Toplumların inanç dünyalarını özgürce inşa etme, ifade etme ve geliştirme hakları insan haklarının bir parçasıdır. Bu hak inananlar için bir görev ve sorumluluk alanı doğurur.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devlet bu alanı tanımlama , sınırlandırma ve kontrol altında tutma yetkisini kendi tekelinde tutmuştur. Zaman zaman baskı, kimi dönemlerde göz yumma hatta bazen destekleme ilişkisi inanç dünyası ile iktidar arasındaki çarpık ilişkinin alt yapısını oluşturmuştur.
İnançlarını iktidara karşı koruma refleksi ile hareket etmesi gereken kimi gruplar bunun yerine iktidar ile iyi geçinme hata iktidar olanaklarını ele geçirme yolunu tercih etmişlerdir.
Bu tercih kısa bir süre içerisinde moral değerlerin araçsallaşması ve tipik iktidar yozlaşmasını beraberinde getirmiştir.
Cemaat imkanlarının şeffaf ve hesap verilebilir olmayan kurumsallaşmasını, ilkesiz ve kendisi merkezli kullanma alışkanlığı hem inananlar hem diğer toplum kesimleri için ciddi bir tehlike içermektedir.
Kayırmacı kadrolaşma, haksız bir güç ortaya çıkarmakla kalmamış toplumsal güvensizliğin de derinleşmesine zemin oluşturmuştur.
Laiklik adına uygulanan baskı politikaları ile muhafazakarlık adına buna karşı yürütülen girişimler birbirini beslemekte ve özgürlükçü bir üçüncü seçeneğe olan ihtiyacı daha da açığa çıkarmaktadır.
Dinin iktidar merkezli şekillendirilmesi yerine toplum eksenli ele alınması gereği gün geçtikçe kendini hissettirmektedir. İnanca dayalı değerler ve onan inanları istismar aracı haline getirip sadece iktidara ulaşmanın kolaylaştırıcısı konumuna düşürmek en hafif ifade ile ihanettir.
Bin dört yüzyıllık İslam tarihi bunun onlarca örneği ile doludur. Bir taraftan insanların samimi duygularının çıkar ilişkilerinin malzemesi haline getirilmesi diğer taraftan bu iktidar imkanlarını kaybetmemek için her türlü yöntemi kullanmanın meşruiyeti algısı ile hareket edilmesi.
Kendisi gibi düşünmeyen hatta kendi cemaati ile birlikte hareket etmeyen herkese düşman muamelesi yapılması ve onlarla mücadelede en acımasız yöntemlere başvurularak adeta bir iktidar savaşı yürütülmesi.
Dinin kanaatkar ve anlayışa dayalı kişilik atmosferinden sıyrılarak, hırsa, nefrete dayalı bir psikoloji içerisine sürüklenilmesi bile başlı başlına bir çürüme işaretidir. Sınırsız bir egemenlik kurma duygusu ile bürokrasi de yargıda takınılan tavırlar, sadece Türkiye toplumunun değil bir süre sonra bu gücün ulaştığı her ülkenin korkulu rüyası olacaktır. Radikal İslam korkusunun karşısında daha modern ve ılımlı bir görünüm altında inşa edilmesine fırsat verilen bu alternatif, çok daha tehlikeli ve geri dönüşü olmayan gelişmeleri beraberinde getirecektir.
Bir noktadan sonra bir cemaatin mensupları hatta kanaat önderini de aşabilecek olan kimi gelişmeler çok geç olmadan ele alınmazsa ciddi bir travmanın içerisine sürüklenebiliriz.
Başlatanların, destekçi olanların hedeflerini bile geride bırakan bir noktaya gelip dayanıldığında, bu durumu serinkanlılıkla ele alabilmek için geç olabilir.