Doğu’da yas ve ağıt deyince akla gelen kadınlar için, “Biz sanırım duvar diplerinde gizli gizli değil de açıktan ağladığımız gün iktidarsız bir dünyanın önünü açmış oluruz. İktidarsız bir dünya, savaşsız, ölümsüz ve ağıtsız bir dünyadır” diyor Çetinkaya
ŞEREF BİLSEL
Şair Mazlum Çetinkaya yeni kitabı Dağ Suskunluğu’nu İzan Yayınları etiketiyle yayımladı. Şairin beşinci kitabı olan Dağ Suskunluğu, önümüzgen gelip geçen göç dalgasını, hüzünleri, acıları, heyecanları birçok farklı şekilde okuruna yansıtıyor. Çetinkaya ile kitabı üzerine konuştuk.
►Beşinci kitabınız “Dağ Suskunluğu” adından başlayalım: Şiirimizde ‘Dağ’ı odağına alan başka kitaplar da yayımlandı, neden ‘bozkır’ değil de ‘dağ’?
Bozkır daha çok ılıman ve kuraklığın ifadesi gibi geliyor bana, ki şiirdeki karşılığı da öyle gibi. Dağ daha yaşamsal bir gerçeğe sahip benim hikâyemde. Dağ bir kere daha diri, daha canlı, daha söz alıcı ve söz verici gibi. Bozkır denilince düğmelerimi iliklemişim gibi hissediyorum, dağ daha çıplaktır, serttir ve dağın daha kurtarıcı, daha sarmalayan yanları vardır. Son dönem de, şiirimin de içinde geçen “dağ”, benim coğrafyamda hem göç yolu oldu hem de bir sığınak.
►Sizin kitabınız Dağ’ı sadece bir mekân olarak kullanmıyor, aşka, ayrılığa da söz veriyor dağ üzerinden ve lirik olanı ıskalamıyor. Bu bilinçli bir tercih mi, aşkı gözden çıkarmamak?
Dağ ne sadece bir mekân ne de okul duvarlarında asılı bir haritanın sağ alt köşesindeki lejant. Harita bilgim çok güçlü olmasa da, şu “kadastro harita mühendisliği”ni hiç sevmedim. Durmadan bize “kuşbakışı” bir yurt çizerler. Oysa ben annemin “insanbakışı” yurdunu hep hayal ettim. Bu yüzden dağ’ı mekân olmaktan çok aşka, ayrılığa, ölüme ve sevmeye söz verilmişlik olarak gördüm, dokudum, dokumaya çalıştım. Aşkı gözden çıkardığım an yaşamak umudumu da gözden çıkarmış olurum. Bütün beklemelerim, ütopyalarım, umutlarım kötü sonla biten bir film gibi olur. O zaman da sanırım bir otelin tavanında kendimi hayal ederim. Bunun için de daha erken diyorum.
►Bir önceki kitabınız “Repesa” şiirimizde yer alan kadın öznelere (Müjgan, Leyla, Lavinia, Suna, Ayten vbg) yeni bir isim eklemişti. Bir kişiyi muhatap alıp, o kişide toplumla konuşan bir tavrınız var şiirde. Ne dersiniz bu konuda?
Dediğim gibi bazen kopmalar yaşadım, topluma konuşamadığım kopmalardı onlar, yalnızlığın biraz ötesinde şeylerdi. Bu kopmaları yoğunluklu yaşadığım ki son beş yıllık bir dönemdi, işte bu dönemde Repesa, toplumla beni konuşturan uzun saçlı dizem oldu. Meslekten KHK ile ihraç edilirken özellikle o günlerimin ve sonrasının sıcaklığı oldu hep tam da kaygılarımın arttığı en zor dönemlerimde.
Herhangi bir kadın değildi o, ki o yüzden toplumla konuşmamın anahtarı, ana taşıyıcı gibi (biz hizan” deriz) biraz da kolon diyeceğimiz kadar ayakta tuttu ve aracı oldu sözle aramda.
Herhangi biri, bir kadın veya bir erkek şiire anahtar olabilir. Ama herkes güçlü yalnızlıklar, güçlü kahkahalar, güçlü umutlar, güçlü ağlamaklar taşıyamaz. Repesa bunları taşıyan bir kadın, her kadın bunları taşıyamaz. Bu ismini saydıklarınız da mutlaka güçlüdür, ki tanımam çoğunu, ama Repesa ayakta durmakla beraber ayakta da tutan bir özelliği vardı. Bu yüzden toplumla beni yüz göz etmeden konuşmamı sağladı, sağ olsun aşk ve aşka sebep olanlar.
► “Bir alt yazı gibi şu hayat. akıp giden tekrarların toplamı” demişliğinizi de işe katarak soruyorum: Gelecekten ziyade geçmiş, geçmişin bilgisi söz alıyor yazdıklarınızda. Şiirden bakınca ‘geçmiş’ ne ifade ediyor sizin için?
İnsan, dünden bu yana geçmiş olan ve hayatımızda yer alan gerçek ile yarından sonra muhtemel olabileceklerin yani ütopyaların toplamıdır biraz da.
Zaman olarak geride yer almış, geride kalmış tüm miş ve mış’lar, geçmiş günler, geçmiş olaylar kişiliği oluşturur. Yarınlar da bu kişiliği değiştirebilir ama kendini tekrar da edebilir hele bu zorlu dönemde, her şeyin tüketmek üzerine kurgulandığı, inançların, değerlerin, aşkların tüketmek üzerine kurulduğu, kurulmaya çalışıldığı bu dönemde…
Aşk ve inanç insanı bu tekrardan kurtaran en büyük silahtır. Geçmişe saplandığım, çıkamadığım günlerim olmadı dersem yalan olur ancak şiirde geçmiş birazda bugün “toplumcu susuş”a bir itirazdır aslında. Yoksa uyduruk da olsa bir tarih var geçmişi taşımakla görevli, şiir bunu taşımanın ötesinde yüzümüze vuruyor. Bu yüze vurmayı tarih yapmaz şiir yapar. Şiir kurumsal bir şey değil, bakanlık birimleri yoktur, genel müdürlükleri, meclis komisyonları da… Zaten merhametin, sevginin, aşkın birimleri filan da olmaz, iyi ki de yok, iyi ki de şiir var.
►Ve kadınlar karşılıyor bizleri, oğlunu kızını kaybetmiş, yasla çevrilmiş kadınlar. Doğu’da yas, ağıt deyince neden kadın akla geliyor?
Keşke böyle bu gerçekle aklımıza gelmeseydi Doğu. Sanırım duygunun anayurdu “Doğu”, hüznün anası da kadın. Erkekler, hüzne yol açan savaşın babası rolünde, babalardan sonra da anneler ağıtlarla etrafı topluyorlar. Ben babamın ağladığını bir kere gördüm, gizli saklı, duvar dibinde ağladığını, dayanamadım, iktidarım yıkılmış gibi kendimi çok kötü hissettim. Annem ağlayınca acı veriyor, çok hem de ama cesaretimi de tutuşturuyor annem. Sanırım kadın acıyla beraber merhamet ve cesaret de veriyor insana. Erkek daha çok güç ve iktidarı şırınga ediyor. Biz sanırım duvar diplerinde gizli gizli değil de açıktan ağladığımız gün iktidarsız bir dünyanın önünü açmış oluruz. İktidarsız bir dünya, savaşsız, ölümsüz ve ağıtsız bir dünyadır.