Meksika seçimleriyle Avrupa Parlamentosu seçimleri arasında geçen kısacık sürede umuttan kaygıya çok hızlı salındık. Kitlelerin neoliberal politikalara yönelik öfkesini ‘yakalayarak’ kendine kanalize edebilen faşizmin yükselişine artık gözlerimizi kapayamayacağımızla yüzleştik.
Aysun Gezen – Akademisyen
Umut ile kaygı (ve biraz da korku) arasında salındığımız zamanlardan geçiyoruz. Kamu hizmetlerini piyasalaştıran, müşterek varlıklarımıza özelleştirmeyle el koyan, yoksulluğu derinleştiren, zengini daha da zenginleştiren neoliberal politikalara karşı giderek büyüyen öfke ifadesini ‘başka bir dünya’ arayışında bulduğunda umudumuz ete kemiğe bürünüyor; bu öfke eşitlikten nefret eden, kendi ayrıcalığını ve üstünlüğünü ileri süren, yabancı düşmanı yeni faşist hareketler tarafından “yakalandıkça” da tüm insanlığın ve yerkürenin geleceğine dair kaygılanıyoruz.
Meksika seçimleriyle Avrupa Parlamentosu seçimleri arasında geçen kısacık sürede umuttan kaygıya çok hızlı salındık.
Meksika’da 2 Haziran’da yapılan ve iki kadın arasında geçen seçimde 200 yıllık cumhuriyet tarihinin ilk kadın devlet başkanı seçildi Claudia Scheinbaum.
Başarılı ve akademik bilgisini toplum yararına sunan bir bilim insanı, gençliğinden itibaren eşit ve özgür bir dünya için mücadele içinde yer alan bir kadın olarak Scheinbaum’un her gün yaklaşık 10 kadın ya da kız çocuğunun öldürüldüğü, kartellerin “hüküm sürdüğü”, şiddetin her alanda “olağanlaştığı”, erkek egemen yapının oldukça güçlü olduğu bir ülkede tarihin ilk kadın başkanı seçilmesi kuşkusuz çok önemli bir gelişme. Neoliberal politikalara karşı soldan bir cevap üreterek umudu büyüten pratiği ve vaatleriyle Scheinbaum, seçim kampanyasının son mitinginde genç kadınlara ve Meksika’daki tüm kadınlara seslenip “artık yalnız değilsiniz” diyordu. Kadınların mücadelesi 2021 yerel seçimleri öncesinde aday belirlemede cinsiyet eşitliğinin gözetilmesi zorunluluğunun kazanılmasını, belirli eyaletlerde kürtaj yasağının ceza yasasından kaldırılmasını sağlamıştı. Kadınların siyasette giderek daha önemli bir yer kapladığı Meksika’da “önce yoksullar olmak üzere herkesin yararına” sloganıyla yola çıkan Scheinbaum, neoliberalizmin yarattığı yıkımın sonuçlarıyla yetinmeyeceğini, bu sonuçları yaratan düzeni değiştirme hedefini de ifade ediyordu.
Sadece bir ayda iki binden fazla insanın öldürüldüğü, kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddetin en yüksek olduğu ülkelerden biri olan, adı zikredildiğinde militarist ve eril kültürü sürekli yeniden üreten kartellerin, uyuşturucunun ve yolsuzlukların ilk olarak akla geldiği Meksika’da kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi açısından çok önemli bir moment kuşkusuz ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi veren tüm kadınların umudunu büyüttü.
Yaklaşık bir hafta sonra yapılan AP seçimleri ise kitlelerin neoliberal politikalara yönelik itirazını ve öfkesini “yakalayarak” kendine kanalize edebilen faşist hareketlerin yükselişine artık gözlerimizi kapayamayacağımız gerçeğiyle kaygılarımızı arttırdı. Solun gerçek bir alternatif olarak kendini ortaya koyamadığı durumda kapitalizmin krizinin kitleleri kendiliğinden düzen karşıtı bir harekete sevk etmeyeceğini, hatta faşist hareketlerin böyle bir konjonktürde krize sağdan verilmiş bir yanıt olarak nasıl yükseldiğini tarihsel deneyimden biliyoruz. Niyetim bu yazı kapsamında faşizm tartışması yapmak değil; aşırı sağ, alternatif sağ olarak adlandırılan ancak klasik faşizmlere referansla kendini tanımlayan ve eyleyen bu hareketlerin kadınları ve göçmenleri bilhassa kaygılandırmasının çok haklı gerekçeleri var. Üstelik İtalya ve Fransa gibi ülkelerde kadın liderleri olan hareketler…
Yeni faşist hareketlerin kadınları kaygılandıran ortak noktalarına geçmeden önce bu konuya bir parantez açmak iyi olacak. Politik muhtevadan soyutlanmış, sadece temsile ve istatistiklere odaklanan bir şekilde kadınların siyasetteki yerini tartışmak yetersiz ve hatta yanıltıcı olacaktır. Kuşkusuz kadınların cam tavanları kırıp geçtiği örneklerin, siyasetin yüksek kademelerinde karar verici olarak daha fazla yer almalarının tüm kadınlar açısından cesaretlendirici bir yanı var. Ancak bu yeterli değil; çünkü Giorgia Meloni ve Marine Le Pen gibi yeni faşist hareketlerin ya da aşırı sağın lideri olan kadınlar, Kevin Passmore’un deyişiyle “kadınları eve döndürmek için evden çıkarıyor”. Kadınlara bildirilecek haddin kadınlar tarafından içselleştirilmesi ve savunulması için, kadınların gönüllü kulluğu benimsemesi için seferber edilecek politikaların başını çekiyor bu liderler. Kadınların anneliğin ve ailenin merkez alındığı “milli” bir görevle donatılması paradoksal bir biçimde kadınları siyasete dahil ederken onları çerçevelemenin, sınırlandırmanın da aracı oluyor. Nitekim İspanya’da Vox tarafından tüm aşırı sağ ya da yeni faşist hareketleri bir araya getirmek için düzenlenen etkinlikte BM kalkınma hedeflerinin (ki toplumsal cinsiyet eşitliği önemli yer tutuyor) eko-feminist bir komplo olarak nitelendirilmesi kadınların bağımsız ve eşit özneler olarak var oluşu için mücadele verenlerin düşmanlaştırılmasının altındaki mantığı ortaya koyuyor. AP’deki konumunu muhafaza eden merkez sağın liderliğini yapan Ursula von der Leyen’in de savaş yanlısı, daha muhafazakar ve militarist politikaların sözcülüğünü yaptığı da bu tabloya eklenirse politik muhtevadan soyutlanmış bir kadın temsilci sayısı tartışmasının toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için verilen mücadeleye zarar vereceği dahi söylenebilir.
