”Kur’an, bizatihi Diyanetin, bazı cemaatlerin, din adına politika üreten bazı egemen güçlerin tahakkümü altında olabilir, onlar için ideolojik bir ayrıntı olabilir ama aynı zamanda Kur’an onların da kara vicdanıdır. Bizatihi Kur’an’ın kendisi onlara karşı bir kitaptır. Çünkü Kur’an evet egemenler tarafından kullanılır ama diğer taraftan ezilenlerle de çok özel bir dille konuşur. Ezilenlere de bir şahsiyet kazandırır. Bu da çok önemli bir meseledir ve bizim meramımız onlarladır.”
25-26 Ocak 2020’de İstanbul Balat’taki İnşa Kültürevi’nde yapılan 2. İslam ve Sol Çalıştayı’na 24 konuşmacı katıldı. Ayrıca yurt dışından ve cezaevlerinden yazılı tebliğler ve video mesajlar sunuldu. İki gün süren çalıştayda Tarhisel Tecrübeler, Çağdaş Tecrübeler, Karşılaşmalar ve Yüzleşmeler, Kişisel Tecrübeler, Kadın, İslam ve Sol başlıkları altında 6 oturum yapıldı. Tüm konuşmaları ”2. İslam ve Sol Çalıştayı Konuşma Metinleri ve Kayıtları” yazı dizisi ile sunuyoruz. Bugün Ali MENDİLLİOĞLU’nun konuşma metnini yayınlıyoruz.
Merhabalar arkadaşlar,
Ben konuşmama bir alıntı yaparak başlamak istiyorum. 1997 yılında Beled Dergisi, 77. sayısında şöyle bir tespitte bulunur. Yazar diyor ki; ‘’İslamiyet ve sol arasındaki ilişkiyi belirleyecek olan bizim niyetimizden öte nesnel gerçekliktir.’’ Ve bu tespiti yaptıktan sonra bir kez daha şunu hatırlatır: ‘’Din her yerde egemenlerin bir aygıtı olarak kullanılır.’’ der ve diğer yandan şunu da unutmaz. ‘’Dinin en fazla emekçi sınıflar içerisinde hissedildiğini’’ belirtir. Komünistler açısından din meselesi şöyle ele alınmalı: Din emekçi sınıfları ne kadar ilgilendiriyorsa, komünistleri de o kadar ilgilendirir. Ne kadar ilgilendiriyor meselesinin sınırlarını çizmeye çalışalım arkadaşlar. İslamiyet Türkiye’de her şeyin belirleyeni değildir; ama her şeyin belirlenmesinde mutlak kalıcı etkileri vardır. Bu gerçeği en iyi egemen sınıflar ama en az devrimciler kavramıştır. Bu güçlü etkiyi sürekli göz önünde bulunduran egemenler, siyasal İslam’ın toplumu kapsayan ve kucaklayan bir paradigmaya dönüşmesini sağlarken, devrimciler de bu gerçeği yok saymıştır. Bu sebeple Sünni İslam kitleler tümüyle her türlü ırkçı, faşist, gerici güçlerin oyuncağı haline gelmiştir.
Ben bu tespiti çok önemsiyorum. Dünkü oturumlarda da Türkiye Sosyalist hareketinin beslendiği damarların modernizmle marazalı ilişkilenmesi üzerine epeyce bir konuşuldu. Eğer bir karşılaşmalar yüzleşmeler olacaksa her ne kadar bir Komün yazarı olmakla ve söylediğim sözün bağlayıcılığının farkında olmakla birlikte, bir karşılaşma-yüzleşme hikayemi anlatmak istiyorum sizlere. Aynı zamanda benim bilincimin de dönüşümünde önemli bir noktadır.
