“Umut Deneyi,” umudun ve psikolojik dayanıklılığın insan davranışı üzerindeki etkisini anlamamıza ışık tutan, tartışmalı ancak ilham verici bir çalışmadır
Hepimizin bildiği bir durumdur. İnsanlar, herhangi bir nedenle, hayatın artık yaşamaya değer olmadığına inanmaya başladıklarında, bu inanç kendi kendini gerçekleştirme eğilimindedir. Ancak bu durumun tam tersi de aslında geçerlidir.
1950’lerde Harvard Üniversitesi’nden Dr. Curt Richter, su dolu kovalar ve hem evcil hem de vahşi fareler kullanarak gerçekleştirdiği dikkat çekici deneyle, psikoloji alanında umut etmenin gücünü ortaya koyan şaşırtıcı bir keşfe imza attı.
Umut Etmenin Gücünü Bize Gösteren Bir Deney
1957 senesinde Curt Richter laboratuvarında asistanlarıyla beraber ilginç bir deney üzerinde çalışıyordu. Deneyin amacı su sıcaklığındaki değişimlerin canlıların vücut dirençleri üzerindeki etkisini ölçmekti. Deneye maruz bırakılan farelerin su üstünde kalma süreleri incelendiğinde Curt Richter ilginç bir durum fark etti. Bazı fareler boğulmamak için uzun süre mücadele ederken bazıları kolay pes ediyor gibi gözüküyordu.
Bugün korku, sevinç gibi duygulara kalbin verdiği fizyolojik tepkilerin otonom sinir sistemi tarafından yönlendirildiğini biliyoruz. Ancak 1950’li yıllarda otonom sinir sisteminin kalp üzerindeki etkileri hakkında hâlâ çok şey belirsizdi. Bu durum, Richter’i daha sistematik bir deney tasarlamaya yönlendirdi.
Richter, bu kez farklı bir deney planladı. Deneyin amacı, farelerin boğulmaya karşı ne kadar süre dayanabileceğini ve bu sürenin ardındaki mekanizmaları anlamaktı. Bu konu rahatsız edici bir temaya sahip olsa da Richter’in hedefi, bu süreçteki fizyolojik ve psikolojik faktörleri keşfetmekti.
Richter, deneylerini fareleri suyla dolu kovalara koyarak ne kadar süre hayatta kaldıklarını gözlemleyerek gerçekleştirdi. Deneyin ilk aşamasında, 12 evcil fareyi test etti. Çoğu fare birkaç dakika içinde boğularak öldü. Ancak dikkat çekici bir şekilde, bazı fareler seksen saatten fazla yüzerek hayatta kalmayı başardı.
Deneyin ikinci aşamasında, Richter bu kez 34 yaban faresini kullandı. Yaban farelerinin doğal ortamlarına ve daha güçlü hayatta kalma içgüdülerine dayanarak daha uzun süre dayanacaklarını öngörüyordu. Ancak yüzme yeteneklerine rağmen, şaşırtıcı bir şekilde 34 fareden hiçbiri birkaç dakikadan fazla hayatta kalamadı.
Umut Etmenin Gücü Yaşam İle Ölüm Arasındaki Bir Sınırdı
Richter, deneyinde farelerin kalp atışlarını derilerinin altına yerleştirilen elektrotlar aracılığıyla da ölçüyordu. Bu ölçüm sonuçları oldukça ilginç bir duruma işaret ediyordu. Beklentilerin aksine, EKG kayıtları yenik düşen farelerin kalp atışlarında bir hızlanma yerine yavaşlama olduğunu gösterdi. Fareler, savaş ya da kaç tepkisi sergilemek yerine, durumlarını kabullenmiş ve umutsuzca sonlarını beklemiş gibi görünüyorlardı.
Bu bulgular Curt Richter’i, bazı farelerin neden mücadeleyi erken bıraktığını sorgulamaya yöneltti. Sonuç olarak, umudun mücadele etme isteğinde kilit bir faktör olduğuna karar verdi. Ona göre, evcil fareler daha önce insanlardan yardım gördükleri için kurtarılma umuduna sahiptiler. Bu nedenle daha uzun süre mücadele ettiler. Ancak yaban fareleri böyle bir deneyime sahip olmadıkları için kolayca vazgeçtiler. Sempatik sinir sistemi, beklenen “savaş ya da kaç” tepkisini vermemişti.
Richter, bu bulguları daha derinlemesine anlamak için bir başka deney tasarladı. Bu kez, fareleri aynı koşullarda suya bıraktı ancak vazgeçip batmaya başladıkları anda onları sudan çıkardı. Fareleri kuruladı ve birkaç dakika dinlenmelerine izin verdikten sonra yeniden suya koydu.
Deneyin sonunda, farelerin ikinci kez suya konulduklarında ilk denemeye kıyasla çok daha uzun süre yüzdükleri gözlemlendi. Değişen tek şey, daha önce kurtarılmış olmalarıydı; bu sefer umutları vardı.
Richter, farelere durumlarının umutsuz olmadığını öğretmenin – örneğin belirli aralıklarla sudan çıkarılmalarının – onların yeniden çaba göstermesine, mücadele etmesine ve kaçmaya çalışmasına neden olduğunu kaydetti.
Bu Fare Deneyi Bize Ne Öğretir?
İnsanlar ve fareler elbette birbirinden çok farklıdır, ancak bu deneyden öğrenebileceğimiz önemli bir ders var. Çalışmanın etik boyutunu bir an için bir kenara koyarsak, bu deney umudun hayatımızdaki rolünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Umutsuzluk, enerjimizi ve motivasyonumuzu tüketerek bizi pes etmeye itebilir. Ancak umut, dayanma gücümüzü artırarak çok daha uzun süre mücadele etmemizi sağlar.
Zor zamanlar, tanımı gereği zorluklarla doludur. Ancak toplama kamplarından sağ çıkmayı başaranların ortak bir özelliği vardı: Kurtulacaklarına dair inançlarını kaybetmediler. Onlar, içinde bulundukları dehşet verici koşullara rağmen umutlarını koruyarak hayatta kalmayı başardılar.
Voltaire, “Bir gün her şeyin daha iyi olacağını düşünmek, umudumuzdur; bugün her şeyin iyi olduğunu düşünmek, yanılgımızdır,” der. Umut, zorluklara rağmen keyif almanın, korkuya ve çaresizliğe karşı direnmenin bir yoludur.
Eğer yaşamlarımızın hem keyifli hem de anlamlı olmasını istiyorsak, en karanlık zamanlarda bile umudu seçmeliyiz. Çünkü umut, daha iyi bir dünya olasılığını canlı tutar. Ancak unutmayalım: Umut, sadece oturup beklemek değildir. Umut, yıkılan hayallere ve bozulan morallere rağmen eyleme geçmek için ayağa kalkmaktır.
Umudunuzu ve kendinize olan inancınızı asla kaybetmemeniz dileğiyle… Daha güzel günlere birlikte ulaşmamız umuduyla..