çok masum bir şey olarak anlatarak, piyasanın dengesini sağlıyor diyorlar. Liberal ekonomide de böyle anlatılır; piyasa dengesini bulur, devlet müdahale etmesin kendi kendine olup bitecek herşey. Ama böyle bir şey yok. Uluslararası bir takım gizli yapılanmalar, karanlık örgütlenmeler piyasaya bir dizayn verir. İşte o gizli elin arkasındaki yapılanmalar burasıdır.
Sağ-Sol kavramı o zamana kadar ki anlamının dışında bir anlam kaymasına uğrayarak yeni bir anlam ile Fransa’da ortaya çıkıyor
Aynı dönemde Fransa’da bir şey oluyor. Sağ-sol kavramı işte burada çıkıyor. Fransa iflas ediyor ve vergi toplaması gerekiyor. Vergi toplamak içinde bütün aristokratları, ruhbanları, burjuvaziyi çağırıyor. O zaman burjuvazi vergiye karşı, krala karşı olduğu için sola oturuyor, diğerleri de sağa oturuyor. Böylelikle işte sağ ve sol kavramları çıkmış oluyor. O zamana kadar ki sağ sol kavramları; sağ iyi , sol kötü, sağ hak, sol batıl, sağ cennetlik, sol cehennemlik şeklinde tanımlanıyordu. Burada ilk defa sağ-sol kavramı bir anlam kaymasına uğruyor. O da nedir? Sağ taraftar, sol muhalif kavramı çıkıyor. İyi-kötü olduğunda kimin nerede olduğu belli. Ama taraftar ve muhalif olunca burada iş değişiyor. Çünkü değer yargısı zaman içinde oluşuyor. Sen bir şeye taraftar veya muhalif olabilirsin ama ona o değeri ayrıca yüklemek gerekiyor. Neye tarafım neye karşıyım?…Bu sağ-sol çatışmasının şiddetlenmesi için de sürekli körükleniyor.
Napolyon’un ‘’para para para’’ lafını bilirsiniz. Şu anda size Napolyon’un bir sözünü gösteriyorum. ‘’Eğer bi isayasi yönetim para konusunda bankerlerin eline bakıyorsa, veren el alan elin üstünde olduğuna göre, gerçekte yönetenler iktidardakiler değil bankerlerdir. Paranın anavatanı yoktur. Finansörlerin ne vatanseverlikleri ne de dürüstlükleri vardır. Onları yegane gayesi kazançtır.’’
İşte uluslararası invisible hand (görünmeyen el) burada ortaya çıkıyor.
Aynı dönem rahmetli Cemil Meriç’in ilk sosyolog, sosyalist dediği Saint Simon isimli bir adam çıkıyor. Saint Simon kendine göre, eşek arıları, bal arıları tarifi yapıyor. Afrika’da öğrencilere sorumuştum. Fabrika deyince aklınızda ne oluşuyor? Cevapları, pis ve kötü yerlerde çalıştırılan insanlar, hep negatif şeyler oldu. Ama Saint Simon, endüstrilalizmi sosyolojik anlamında kullanıyor ve buna pozitif bakıyor. Çünkü fabrika üretim yapılan, insanların ürettiği yerdir. Ama bizde bu tanım daha sonra invisible hand tarafından bir anlam kaymasına uğrayacak. Toplum kanalize edilecek. Biz bunun yerine ihtilalci sosyalizme yöneliyoruz.
Marks bankerleri teğet geçiyor
Marksizm işçileri harekete geçiriyor doğru fakat bankerleri teğet geçiyor. Komünist hiyerarşisine bakıyoruz. Komünist, ilkel, komünal, köleci, feodal onun diğer beşli sistemi. Aradaki sanayici, finans, kapital ayrışmasını Marks görmüyor. Direkt kapitalist, komünist, sanayici olarak bakıyor. Halbuki bal arıları=sanayiler, finans, kapital=eşek arıları. Eşek arıları ile sanayiciler arasında bir ayrım yapmadığı için, işçileri sanayicilere karşı kullanmış oluyor. İşçilerle sanayiciler, yani üretenler kendi içinde bir savaş, çatışma yaşamış oluyor aslında. Bu arada finans, kapital aradan sıvışıyor.
Sosyalizm Kavramı ve Osmanlı Toplumu
Sosyalizm kavramı ilk defa bizde o yıllarda William Churchill tarafından Ceride-i Havadis Dergisinde kullanılıyor.
Sosyalizmin bir tarifini de ilk defa Rothaus bir sözlükte yazıyor. Rothaus bir sözlük yazıyor orada sosyalizmin tanımını veriyor. Sözlüğe bakıyoruz;, ‘’Sosyalizm ve komünizm’’ e ‘’İştirâk-ı emval’’ (mal ortaklığı) tanımı yapıyor. Komünist tanımına bakıyoruz; ‘’İştirâk-ı emval ve evladı iyal’’ (mallarda ve çocuklarda, kadında ortaklık) diye bir tanım yapıyor. Malların, çocukların ve kadınların da ortakçılığı diyor. Belli kesimler tarafından bu tanım çok tutuyor.
