İnsanlığın evrensel tarihini yazabilmek için iki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına inanmak gerekir: Halkın ve doğanın. Onu da Yaşar Kemal öğretti bize. Taşta açan ayçiçeği de bunu kanıtladı.
Yazdığı her sözcükte, her cümlede, her kitapta insanlığın evrensel tarihini anlatan, bizlere doğanın ve halkın sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına inanmaktan asla vazgeçmememiz gerektiğini öğreten Yaşar Kemal için, 23-24 Şubat tarihlerinde, önce Adana, ardından Hatay/ Arsuz’da iki ayrı anma etkinliği düzenlendi.
Adana Tabib Odası’nın düzenlediği, Yaşar Kemal’in sevgili eşi Ayşe Semiha Baban’ın da yer aldığı etkinliklerde, Yaşar Kemal her yönüyle anlatıldı, edebiyatının gücünden söz edildi, ancak, etkinlik sonrasında, Antakya’daki bir enkazın duvarına çizilen ayçiçeği resmi, sanırım Yaşar Kemal’i hepimizden daha iyi anlattı, onu bir kez daha haklı çıkardı.
Antakya’da yaşayan şair Tunay Devrim’den dinledik: Depremde yıkılan bir kuruyemişçi dükkânın enkazında rastlamışlar taşların arasında açan ayçiçeğine. Yıkıntının içindeki ay çekirdeklerinden biri filizlenmiş ve enkazın arasından bir yol bulmuş kendine, başını çıkartmış, güneşe dönmüş yüzünü. Yaşar Kemal’in doğanın sonsuz gücü dediği bu olsa gerek!
Yaşar Kemal, dünyayı bin bir çiçekli bahçe olarak tanımlıyordu. Tarih boyunca, yıkımdan, ölümden, katledişten yana olanların değil, dünyayı bin bir çiçekli bir bahçe olarak görenlerin haklı çıktığına tanık olduk hep. Depremi fırsat bilip daha fazla ölüm, daha fazla yıkım, daha fazla zulüm getirmek isteyenler, bunun üzerine politik hesaplar yapanlarsa, Yaşar Kemal’in hayatı boyunca, elinde kalemiyle dimdik karşılarında durduğu o karanlık güçlerdi.
Oysa hepimiz biliyoruz ki yeryüzü yeniler kendini. İnsanlar doğar, ölür, çiçekler açar, solar, hayvanlar yaşar, yok olurlar. Toprak çatlayabilir susuzluktan. Ama toprak külünden doğar, yeri gelir otlar boy gösterir çatlaklarının arasından. Yeryüzünün tanıklığını yapanlar, bu yüzden de çağını, çağları aşıp evrensellik mertebesine ulaşanlar öğretti bize bunu. Yaşar Kemal’ler öğretti.
Sadece Çukurova’yı anlatmadı Yaşar Kemal. Sadece Türkiye’yi de anlatmadı. Çukurova’dan yola çıktı ve dünyanın bütün kara parçalarının, bütün denizlerinin, Fırat dahil, bütün nehirlerinin hikâyesini anlattı. Yaşadığı hayatı, insanları, kültürleri iyi tanıdığı için, geleneği iyi bildiği, bu toprakların masallarına, destanlarına, halk hikâyelerine, söylencelerine hakim olduğu için, hani hep denir ya, yazarlık hikâye anlatıcılığıdır diye, bizim hikâyemizi yeniden oluşturup yeniden üretip anlattı bizlere. O yüzden hepimiz kendimizi bulduk onun dilinde.