Aşırı sağ ve/veya yeni faşist hareketler kimi politika farklılıkları taşısa da aralarındaki en benzer alan kadına ilişkin görüşler. Bu hareketler için doğa toplumsal düzeni yargılayabilecek bir standart; ulusun başarısı da cinsiyet rejimine, cinsiyet ve cinselliğe ilişkin doğa yasalarının kabullenişine bağlı: doğal cinsiyet rolleri var. Meloni’nin göç nedeniyle tehdit altında olduğunu iddia ettiği İtalyan ulusunu ve kültürünü korumak için kadınları daha çok çocuk yapmakla yükümlü kılan konuşması tam da böyle bir arka plana oturuyor. Göçün nedenlerini ortadan kaldırmak yerine öfkeyi göçmenlere yönlendirerek ekonomiyi mevcut haliyle “dokunulmaz” kılarken düşen doğum oranlarının yaratacağı “demografik buzul çağını” aşmak için de kadının bu doğallaştırılmış toplumsal cinsiyet rollerine “ikna edilmesini” hedefliyor.
Eşitliği savunan ve eşitlik mücadelesi verenlerin cinsiyetçi iş bölümüne dayanan doğal düzeni, “Batı medeniyetini” ve beyaz erkeklerin haklarını (yani imtiyazlarını) tehdit ettiği savıyla kadınların haklarını geliştiren düzenlemelere imza atan siyasal sisteme ve elitlere de kızgınlık söz konusu. Bu boyutuyla yeni faşist hareketler erkekliğin restorasyonu için de önem taşıyor. Kitlelerde buldukları karşılık, merkez sağ partilerin onların söylemlerini kullanmalarını ve aşırıya yaklaşmalarını da beraberinde getiriyor.
Anti-feminist, kadın düşmanı politikalar bu hareketlerin ideolojisinin temel direği. Cinsiyetler arası doğal iş bölümü ve hiyerarşi inancı, ikili cinsiyet ve sabit cinsiyet rollerine olan inanç kadınların ve LGBTİQ+ların eşitlik mücadelesini düşman olarak görmelerinin de temeli. Geleneksel aile rollerine dönüş, ailenin reisi olarak erkek, kürtaj karşıtlığı, tek büyük bir aile olarak millet, onun koruyucusu olarak erkek anlayışı diğer ortak noktaları. Kendi «doğal» edilgen konumlarını reddeden, cinsel ve siyasi özgürleşmenin tadını çıkaran kadınlar aileyi ve dolayısıyla da milleti de yıkacak tehdit olarak konumlanıyor ve şiddetin, nefret söylem ve eylemlerinin nesnesi oluyor.
Norbert Elias’ın ifadesiyle “otoriter aile yapısı, otoriter devlete giden en kısa yoldur”. Yeni faşist hareketlerin muhafazakar ya da merkez sağ ile ortaklaştığı ve onları bilhassa kadın politikasında birbirine yaklaştıran hatta aynılaştıran da budur: kadına boyun eğdirilmesi.
Bitirirken AP seçimleriyle savrulduğumuz kaygının kadınları paralize edecek değil, öfkelerini değiştirme yönünde daha güçlü bir iradeye kanalize edecek bir duygu olduğunu vurgulamak gerekir. Kadınların eşit ve özgür özneler olarak bağımsız varoluşu da ancak ataerkiyle hesaplaşmış sol politikalarla mümkündür.
***
İzlanda’da kadın adaylar yarıştı
İzlanda’da 1 Haziran’da gerçekleşen başkanlık seçimini yüzde 34,3 oyla Halla Tómasdóttir kazandı. Seçim, geçen 9 Nisan’da görevi bırakan eski Başbakan Katrin Jakobsdottir de dahil olmak üzere 3 kadın aday arasında geçti. Yüzde 25,2 oy alan eski Başbakan Jakobsdottir’i ve yüzde 15,5 oy alan Halla Hrund Logadottir’i geride bırakan Tómasdóttir, başkanlık koltuğuna seçildi. Seçime bağımsız olarak giren Tómasdóttir, kampanyasını sosyal medyanın ruh sağlığına etkisi, İzlanda’da turizm ve yapay zeka gibi konuların üstüne kurdu.
Görevine 1 Ağustos’ta başlayacak olan Tómasdóttir, mevcut Başkan Gudni Johannesson’un yerini alacak. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2023’teki raporuna göre İzlanda, dünyada cinsiyet eşitliğinin en yüksek olduğu ülke.