İktidar kurucu güçler, bilimsel bilgiyi ve yaratıcılığı, sanat ve kültürü, zorba iktidar alanlarına hapsedip, tekellerine alarak iktidarlarını yükselttiler. Bilgiyi, ortak toplumsal bellekte gönüllülük ekseninde yoğrulan, ahlaki ve vicdani içeriğinden soyutladılar. Yani bilginin; vicdanla ve ahlakla olan içsel ve özsel bağını kopardılar. Bilginin üretilmesinde ve ortaklaşmasında, toplumsal ortak iyilikle olan ahlaki uyumuna açıkça son verdiler.
Güneşin, hiç ayırmadan bütün canlılığa güç ve hayat vermesi gibi, adalet ve özgürlük ışığı veren, maddi ve manevi tüm toplumsal gerçeğin bilgisi de; erdemli sevgisiyle, sadece bir bireyi, bir grubu ya da bir zümreyi değil, tüm insanları ve zamanları içine alabilecek bir evrenselliğe açılır. Bu bilgi, ayrıştırıcı değil kapsayıcı, ikiliklerle kutuplaştırıcı değil, farklılıklarla rengârenk bezenen, bütünleştirici bir bilgidir. Toplumsal ilişkileri gönüllülüğe dayanan, özgürleştiren bu bilgide, bir avuç iflah olmaz zalim dışında, asla ötekileştirme yoktur.
Zorba iktidar, insanlığın; yaşamı kendince okuma ve gerçeği özgürce arayış biçimine müdahale ile başlamıştır ve insanlığın hayatı okuma ve kavrama biçiminin, özgürlükçü bir adalet çizgisine kavuşturulmasıyla, zorbalık; eski gücünü yitirecek ve sönecektir. Bu anlamda “iktidarsız iktidarı” yeniden savunmak demek, içinde tahakküm ve zora dayalı ilişkileri barındırmayan ve buna kapalı olan, “doğal iktidar”ı yani Dar’üs-Selam’ı savunmak demektir. Hikmet ve irfandan yola çıkan Doğal iktidar, insanın yaratılış esaslarına ve doğrultusuna en uygun olan iktidarlaşmadır.
Doğal iktidar, haddi aşmayan ve hayatın doğal ölçülerine uyan ortak iyiliğin nizamı ve uyumu içindedir. İlk toplumsallaşma sürecinde yüz binlerce yıl var olan doğal iktidar dönemi, çok daha bilinçli bir şekilde yeniden oluşturulabilir. Bu aynı zamanda, hayatın doğallığının bozulmasına bir itirazdır ve hayatın doğal işleyişine yeniden kavuşabilmesi için, hayata akli ve vicdani müdahale sürecidir. Fakat bu müdahale, asla toplumsal ve tarihsel hayatın akışına yukarıdan, çılgınca aşırı bir iradecilikle ve her yönüyle belirleyici olmak düzeyine taşırılmamalıdır. Esasında bu seçkinci ve belirleyici tutum, toplumsal bunalıma ve patlamalara neden olmaktadır. Doğadaki eşsiz doğal akış, farklılıklar arasındaki uyum ve dengeyi bozmama noktasında, örnek alınmalıdır. Doğa, uzun yıllar içinde oluşan farklılıkları sindirerek ve özümseyerek nasıl bir evrim geçiriyor ve en dengeli uyumu farklılıklarla besleyerek nasıl yakalıyorsa, toplumsal ilişkiler de adaleti ve özgürlüğü dengeleyen yaşam ilişkilerini, böylesi sabırlı bir evrimle ilerletebilir ve ilişkilerdeki doğallığın yolunu açabilir.