Ankara’da doğdum büyüdüm, tipik bir sünni Orta Anadolu’luyum. Damarımda tek damla Kürt kanı yok, zorluyorum zorluyorum çıkmıyor. Annem de okuma yazması olmayan bir köylü kadını. Biz Dikmen’de büyümüşüz ve hasbelkader sol ile ilişkilenmişiz. Dayım Saimekadın’da yaşıyorsan, sünni, Türk, Orta Anadolu’lu isen kaderin de böyledir. Bu denklem içerisinde hepimizin bildiği bir şey vardır ya, Faşo Ağa, Kemal Sunal’ın bir filminde ki görüntü gözünüzün önünde canlanmıştır. Annem şöyle bir vaka yaşıyor: Annem dayımı ziyarete gidiyor Saimekadın’a. Dayımın karısı Hanım teyze ile yolda yürüyorlar beraber. Duvarda bir yazı görüyorlar. Hanım teyze yazıyı okuyor ‘’Kahrolsun Faşizm’’ Hanım teyze anneme diyor ki; ‘’Bacım nedir bu kahrolsun faşizm?’’ Annemin verdiği cevap şu: ‘’Bize diyorlar bacım’.’’ Hanım teyzemin de anneme verdiği cevap şu: ‘’Biz onlara ne etmişiz ki?.’’ Bu hikayeyi belki biraz güleriz diye anlatıyorum ama asıl şundan dolayı anlatıyorum, arkadaş biz anneme, kadına nasıl bir solculuk öğretmişsek, kendini faşist zannediyor kadın.
Mehmet Güneş bize, benzer bir hikayeyi çok sık anlatırdı. Sivas Zara’da Lise mektebinde okuyan, 60’lı yıllarda devrimci olmuş bir insan. Tabii devrimci ne yapar? Yanındaki yöresindeki kişileri örgütlemeye çalışır. Mehmet Güneş bu hikayeyi anlatır ve bize sürekli şu örneği verirdi: ‘’Mahalleden, sınıftan en yakın arkadaşımı gözüme kestirdim. Dedim ki; ‘Ben komünistim onu da komünist yapacağım.’ Sonra bu arkadaşımı çektim, ona uzun uzun komünizmi anlattım. Ben anlattıktan sonra çocuk dedi ki; ‘Kalk gardaş hadi ne kadar komünist varsa kesiyoruz, hayde çıkalım.’ Komünizmi nasıl bir şey olarak anlamış ve anlatmışsak anlaşılır gibi değil.
Bazı İslami kesimler ‘’sağ ve sol’’ tanımlarını kullanmaktan kaçıyorlar
Aslında bu hikayeyi biraz şundan dolayı anlattım:. Çalıştayımızın adı İslam ve Sol ama diğer taraftan şöyle de bir sorunsalımız da var. Haddimiz değil tabiki İslam’ı biz tanımlayacak değiliz. Dediğim gibi biraz önce İslam’la ne kadar ilişkilenmemiz gerektiğinin sınırlarını çizdik ama maalesef o sınırlar çok geniş. Bununla birlikte şu probleme bakıyoruz. Müslümanlar ya da farklı İslami kesimler çoğunlukla ‘’sağ ve sol’’ tanımının kullanılmasından kaçıyorlar. Belki de bundan modernizmin bir ideolojik tahakkümü olarak gördükleri için kaçıyorlar.
Diğer yandan da elimizde bütün bir İslam tarihine dair ne var diye soracak olursak? Dönüp dönüp bakacak olacağımız bir asr-ı saadet dönemi var. Bir yanda Kur’an bir yanda sünnetin olduğu, bir yanda kurucu bir dönemin bir yanda yıkıcı, devrimci bir dönemin olduğu… Muhalefetteyken Müslümanların ne yapması gerektiği, iktidardayken ne yapması gerektiği konusunda, dönüp dönüp Mekke Medine örnekleri üzerinden buraya bakıyoruz. 1500 yıl önceki bu deneyiminin bugünkü koşularının açıklanmasının tek bir yolu var gibi gözüküyor. Bu modern kavramları yani sağ ve solu kullanmak. Ama bu şu anlama gelmez. Elbette sosyalizme uyan İslami ilkeler, yaklaşımlar vardır. Fakat bu sosyalizm olduğu anlamına gelmez. Sosyalizmin de sağa uyan ilkeleri vardır, bu da sağcı olduğu anlamına gelmez. İslam İslamdır, sosyalizm de sosyalizmdir. Bu çizgiyi kalınca çizmek gerekiyor.
