İslam tarihinin yedinci yüzyılında, sonradan adı “mutezile (ayrılıkçılık)” olarak anılacak büyük felsefe, inanç ve kelam mezhebinin (Ehl-i Tevhid ve Adalet) ortaya çıkışı, bilinen yorumlarda geçtiği gibi, basit bir kelam tartışması sırasında, düşünür Vasıl b. Ata’nın hadis ve fıkıh âlimlerinden Hasan Basri’nin ders halkasından ayrılmasıyla ortaya çıkmış olmayabilir. Çünkü büyük fotoğrafa bakanlar, Peygamberimizin torunu (Muaviye’nin zehirleyerek öldürdüğü) Hasan’ın, Müslüman toplumun yaşadığı derin sarsıntıları inanç konularındaki zaafiyete bağlayarak Muaviye’nin saltanatı başladığında siyasi faaliyetini tatil edip itikad ve kelam konularına yoğunlaşmasıyla Mutezile’nin doğmuş olabileceğini düşünüyor. Mutezile ve Şia’nın zaman içinde derinlik kazanmış ilmi, felsefesi, itikadi ve kelami teorisinin gücüne ve kapasitesine bakıldığında bu yorumun doğru olmasına yüksek şans tanınabilir.
Dünya ve Türkiye siyasi tarihinde kuşkusuz başka “itizal (ayrılma)” örnekleri de var ama bunların hepsi yukarıda bahsettiğimiz ayrılma kadar anlamlı sonuçlar doğurmuş değildir. Türkiye siyasi tarihinde, teorik olmasa da toplumsal ve derin etkileri olmuş iki siyasi ayrılma öyküsü var. Biri, Menderes’in CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi kurması, diğeri ise Erdoğan’ın Milli Görüş’ten ayrılarak muhafazakar demokrat AK Parti’yi varetmesidir. Her iki siyasi itizalin de benzer etkilerle siyasi hayatta kendilerine alan bulduklarını söyleyebiliriz.
En son Numan Kurtulmuş’un SP’den ayrılarak kendi partisini kurmasıyla neticelenen ayrılık öyküsü ise Menderes ve Erdoğan’ınkine benzer toplumsal elektriklenmeye değil, Vasıl b. Ata’nın filan kelam tartışması nedeniyle Hasan Basri’den ayrıldığına dair yorumdakine fazlasıyla benziyor.
SP içinde henüz gerilim ve kriz patlak vermeden önce yaptığım bazı değerlendirme ve analizlerde Kurtulmuş’un öne sürdüğü “fark”ın gereğini neden yapmadığını sorduğum hatırlanacaktır. SP’nin mevcut yapısına hiç dokunmadan, üstüste defalarca seçim kaybetmiş bütün yöneticilerin en küçük bir özeleştiri bile yapmaksızın ve o başarısızlıklarıyla yerlerinde oturmalarına rağmen SP’nin nasıl farklı bir parti olabileceğini Kurtulmuş’a sorarken kastettiğim, birkaç ismin GİK’ten çıkarılması için sıcak bir yaz günü alelacele kongre toplanması değildi şüphesiz. Nitekim SP’de kriz başladığında yazdığım “SP’nin iç çatışmasında beyhudeliğin karşılaşmaları” yazımda, ama özellikle “Biyolojik gençliğin kerametinde ikinci perde” makalemde, Kurtulmuş’un yanında yer almanın farklılık sebebi sayılmasına itiraz etmiş ve SP’nin siyasi personeliyle ilgili sorunun bu olmadığına dikkat çekmiştim. Meselenin yaşlılık-gençlik sorunu da olmadığını belirtip siyasi başarıyla ilgili değerlendirmelerde Kurtulmuş’la birlikte hareket eden ayrılıkçılardan hangisinin bu açıdan diğerlerinden farklı olduğunu sormuştum.
Kurtulmuş’a sorum şuydu: İtiraz ettikleri isimlerden ne ideolojik, ne siyasi, ne de başarı kriterleri açısından hiç farkı olmayanların sadece Numan Kurtulmuş’un yanında olması onları farklı yapar mı? Kurtulmuş bu sorunun cevabını, itiraz ettiklerinden hiç farkı olmayanlarla yeni bir parti kurarak verdi.
HAS Parti, her ne kadar içinde yeni bazı isimler varsa da özeti itibariyle SP’den “itizal”in siyasi tabelasından başka bir şey değildir!
Nitekim HAS Parti’yi yönetecek olan heyet (GİK), SP içinde üst üste 3-4 seçim kaybetmiş politikacıların ağırlığını taşıyor. Buna karşılık yeni ve denenmemiş isimler Danışma Meclisi’nde vitrine çıkarılmıştır. Danışma Meclisi, Kurtulmuş’un SP’deyken yetkisiz ve sembolik olması konusunda ısrarlı davrandığı İstişare Kurulu’nun HAS Parti’deki karşılığıdır.
HAS Parti’deki yeni isimlere rağmen bu partinin, -AK Parti’nin siyasi gücünün sırrının bu olduğunu düşünerek olsa gerek- AK Parti’nin kuruluş serüvenini izleyip SP’de yöneticilik yapmış veya örgütlerde görev üstenmiş kadroyu yeni partinin otomatik yöneticisi ve kurucu çekirdeği yapması, partiyi ister istemez SP’den ayrılanlar partisi haline getiriyor. Kurtulmuş’un bu bakış açısıyla ‘farklı’ olanı ayırma ve ayırdetme imkânının bulunmamasına şaşmamak lazımdır. Kurtulmuş’un SP içindeki yenilenme hareketine destek verirken yazdığım ve söylediğim gibi, farklılığın dili ve söylemi olan adalet ve özgürlük davasını gürül gürül anlatabilecek bir heyetin ancak farklılık yaratabileceği fikri SP içinde bu yönde bir personel yenilenmesiyle hayata geçirilmediğinde SP’nin gerçek manada farklılaşmadığını değerlendirdiğimize göre bu yenilenmeyi yapmamış HAS Parti’nin farklılığını düşünmemiz için bir neden var mı?