Geleneği çağcıl bir dile evrilten, insanın insanla, halkın diğer halklarla, dağların ovalarla ve gökyüzünün bulutlarla kucaklaştığı, sadece kucaklaşmadığı, zaman zaman çatıştığı, zaman zaman çeliştiği bir coğrafyanın santim santim kaydını tuttu Yaşar Kemal. Doğa hem dosttu onda hem amansız bir düşman. Yılanlar sokabilirler insanı ama aynı zamanda, iki yılanın sevişmesi, belki de dünyanın en güzel şeyidir. Bize bunu da anlattı Yaşar Kemal. Hem de öyle bir anlattı ki, sadece okumadık, gözümüzün önünde, bütün gerçekliğiyle seyrettik o sahneyi. Bunu anlatabilmek için, sadece yılanı gözlemlemek, sadece yılanın yaşadığı deliği, sadece kayalıkları, sadece kuru otları bilmek, tanımak yetmez. Yılanın bilgisine, dersindeki pulların bilgisine, taşın hafızasına, toprağın katmanlarına hakim olmak gerekir. Kısacası doğayı içselleştirmek, onun gerçek anlamda parçası olabilmek gerekir.
İNSANLIĞIN EVRENSEL TARİHİ
Bu yüzden, dağı, taşı, börtüyü, böceği sadece anlatmamış, yeri gelmiş dünyayı onların gözüyle görmüş, yeri gelmiş onları insanlaştıran bir anlatı yöntemi geliştirmişti. Bu yüzden Yaşar Kemal’i okurken, sadece onun sözcüklerini, dilini, anlatım biçimini, kurgusunu okumayız. Tüm duyularımızı harekete geçirir Yaşar Kemal. Yosunun, çürümüş otun, bozkırın, ıslak toprağın kokusunu alırız. Bin bir renkteki bitkilerin, çiçeklerin renklerini görürüz birer birer. Hiçbir yazarda kolay kolay rastlayamayacağımız bir özelliktir bu: Sözcüklerle renk yaratma ve okura koku algılatma özelliği.
Toprak ağalarını, şehirden gelen bürokratları ve bu coğrafyanın bitmez tükenmez çelişkilerini anlatırken yakaladığı evrensel dil, evrensel bakış açısı sayesinde, tüm coğrafyaların ortak kaderini de anlatmış oldu aslında. Köylerin tek bir kelimeye sığmayacağını, her köyün kendi özelliği, kendi dinamikleri olduğunu, köylülerin tek bir kelimeye sığmayacağını, her köylünün farklı bir birey olduğunu söylemiş, sadece söylememiş açık açık göstermişti bize. Yaşar Kemal, feodalizmde bireyin olamayacağını, birey olmanın koşullarının gerçekleşemeyeceği şeklindeki öğretinin kırılmasını da sağladı. Aynı Nazım Hikmet gibi, büyük insanlığı anlattı, büyük insanlığın şiirini yazdı. Şiir sözcüğünü özellikle kullanıyorum, çünkü büyük insanlık anlatısı bir türe sığdırılamaz. Türler ötesidir. Nasıl ki Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları hem çok güçlü bir şiir hem güçlü bir mensur anlatıysa, Yaşar Kemal’in çoğu romanı, çoğu hikayesi de aynı zamanda bir destan, epik bir anlatı, metaforlarla örülü ve yoğun çağrışımlar içeren şiirsel bir metindir aynı zamanda.
Bu yüzden Yaşar Kemal’in adı, aynı Nazım Hikmet gibi, sadece edebiyat tarihine değil, insanlığın evrensel tarihine kayıtlıdır.
Çünkü insanlığın evrensel tarihi, aynı zamanda çokkültürlülüğün tarihidir.
İnsanlığın evrensel tarihi yazabilmek, dünyaya ve toplumsal değişimlere, insanın iç dünyasından bakabilme yetisini gerektirir.
İnsanlığın evrensel tarihi yazabilmek, doğanın gerçeğini olduğu gibi alıp yazınsal gerçek haline dönüştürebilme becerisini gerektirir.
İnsanlığın evrensel tarihi yazabilmek için, hayata çok yönlü bakabilmek, yazılan metnin anlamını hem genişliğine çoğaltabilmek, hem anlamı derinleştirebilmek gerekir.
İnsanlığın evrensel tarihini yazabilmek için iki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına inanmak gerekir: Halkın ve doğanın. Ki onu da Yaşar Kemal öğretti bize. Taşta açan ayçiçeği de bunu kanıtladı hepimize.