Bize yapıştırılan ‘’Ateist değil misin?’’ damgasından bir türlü kurtulamadık
Eğer İslam sağ ve sol üzerinden konuşulacaksa, biz şöyle bir sorun yaşıyoruz, ondan kurtulmamız lazım. Bize yapıştırılan bir damga var ‘’Ateist değil misin?’’… Bundan bir türlü kurtulamadık. Dünkü tartışmalarda, günlük hayattaki tartışmalarda hep ‘’Din afyondur’’ meselesi üzerine dönüp dönüp konuşuyoruz. İşte bu da bir yanıyla entelektüel kısırlığımızı gösteriyor gibime geliyor.
İslam ve Sol Çalıştayı için bir kez daha Marksist külliyata bakma ihtiyacı duydum. Vallahi tuğla gibi. Marks yüzlerce şey yazmış söylemiş, onların hepsi çöpe gitmiş, biz sadece ‘’Din afyon mudur, değil midir? Afyon derken neyi kastediyor?’’ bu konu üzerinde tartışır olmuşuz. Bunun bir yanı oldukça problemli gözüküyor ve artık bunu aşmak gerekiyor. Sağlıklı bir temelde din meselesini konuşmak gerektiğini düşünüyorum.
İkincisi de, sanırım şöyle bir hataya düşüyoruz. Bizlerin de anti-komünist propaganda karşısında bir şeyler yapmamız gerekiyor. Zaten bu artık Türkiye’ye mahsus bir durum da değil, tüm dünyada aynı saikler var. Bu saiklerden bir tanesi de, din üzerinden anti-komünist propaganda yapmaktır. Amerika’da da, Türkiye’de de böyle oluyor. Ve biz, bize isnat edilen, hiçbir maddi gerçekliği olmayan bazı şeyler karşısında kendimizi savunma, ‘’Aslında biz öyle değiliz de, böyleyiz’’ diye derdimizi anlatma gibi bir çaba içerisine düşüyoruz. Ki bu bana yanlış geliyor. Ama gene de bizim ateizmle ilişkilenmemiz meselesinde bir şeyler söylememiz gerekir.
Evreni kimin yarattığı ile değil; zalim ve duygusuz dünyayı iyileştirmekle ilgili derdimiz var
Ben öncelikle Marksizmle şöyle bir ilişkilenme hali kurmak isterim: Duygusuz ve zalim bir evrende yaşıyoruz, bu çok net. Ama diğer taraftan şu soruyu soralım. Şu duygusuz ve zalim evreni ‘’Tanrı mı yarattı’’ ya da başka bir şekilde mi var olduğunun ne önemi var ki? Zaten dünya bu halde, bu yüzden bizim bir meramımız, bir derdimiz var. Biz bu dünyayı değiştirmeye çalışıyoruz. Eğer bu duygusuz ve zalim dünyanın Tanrı tarafından yaratılıp yaratılmadığını ahlâki, psikolojik, bilimsel, felsefi temellerle açıklamaya çalışırsak; Tanrı’nın yokluğu sonucuna ulaşabiliriz. Bu sonuca ulaşmak çok zor olmayabilir. Peki ne değişti? Dünya hala aynı dünya, hala zalim ve hala duygusuz.
Dolayısıyla şurada şöyle bir problemle karşı karşıya kalıyoruz: Sizlerde bilirsiniz, Naziler tam da burjuva rasyonalizminin üzerinde iktidara gelmiştir. Neopagancılıkları, sosyo biyolojik ırkçılıkları burjuva rasyonalizminin sonucudur. Aynı burjuva rasyonalizmine düşerek, biz de dinin reddiyesi üzerinden mi gelişeceğiz? Bu da burjuva rasyonalizminin bir sonucudur.