Türkiye’nin mevcut koşullarında HAS Parti’ye fırsat yaratacak bir alan bulunmadığını, olsa bile HAS Parti’nin buna hazır olmadığını bu partinin kimlik bulanıklığı ve karmaşasında açıkça görmek mümkündür. Kendisini ne olmadığıyla tanımlayan ve ne olduğunu keşfetmeye imkan bırakmayacak eleme sonunda “halkın merkezi” gibi anlamsız bir noktaya varan Kurtulmuş, Erdoğan’ın, hiç olmazsa Milli Görüş’ten farklılığını gösterme işleviyle işe yaramış “muhafazakar demokrasi” anlamsızlığından da geri konumdadır. “Halkın merkezi” eğer “merkez parti” sağcılığı değil de sosyolojik bir atıfsa, “halkın merkezi”nde şu anda yüzde 50’ye yakın oyla Türkiye’nin her köşesinden temsilciyi Meclis’e göndermeyi başarmış AK Parti bulunuyor. HAS Parti, 2002 seçimlerinden bu yana istikralı biçimde AK Parti’yi desteklemiş bu yüzde 50’nin mi 2011 seçimlerinde durduk yerde iktidar partisini bırakıp kendi partisine geçeceğini düşünüyor acaba?
Ortada, üstelik de iktidarda ve önümüzdeki seçimde iktidarını güçlendireceği anlaşılan bir merkez partisi varken HAS Parti’nin kendisini merkez partisi olarak takdim etmesinde kuşkusuz sorun var. Kurtulmuş, buradaki “merkez”in sağ ve muhafazakâr niteliğe işaret olduğunu düşünecek olanlara da itiraz ediyor. Her halükarda bir kafa karışıklığı olduğu bellidir. Kurtulmuş’un 2007’de SP’ye genel başkan olma niyetini ima etmeye başladığı andan itibaren ve genel başkan seçildikten sonra SP’nin teorik çalışma sayılabilecek toplantılarında bulunmuş ve de bu süre içinde sadece SP’yi ve ideolojisini konu alan onlarca analiz yazmış biri olarak Kurtulmuş’un bugün HAS Parti’ye varmış düşünce evreninde bazı karışıklıklar olduğunu tespit edebiliyorum.
HAS Parti’nin toplumsal beklentiyi siyasallaştırmış bir hareket olmadığı açıktır. 2000’li yıllardan itibaren kurulan partiler arasında sadece AK Parti’nin bir dip dalgası ve toplumsal katmanlardaki beklentiye hitap eden siyasi parti olarak doğduğunu, diğer partilerin kuruluşunda böyle bir dalgalanmanın yaşanmadığını hatırlayalım. Bu açıdan HAS Parti’nin doğuşu, AK Parti’nin değil, diğer partilerin kuruluşuna benziyor. Ayrıca HAS Parti’nin, Saadet Partisi’nde yaşanan krizin doğurduğu bir parti olarak hala o gerilimin içinden çıkamadığını, kriz partisi olma kimliğine AK Parti’den kopya öğeleri ekleyerek bir tür eklektik siyasi organizasyon haline geldiğini söyleyebiliriz. Partinin kısaltması (HAS Parti) bile AK Parti kısaltmasının aceleye getirilmiş taklidi gibi gözüküyor.
İstişare toplantılarından birinde, Kurtulmuş ve arkadaşlarının gerçekten farklı oldukları için değil, “itizal” ettikleri için yeni parti kurmalarının anlamlı olmayacağını düşünerek, yeni bir parti kurmak yerine AK Parti içinde adalet ve özgürlük mücadelesi vererek iktidar partisini mevcut neo-liberal çizgiden çıkarmaya çalışmalarının daha faydalı olacağını tavsiye etmiştim. Kaldı ki HAS Parti’nin önemli isimlerinden biri olan Mehmet Bekaroğlu, daha önce birlikte hareket ettiği Ertuğrul Günay’ın AK Parti’ye katılması hatırlatılarak acaba Kurtulmuş’un da mı AK Parti’ye katılmaya hazırlandığı yönündeki sorulara verdiği cevaplarda bunun mümkün olamayacağını her temellendirmeye çalıştığında zihninin bu konuyla epey meşgul olduğunu göstermiş olmuyor mu? Bekaroğlu’nun “Günay kompleksi”yle siyaset yapacağı anlaşılan HAS Parti’deki SP’nin yıllanmış isimleri, sırf dava olsun, nam yürüsün veya uzun yıllar sürecek bir asil mücadelenin isimsiz kahramanı olmak için bulunmuyorlar herhalde. Partinin GİK üyesi Ömer Vehbi Hatipoğlu neden SP’den ayrıldıklarını “kimse evde kalmış kız kurusu olmak istemiyor” diye izah etmedi mi?
HAS Parti, “evde kalmış kız kurusu”nun fark edilmek ve yakın vadede talibinin çıkması için daha görünür bir alan olmaktan başka işlev görmeyecekse bu kadar mesai ve mali kaynak israfına ne gerek vardı!