Her ikisi de ötekileştirmeye, tektipleştirmeye ve sindirmeye yönelik tahakküm ve nefret ideolojileridir.
Batı merkezli kapitalist modernite laik otoriteryenliğine aykırı her inanç ve düşünceyi bilimsel kıstaslarıyla aforoz ederken dinsel kurumlar ise ahlakçı ve gelenekçi yapılarına (patriarkal /pastoral otorite) karşı tehdit gördükleri her farklılık ve çeşitliliği yoketme yoluna başvururlar.Doğunun despotik teokrasisi kadını zorla kapatan, eşcinselliği, ateizmi vb. özgür yönelimleri suç sayar iken; (İran ve Arabistan devlet uygulamarı buna en güçlü örneklerdir.) Batı merkezli modernizm ise yerleşik hale gelmiş, üst (beyaz) medeniyetçi anlayış ve hırs, kolonyalist karakteriyle asimile edemediği, köleleştiremediği herşeyi ve herkesi dışlamış ve düşmanı ilan ederek yaşam hakkını elinden almıştır.“Avrupa’da Müslümanlara yönelik örtünme yasakları ve göçmenlere duyulan ırkçı nefret gibi.”
Ki burda anlatmak istediğim laik veya dinsel, doğulu veya batılı, bilimsel veya bilimdışı tüm iktidar biçimlerinin özgürlük ve eşitlik tahayyüllerimizin önünde büyük engeller oluşturduğu ve bizi zehirlediği gerçeğidir.
Dinsel veya bilimsel her türlü hiyerarşik anlayış köleleşme ve zulüm yaratır. Hayat-din anlayışımız bizi börtü-böcek ve evrenle eşitlemiyorsa içimizdeki efendi kibri bize sahip olmuş demektir.Eşitlikten kastım aynılaşmak, benzeşmek ve tektipleşmek değildir.Tam tersi tüm özgünlük ve biricikliğiyle her çeşitliliğin tahakkümsüz ve özgürce yaşayabilme felsefesidir.
Michel Foucault’nun heterotopya kavramıyla açmaya çalışırsak
“ütopyaların teselli verdiği” ve “masalımsı, büyülü ve düz mekânlarda” tasavvur edildikleri için bir yerleri olmadığı (u-topos) belirlemesi, beraberinde “türdeş olmayan yer” anlamında ‘heterotopya’ kavramını getiriyor. Gerçek bir yere ait olmayan, geleceğe yerleştirilmiş ideal bir varış noktası olarak ütopyanın tek tip, homojen ve aşkın niteliğine karşın heterotopya, yaşadığımız toplumlar ve kültürlerin içinde var olan ve olabilecek sayısız alternatiflerin, yaşam, mekân ve örgütlenme biçimlerinin birbirlerini dışlamadan eş zamanlı şekilde var olabilen birlikteliğidir.’‘
İslamofobia ile İslamofaşizm ilişkisinin tarihsel ve sınıfsal kökleri, pozitivizmden bağımsız arkaik yörüngeleri(pastoral iktidar), dinlerin kendi içinde ontolojik ve sosyopolitik ayrışmaları, modern disiplin toplumu ve bilimsel faşizm,İslamofobia ile homofobia’nın simbiyotik ilişkisi ile neofaşizmin niteliksel seyri ve İslam’ın iktidarlaşma serüveni ayrıca yoğunlaşılması gereken, derin ve önemli boyutları olan konulardır.Ben sadece birbirine zıt ve uzak gibi gözüken laik ve dinci kurumsallaşmaya (üstyapılaşma) kaynaklık eden totaliter ve otoriter toplum – hayat tasavvuruna kabaca değinmeye çalıştım..
Fırat Karaaslan