İrrasyonel gibi görünen mesele bizim ütopyamızdır
Diğer taraftan ‘’İyi o zaman siz irrasyonel bir alandan mı konuşuyorsunuz?’’ diye sorabilirsiniz. Evet arkadaşlar biz bir yönüyle irrasyonel bir alandan konuşuyoruz. Yani Bloch’un tarifiyle Marksizmin sıcak akıntıları üzerinden konuşuyoruz. Nedir o irrasyonel olan? Halimize bakıyorum, karşımızdaki düşmana bakıyorum, biz bu düşmanı yıkacağız. Neyle yıkacağız? Bir avuç insanla yıkacağız. Neyini yıkacağız? Silahlı güçlerini, eğitim sistemini, camisi vs herşeyini yıkacağız. Neyle yıkacağız? Bir avuç insanla. Şimdi bunun neresi rasyonel. Yani elimizdekilere bakalım, bir de düşmana bakalım. Yani bunu yıkmanın neresi rasyonel diye soralım. Ama bu irrasyonel gibi görünen mesele bizim açımızdan şuna dönüşüyor. Eğer bir ütopyamız, bir iddiamız varsa, ona uygun hedef ve yolumuz da var demektir. O yolun kendisi artık bizim için o ütopyanın, o iddianın bir parçasıdır ve bizzat hayat pratiğinin kendisidir.
Belki bu şöyle açıklanabilir: Ulrike Meinhof, duruşmalarda uzunca bir Alman betimlemesi yaptı. Almanya karşıtlıkları, kadın-erkek, işçi-patron, göçmen-yerleşik Alman halkı ve benzeri birçok ayrımı, bu ayrımın toplumdaki yarattığı yozlaşmayı uzun uzun anlattıktan sonra önemli bir tespitte bulundu ve şunu söyledi: ‘’Biz bu hayvanlaşmış Alman toplumunda yeniden insanlaşma projesi için savaştık.’’’ İnsanlaşma projesinin kendisi son derece rasyoneldir. Bu yolda atılan her adımda da rasyoneldir. Bunun sonucunda düşmanı ya yenersiniz ya da yenemezsiniz sonucu bilemem.
Kur’an’da geçen bazı kavramlar İran Devrimiyle sosyolojik bir gerçekliğe dönüştü
Ebuzer’i dün uzun uzun konuştuk… Eğer İran İslam Devrimi olmasaydı Ebuzer değerinden hiçbir şey kaybetmezdi. Ama Ebuzer İran İslam Devrimiyle güncelleşti. Bir de ‘’mustazaflar’’ kavramı var, Kur’an’da bir kaç yerde geçer. ‘’Ezilenleri biz yeryüzüne hakim kılmak istedik.’’ (Kasas-5) ayeti ve benzeri ayetler. Belki yine üzerine konuşacağımız bir şeyler olacaktı ama mustazaf kavramı, mücadele ve kavgayla birlikte bambaşka bir anlam kazandı. Sosyolojik bir gerçekliğe oturdu İran İslam devrimiyle birlikte.
Kur’an, bizatihi egemen güçlerin tahakkümü altında olabilir ama aynı zamanda onların da kara vicdanıdır
Şunu ayırt etmek gerekiyor ve şunun da önemli bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum.. Bloch şu tanımı kullanıyor: Kilisenin kara vicdanı olarak İncil’i tarif ediyor. Diyor ki; ‘’İncil’in kendisi, bizatihi içindekiler, kilisenin reddiyesi üzerine ya da ruhban sınıfının reddiyesi üzerine kurulur. Ama aynı zamanda kilisenin himayesindeki bir İncil’de o ruhban sınıfın sürekli vicdanları sızlatan kara vicdanıdır.’’ Bu örneği bence Türkiye üzerinden uyarlamak çok mümkün. Kur’an, bizatihi Diyanetin, bazı cemaatlerin, din adına politika üreten bazı egemen güçlerin tahakkümü altında olabilir, onlar için ideolojik bir ayrıntı olabilir ama aynı zamanda Kur’an onların da kara vicdanıdır. Bizatihi Kur’an’ın kendisi onlara karşı bir kitaptır. Bu ayrımı net yapmak gerekiyor diye düşünüyorum. Bu önemli bir ayrım olacaktır. Çünkü Kur’an evet egemenler tarafından kullanılır ama diğer taraftan ezilenlerle de çok özel bir dille konuşur. Ezilenlere de bir şahsiyet kazandırır. Bu da çok önemli bir meseledir ve bizim meramımız onlarladır.
