Bir bina çöküyor, enkaz altından birçok ölü çıkarılıyor ve ardından bunlar ‘şehit’ ilan ediliyor. Birtakım hocalar çıkıp ‘’Allah’ın takdiri böyleymiş yapacak bir şey yok’’ diyor. O binayı yapan müteahhidin, oraya ruhsatsız bina yapılmasına izin veren belediyenin, ruhsatsız binaya elektrik, su, doğalgaz bağlayan belediye kurumlarının hiçbir suçu yok. Onlar söz konusu olunca Allah’ın takdiri geçerli olmuyor. Maden ocaklarında, yerin yüzlerce kat derinliklerinde maden işçileri göçükler altında kalıyor, depremlerde yüzlerce insan fay hattı üzerine yapılmış, demirinden, çimentosundan çalınmış çoğu ruhsatsız binalarda ölüyor. Bir de bakıyoruz ‘’Onların kaderi böyle, onların kaderinde bu var’’ deniliyor. O binalara yetki veren bakanlığın, işletenlerin, orayı denetlemekle sorumlu olanların hiçbir suçu yok. Kader ancak göçüklerin altında kalanlar için söz konusu oluyor. İşler kötü gidince “Allah’ın kaderi” her seferinde imdatlarına yetişiyor.
Peki bu ‘kader inancı’ nereden geliyor?
Hakikaten bunlar Allah’ın takdiri ve kaderde öyle mi yazılmış?
Yöneticiler, yetkililer, kamu görevlileri, sıkıştığında ve türlü ihmalleri ortaya çıktığında neden Allah’ın kaderi yapılacak bir şey yok diyorlar?
Bunun sebebi kaderin ne olduğunu bilmemek, inandıkları Allah’ın kendilerinden ne istediğinin farkında olmamak, Kur’an’dan bihaber olmaktır. Kur’an’da ‘’Başınıza gelen musibetler sizin kendi ellerinizle yaptıklarınızdan dolayıdır’’ (Şura; 30) denilir. ‘’Biz herkesin kaderini kendi boynuna dolamışızdır’’ (İsra; 13) denilir. ‘’Bahtınız/talihiniz kendinizdendir’’ (Yasin;19) denilir. Bunlar gibi Kur’an-ı Kerim’de onlarca ayet vardır.
Şu hâlde “kadere iman” İslam inancına nereden girmiştir?
Kur’an’da “kadere iman” diye bir şey yok ama “takdir/ kader” diye bir kavram var. Bu ikisi ayrı şeydir.
Şu hâlde kader/takdir gerçekte ne demektir?
Doğa yasaları demektir. Evrenin gidiş kanunları, toplumların yükseliş ve çöküş yasaları, tabiatta cereyan eden kanunlar, bilimsel yasalar ve kanunlar demektir. Kur’an-ı Kerim, bu yasaların konulduğundan bunların vazedildiğinden bahsediyor. Hem insanda hem bitkilerde hem tabiattaki tüm canlı ve cansızlarda, işleyen tabiat kanunları vardır. Mesela hangi hallerde fay hattı kopar deprem olur, hangi halde yağmur yüklü bulutlardan yağmurlar boşalır, hangi halde bulutlar yağmurla yüklenir, hangi halde şimşek çakar, yıldırım düşer, hangi halde ölüm olur, hangi halde doğum olur, üremenin yasaları nedir, görmenin, işitmenin kanunları nedir, bilimsel yolları, prensipleri, ilkeleri nelerdir? Bunlar fiziğin, matematiğin, geometrinin, kimyanın, biyolojinin, astronominin, gökyüzünün, yeryüzünün, jeolojinin, tarihin ve toplumun işleyen yasalarıdır.
Böyle yasalar var mı? Evet var.
Tarihin ve toplumun yasaları sosyal bilimlere girer ve onları bulup ortaya çıkarmak biraz zordur. Epey karşılaştırma, mukayese, çaba, defalarca deney, gözlem gerektirir. Ama bunlara nazaran doğanın, tabiatın yasalarını, yerin ve göğün kanunlarını bulmak daha kolaydır ve hepsi de bilimsel yöntemler gerektirir. Su kaç derecede kaynar, yer çekimi kanunu nedir, yıldızlar, gezegenler, gökyüzünde nasıl bir yörünge üzerinde dönmektedir? Bunları bilim adamları araştırırlar, bulurlar, zaten bilim bunun için vardır.
Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in takdir/kader dediği şey işte bu tarihin, toplumun ve tabiatın yasalarıdır. Oluş ve yok oluş, meydana geliş ve çözülüş, işleyiş yasaları, gidiş kanunlarıdır. Eski filozofların tabiri ile ’’kevn-ü fesad’’ oluş ve bozuluş kanunlarıdır. Çünkü tarih, toplum ve tabiat sürekli oluyor ve bozuluyor. Bir kanuna göre doğumlar, diğer kanuna göre ölümler oluyor. Sürekli yeni canlılar yeryüzüne geliyor, insanlar, hayvanlar, bitkiler doğuruyor. Doğumun yasalarına göre bu doğuş olayı gerçekleşiyor sonra bunlar da ölüyor. Onlar da ölümün yok oluşun yasalarına göre gerçekleşiyor. Yani yasaya, prensibe göre, önceden vazedilmiş bize bağlı olmayan, bizimle değişmeyen, herkese aynı şekilde işleyen evrenin kanunlarına göre oluyor. İşte o evrenin kanunlarına Kur’an-ı Kerim ‘’takdir, kader’’ diyor.
Şimdi insanlar maden ocakları açıyorlar, yerin derinliklerinde maden arıyorlar, bina yapıyorlar, yaptıkları binalarda yaşıyorlar. Bizim gibi ülkelerde bir deprem oluyor ve binalar yerle yeksan oluyor ama aynı deprem Japonya’da olsa binalara bir şey olmuyor. Aynı şiddette deprem oradaki evleri yıkamıyor ama buradaki evler yıkılıveriyor.
Depremde kader nerede? Burada kader yerin sarsılmasıdır, fay hattıdır. Bunun kanunları vardır. Yer sarsıcıdır, fay hattı kopucudur, yağmurlar yağıcıdır ve boş bulduğu yerlere doğru akar, boşluklarda göller oluşur, göller taşar, baraj olmazsa dev sular halinde akar. Denizler zaman zaman kıyıya dev dalgalar halinde vurur tsunami olur, fırtına, kasırga, çöllerde kum fırtınası olur. Bunların hepsinin tabiat yasalarına göre işleyiş kanunları vardır. Şimdi siz bu kanunları bildiğiniz zaman, bunların size vereceği zararlardan da korunmuş olursunuz. Ona göre ev yaparsınız, ona göre giyinirsiniz, ona göre yamaçlarda binalar dikersiniz. Fay hattının üzerine içinde demir olmayan, yığma tuğla ile ev yapmazsınız. Fizibilite diye bir şey var yani bir yere bir bina dikmeden önce orayı araştırmak. Buraya bina dikilir mi? Toprak nasıl? Sarsıntı olduğu zaman ne kadar dayanabilir? Ne kadar derinlikte çökebilir? Altında kaya var mı, yok mu? Araştırma yaparsınız ve yeryüzüne ona göre binalar dikersiniz. Bir bina ne kadar şiddette sarsıldığı zaman yıkılır? Ne kadar demir kullanmak gerekir? Ne kadar beton kullanmak gerekir? Bunların hepsinin bilimi vardır. Mühendislik, inşaat mühendisliği, mimarlık, jeoloji diye bilimler var. Bu fakülteler ne için var ne güne duruyor, insanlar oralarda ne için okuyor? Bunları öğrenmek için yani tabiatın yasalarını din dili ile söyleyecek olursak Allah’ın takdiri ve kaderinin ne olduğunu, nasıl işlediğini öğrenmek için okuyorlar.
İslam tarihinde ‘kadere iman’ Muaviye döneminde doktrin (resmî ideoloji) haline getirildi.
Muaviye’den önceye gidelim. Müşrikler Kur’an-ı Kerim’in indiği dönemde derlerdi ki; ‘’Yoksulluk Allah’ın kaderidir, biz yoksullara vermek zorunda değiliz, onları doyurmak zorunda değiliz. Zenginlik Allah’ın kaderidir ve zenginler zengin olmakla, yoksullarda yoksul olmakla imtihan olunmaktadırlar.’’ Yeryüzünde var olan zenginlik- yoksulluk eşitsizliğine dayalı bu düzeni Allah’ın kurduğunu söylüyorlardı ve buna ‘’kader’’ diyorlardı. ‘’Kader böyle yapacak bir şey yok’’ diyorlardı. Peygamber de ‘’Hayır böyle bir şey yok, zenginler yoksullara verecek’’ dediği zaman onlar da ‘’hayır vermeyeceğiz, vermek zorunda değiliz. Eğer isteseydi Allah o yoksulları doyururdu, biz niye vereceğiz ki’’ diyorlardı. Yasin suresinin 47. ayetinde aynen böyle söylediğini göreceksiniz ve bunu söyleyenlere Kur’an-ı Kerim ‘’kafir’’ diyor, bunlar ‘’kafirdir’’ diyor. ‘’Kendilerine, Allah’ın size verdikleri rızıklardan infak edin, yoksullara ve muhtaçlara verin dendiği zaman o kafirler derler ki; isteseydi Allah’ın doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız” (Yasin; 47) Yani bunlar gerçeğin üstünü örtenler, münkirler, Allah’ın kanunlarını inkar edenlerdir.