Ahmet Cevdet Paşa’nın ve muhafazakarlara dert oluyor. Bu komünizm belası buraya gelirse ne olur? diye. Bırakında onu Avrupa düşünsün. Bu bizim niye problememiz oluyor ki? Halbuki Paris komününde tam tersi oluyor. Mesela Fransa 1820’lerde Cezayir’e gidiyor ve işgal ediyor. Ama Paris komününü yapan komünistler Cezayir’in bağımsızlığını savunuyor. Yani Fransız işgaline karşılar. Ama bizimkilerin derdi başka. Çünkü sermayenin propagandası çoktan başlamış durumda. İştirak lafı çok tutuyor ve Ahmet Cevdet Paşa bunun üzerine; ‘’Bu aslında doğudan, Karmatilerden, Mazdeklerden, Hristiyanlıktan gelmiştir. Haçlılardan, doğudan öğrenmişler, Avrupa’da mum söndü yapıyorlar…’’ diye uzun uzun anlatır. ‘’İştirâk-ı emval ve evladı iyal’’ lafına karşılık, bin tane laf atıyor ortaya. Tanımların altını da kendine göre dolduruyor. Ve o tanımlar aynen o şekilde bugüne kadar geliyor.
Yeni Osmanlılara gelince onlarda o zaman sosyalizm, komünizm diye ayrım yapmaya çalışıyorlar ama tutmuyor. Daha sonra Tanzimat dönemi geliyor. Bizde sosyalizm denilince daha çok Ermenilerin, Yahudilerin yaptığı bir hareket olarak görülür. Halbuki Osmanlıda bir sermaye sınıfından bahsedecek olursak bu kesinlikle azınlıkların kendisidir. Osmanlıda ekonomi kimlere emanetti? Müslümanlara değil; Ermenilere, Rumlara ve Yahudilere emanetti. Bir sermaye sınıfından bahsedecek olursak bunlardı sermaye sınıfı. Peki bunların derdi neydi? Aslında ihtilal yapıp Osmanlıdan kurtulmaktı dertleri. bunlar için sosyalizm lafının sadece bir kullanım değeri vardı, araçsallaştırmışlardı. Maalesef bizim solun kökeni de buraya dayanıyor.
Karl Marks Ermeni soykırımı iddialarına karşı bir delil aslında
Marks Ermenilere çok ilginç bir şey diyor. ‘’Osmanlıya sahip çıkın.’’ Peki bunu neden bunu diyor? Leon diye Ermeni bir prens İngiltereye gitmiş. Bazı ruhsal problemleri var kendine göre. Orada bir bildiri yayınlıyor. Adam Osmanlı’daki Ermenilere diyor ki; ‘’Ülkenize sahip çıkın. Osmanlı’da Rusya’daki gibi size zulüm edilen bir durum yok ve siz bunun için savaşın’’ diyor. Karl Marks’ta bunu gazetesinin köşesinde yayınlıyor. Yani Ermeni bir prensin ‘’Osmanlı’ya sahip çıkın’’ diye yazmış olduğu bir metni, kendi soydaşlarına yapmış olduğu çağrıyı Karl Marks kendi gazetesinin köşesinde yayınlıyor.
En sonunda geriye kala kala iştirak kelimesi, iştirakçilik kalıyor. Yani biz Türkiyedeki solcularımızdan, komünistlerimizden hiç bir zaman Marks’ın Ermeni soykırımındaki iddiaları karşısındaki tutumundan bahsetmiyor. Şu belge çok önemli. Diplomatların ne düşünüyorlar acaba, bu konuları gördüler mi? Karl Marks Ermeni soykırımı iddialarına karşı bir delil aslında.
Sovyet = Şura
İşte bu dönem yeni bir şey çıkıyor karşımıza. Sovyetler Birliği ortaya çıkınca bir yandan savaş devam ediyor. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşında en büyük müttefiki Rusya oluyor. Peki neden? Çünkü dünün düşmanı bizim dostumuz haline geliyor. O zaman Anadolu’da herkes bir Bolşevik muhabbeti yapmaya başlıyor. Bayağa bir Bolşeviklere karşı sempati duyuluyor ve görülmemiş bir sosyalizm yaşanıyor. Ve sovyet lafı şura diye çevriliyor o zaman ve gerçek tabiri de budur. Komünist, komünizm lafının gerçek bir tanımını yapmak istersek eğer iştirak değil; şuraya çok daha yakın düşer. Eğer lafın köküne inersek bunu görürüz. Neden? Çünkü şura gerçekten Kuran’da ve İslam tarihinde karşılığı olan bir şeydir. Müslüman topluma da hitap eden bir şeydir ve artı olarak gerçektir. Yani yapay bir tanım değildir.
Mevzu çok uzun sürem bittiği için ben burada kesiyorum. Dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.
adilmedya.com