Demir olmadan devrim yapamayız ama aynı zamanda bu demiri kurucu bir unsura da dönüştüreceğiz
Devrim yapmak sadece yıkıcı bir süreç değil, aynı zamanda beraberinde kurucu bir süreci de geliştiriyor. Bununla ilgili ben İncil’den bir alıntı yapmak istiyorum. Kur’an’da da benzer bir şey var. İncil öncelikle geleceğe dair ütopyayı belirtir. Der ki; ‘’Rab halklar arasında yargıçlık edecek. Uzaklardaki güçlü ulusların anlaşmazlıklarını çözecek. İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri, mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar. Ulus ulusa kılıcını kaldırmayacak ve savaş eğitimi yapmayacaklar artık’’ diyor. Peki aynı İncil bu hedefe varıncaya kadar ne yapılması gerektiğine dair ne söylüyor? ‘’Asur topraklarını kılıçla, Nemrut’un topraklarını yalın kılıçla yönetecekler. Ülkemize saldırıp sınırlarımızdan içeri girecek olan Asurlulardan bizi ulu önderler kurtaracak.’’ diyor. Şimdi Kur’an’a bakalım. Burada demircilerin piri Davut’u hatırlamak gerekiyor. O da Kur’an’da geçer. Enbiya suresinde der ki; Ona sizin için zırh yapmayı öğrettik ki savaş darbelerinden sizi korusun. Artık şükür edecek misiniz? ‘’ Yine Davut’u Sebe suresinde bir kez daha anıyor; ‘’Andolsun ki biz, Davud’a tarafımızdan müstesna bir lütufta bulunduk. Ey dağlar onunla birlikte tesbih edin ve onun içim demiri yumuşattık. Ona şöyle dedik; Geniş zırhlar imal et, örgüsünü ölçülü yap. Siz ey mü’minler iyi yararlı işler yapın. Şüphesiz ben yaptıklarınızı görmekteyim.’’
Bir metafor olarak şunu söylemek gerekiyor. Bu memlekette biz bir devrim yapacaksak (kendi deneyimlerim ve kişisel tecrübelerimden çıkarak komün kimliğimle söylüyorum) biz de demiri kullanacağız arkadaşlar. Demir olmadan yıkamayız ama aynı zamanda bu demiri kurucu bir unsura da dönüştüreceğiz. Bizim ütopyamız şudur: Birgün bu düzeni yıkmak için kullandığımız demir kılıçlardan, sabanlar yapmak için bu demiri kullanacağız. Bu konularda irrasyonellikle suçlanabiliriz. Bence hiçbir beis yok diye düşünüyorum.
Özellikle Osmanlı döneminde yok olan kitaplardan hangi külliyat ve hafıza silindi sormak lazım
800’lü yıllarda, buralarda bir şeyler arıyoruz, Ebuzer’i arıyoruz, başka başka isimleri arıyoruz. Buraları iyi incelemekte fayda var. İslamın yükseliş dönemi olarak Abbasilerin başlangıcı, yani fetihler döneminden bir rakam vermek istiyorum size. 800 lü yıllarda henüz matbaaların olmadığı bir dönemde İslam kütüphanelerinde 4 milyon 9 yüz on bin (4.910.000) cilt kitap vardı. Bunun bir kısmı Beyt-ül Hikmet Kütüphanesi Bağdat’ta, Cordoba Kütüphanesi Kurtuba’da, Mısır’da ve diğer büyük kütüphanelerde 4.910.000 kitap var. Bunun çok önemli diye düşünüyorum. Bir de özel kütüphaneler var. 400 deve ile taşınan Ubadi’nin kütüphanesi, Mısırlı hekim Efraim’in 20 bin ciltlik bıraktığı miras gibi kütüphaneler vardı.