Oysa durum tam tersidir. Fussilet suresi 10. ayetine göre Allah zenginliği ve yoksulluğu değil, eşitliği takdir etmiştir. ‘’Allah yeryüzünde sabit dağlar var etti. Dört mevsim yeryüzünden yetişip gelen rızıklar murad etti ve bunların insanlar arasında eşit bölüşülmesini takdir etti.’’ (Fussilet;10 ) Kader, yasa, toplumsal prensip olarak eşitliği vazetti diyor. Allah’ın bu konudaki takdiri, eşitçe nimetlerin bölüşülmesidir. Oysa müşrikler ‘’Zengine daha çok, yoksula daha az vermek Allah’ın takdiridir. O nedenle bizim zenginliğimiz sorgulanmamalı, bizden alıp onlara vermek gibi bir zekât düzeni de olmamalıdır, vermiyoruz’’ diyorlar. Sonra var olan toplumsal eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri Allah’ın takdir ettiğini, kaderin böyle olduğunu iddia ediyorlar. Peygamber bunlara karşı çıkıyor Kur’an bunlara karşı geliyor.
Sonra Muaviye dönemine geliyoruz. Muaviye diyor ki; ‘’Benim sizin başınızda olmam, halife olmam Allah’ın takdiridir. Dolayısıyla bana karşı gelmek Allah’ın takdirine karşı gelmektir.’’ Sonra Yezit diyor ki; ‘’Hüseyin’in Kerbela’da öldürülmesi Allah’ın takdiridir. Benim sizin başınızda halife olmam Allah’ın takdiridir. Bana karşı yapılan bütün isyanlar Allah’ın kaderine karşı yapılmış isyanlardır.’’ Onlardan sonra gelenler de diyorlar ki; ‘’Emevîlerin 91 yıl boyunca Müslümanları idare etmesi ve onların başında halife olarak bulunması Allah’ın takdiridir. Ezeli ervahta, levh-i mahfuzda, ruhlar aleminde bu böyle yazılmıştır. Buna karşı gelmek Allah’a karşı gelmektir, Allah’ın takdirini reddetmektir.’’
Daha sonra Abbasiler geliyor. Bu sefer de onlar ‘’Allah’ın takdiri’’ kavramı yerine ‘’Allah’ın iradesi’’ kavramını kullanıyorlar. Diyorlar ki; ‘’Emevîlerin yerine Abbasilerin Müslümanların başına geçmesi Allah’ın iradesidir. Halife de Allah’ın yeryüzünde iradesini temsil etmektedir, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir. Dolayısıyla Abbasi sultanlarına karşı geldiğiniz zaman Allah’ın iradesine karşı gelmiş oluyorsunuz.’’
Osmanlılar da aynı kültürü devam ettirerek şöyle demişlerdir: ‘’Allah’ın kaderi ve iradesi böyledir. Mülk Allah tarafından bize verilmiş bir lütuftur. Tüm memalik-i Osmaniye Sultan’ın mülküdür. Ona karşı gelmek, ona isyan etmek demek; Allah’ın mülküne, iradesine, takdirine karşı gelmektir. Bu da Allah’ın yeryüzündeki gölgesine yani Sultan’a kılıç (huruç alessultan) çekmektir. Böylelerin katli vaciptir’’ diyerek fetva yayınlıyorlar.
Görüyoruz ki; ‘’Allah’ın yeryüzündeki kaderi, iradesi, lütfu budur, ne yapalım, yapacak bir şey yok size düşen itaattir’’ kültürü binlerce yıldır devam etmiş ve etmektedir. Emevîler ile başlayan ”kader”, Abbasiler ile devam eden ”irade”, Osmanlı’da da ”lütuf” olarak sürmüştür.
Bu anlayış Peygamber zamanında da Kur’an’da da yoktu. Müşrikler zamanında vardı ve Emevîlerle beraber tekrar hortlayarak iktidardakilerin kullandığı bir afyona dönüştü. Şimdikiler de bu afyon kültüründen konuşuyor. Binalar yıkıldığı zaman, maden ocakları çöktüğü zaman hemen ‘’kader, irade’’ kavramlarına sığınıyorlar.