Diğer taraftan orta çağın sonuna geldiğimizde bütün bir İslam coğrafyası içerisinde bu kadar kitaptan elimizde ne kadar kalmış? Maalesef elimizde sadece 29 bin 4 yüz kırk dört (29.444) cilt kitap kalmış. Bunun 25 bini İstanbul kütüphanelerinde, 4 bini de işte Kahire, Şam, Halep ve Lodos kütüphanelerinde. Korkunç bir kıyım ve tarih silinmesi var. Şimdi bu kıyıma sebep olarak Moğol istilasını, Endülüs’ü söyleyebilirsiniz. Tamam ama bu korkunç tarih kıyımının hepsini mi kafir, gavur yaptı? Hayır onlar yapmadı.
Burada önemli bir şey daha var. Bir örnek verirsem daha iyi anlaşılabilir. İslam külliyatı içerisinden kalan Kerbela ve Hasan-Hüseyin ile ilgili ne var? Çok basit bir soru. 1100’lü yıllardan kalan Şia dünyasındaki mersiyeleri çıkartın. Ne kaldı elimizde? Hiçbir şey. Moğollar’ın yaktığını farzetsek de, neden özellikle Hasan Hüseyin’i yaksınlar? Onları özellikle mi seçtiler, yoksa siz mi bunları onların içinden ayıklayıp yok ettiniz? diye sormak gerekiyor.
Dolayısıyla İslamın geçmişi silindiğinden, oradan yeni bir kurucu unsur için mit çıkaramamanın temel sorunlarınızdan birisi budur. Belki hesaplaşma buradan başlayacak. Yani biz şunu savunmak zorundayız. Bu 4.910.000 bin cilt kitap nasıl oldu da 29.444’e düştü? Özellikle Osmanlı döneminde yok olan kitaplardan hangi külliyat ve hafıza silindi sormak lazım. Kısmen de haklı olduğumuz, şunu hep söyleriz ya, Kemalizm döneminde Harf İnkılabı ile birlikte bir geçmiş hafızası silindi. Kısmen haklıyız ama Müslümanların sildiği hafıza karşısında bu devede kulak kalıyor.
Bugün mevcut iktidar ne söylüyor, buna laf yetiştirmek yerine, artık kendi gündemimizi yaratmak, kendi kurucu paradigmamızı her alanda inşa etmek zorundayız
Ben şununla bitireyim. Bloch’un yine önemli bir tespiti ya da bir kavramsallaştırması var. Diyor ki; ‘’Zamana senkronize olmayan bilinç, eş zamansız bilinç…’’ Bunun açık tarifi şudur: Bunu ete kemiğe büründürerek anlatayım. Somut isim verecek olursam en çok akla gelen isim Adolf Hitler’dir. Başka, bir dönem için Louis Bonaparte’dir. Ayrıca yakın dönemde bir isim daha vardır. O da Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu zamana senkronize olmayan en devrimci kitlelerin, en gerici siyasal eğilime angaje olmuş halidir bunlar. İşte buralarda bu dönemlerde din çok daha önemli bir faktör haline geliyor. Böylesi dönemlerde din silahını bunların eline bırakırsanız yıkıcı etkisi çok daha etkili ve bölüştürücü oluyor. Bu anlamda tekrar hatırlatalım, anticilikle politika yaparız, yapalım da sorun yok ama bir yere kadar. Fakat bizler aynı zamanda kurucu bir unsur olacaksak karşı hegemonya kurmak zorundayız. Bugün mevcut iktidar ne söylüyor, buna laf yetiştirmek yerine, artık kendi gündemimizi yaratmak, kendi kurucu paradigmamızı her alanda inşa etmek zorundayız. Medyadan şikayet etmek yerine kendi medya ayağımızı oluşturmalıyız gibi… Bu şekilde sonsuz varyasyonla bunu açıklayabiliriz.
Rüzgar perdeden uzun ama rüzgar kısa, maalesef süre bitmiş sözlerimi burada kesiyorum. Hepinize beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.
adilmedya.com