Zorba iktidarın zihniyetiyle, toplumu ve toplumsal tarihi başıboş kendi halinde akan bir mecra gibi ya da tamamen belli güçlerin ve zümrelerin denetiminde akan ve sımsıkı denetlenmesi gereken bir mecra gibi düşünmemek gerekir. Yani zalimler bir yandan, “Her şeyi kendi haline bırak, su akar yolunu bulur” deyimine dayanarak, bizim irademiz dışında süregiden “hayatın doğallığına” boyun eğmemizi ve kendiliğindenciliği savunmamızı ve hayata karşı edilgen kalmamızı isterler. Tabi ki hayatın doğallığından, zalimlerin ve mazlumların anladıkları zemin ve iklim çok farklıdır. Öte yandan zalimler, kendi iradeci baskılarını tek doğru ve tek gerçek olarak, tarihe silinmez bir iz şeklinde kazımak isterler. Bu zulüm-karhane tutum, Asli Müslümanların red edeceği bir tutumdur. Asli Müslümanlar, zulme karşı ne edilgen bir seyirci olarak kalmayı, ne de bireysel iradeleri kilitleyen ve hiçe sayan bir iktidarlaşmayı hoş görmeyi asla kabullenmezler. Aksine Asli Müslümanlar, günümüzde hayatın süregiden bir doğallığı kalmadığından ve her şeyin, her ilişkinin yapaylaşmış ve metalaşmış olmasından hareketle, bunu amaçlayan küresel kapitalizme karşı, en ön safta cephe açmak ve kapitalizme karşı çıkan bütün onurlu güçlerle omuz omuza, yan yana olmak durumundadırlar. Asli Müslümanlar, sabrın ve azmin kalelerini inşa eden irfan ve hikmetle beslenen hayatlarıyla, toplumsal ilişkilerinde saldırgan şiddetten mutlak düzeyde uzak durarak, gönüllülük ekseninde akan doğallığı yakalamanın en açık ve şeffaf örnekleri olmalıdırlar.
Mülk ve iktidar, sadece Allah’ındır. Doğaya ve doğal yaşama zorla müdahale eden ve doğal dengeyi bozan her zorba güce karşı, mazlumların ve doğanın, özgür yaşam ve doğal uyum hakkını savunmak demek, Allah’ın öğütlediği sırat-ı müstakim yolunu savunmak demektir. Bu doğal savunma hattını korumak; en adil, en meşru ve en temel insani haktır. Ancak bu meşruiyet, aşırı iradecilik ve şiddete bulaştığı anda anlamını ve saflığını yitirir. Her insanın doğruluk yoluna katılabilmesi için destekleşmek ve sabretmek, Müslüman olmanın ve kötülüklerden sakınmanın en açık göstergesidir.
Esasında yaşamı okumaya ve kavramaya yarayan dönüştürücü bilginin, ortaklaşma alanından çıkartılıp, çarpıtılması ve insanların yaşamı çarpık okumasına yani zorba iktidarın gözünden okumasına hizmet edecek bir biçime dönüştürülmesi, en büyük günah ve azabın da başlangıcı olmuştur. İşte bunun için Kur’an “Oku!” nidası ve uyarısıyla başlamıştır. Kur’an, bütün insanlığı; özgürlük ve adaleti koruma altına alan ortak insanlık vicdanının penceresinden yaşamı okumaya çağırmış ve insanlığın onurunu topyekun geri kazanması için, red ve kabul ölçülerini en adaletli bir şekilde düzenlemiştir. Bu nedenle Kur’an ayetlerinin çoğunluğu, toplumsal yaşamda insanlar arasındaki evrensel hukukun doğal işleyişinden ve adaletli sosyal yaşayıştan bahseder ve Kur’an, bunları olması mümkün ve gerekli olan en temel ilkelerle açıklayan ayetlerden oluşmuştur.
Bilginin, toplumsal ortak vicdanı oluşturan ana yönünü saptıran ve bilgiyi hapsedip, toplumsal ve ahlaki işlevini bozan zalim iktidarlaşma, kendi kirli uygarlık ve güdümlü demokrasi anlayışını, topluma rıza ve zor aygıtlarıyla dayattı. Ancak özgürlük ve adalet temelinde, fili/maddi bir güç haline gelen toplumsal varoluşun ilk temellerinin birçoğunu, zor ve rıza mekanizmalarıyla değiştiren zora dayalı iktidarlaşma, toplumsal varoluşun, mitokondriyal DNA mucizesi gibi, değişmeden kalan ana ilkelerini unutturmayı asla başaramadı.
Günümüzde de özgürlük ve adalet bayrağı, yenilenen talepleriyle dalgalanmaya devam ediyor ve edecek. Dolayısıyla tarihsel sorumluluklarını bilerek, toplumsal adaleti ve ortak vicdanı savunan her özgürlükçünün, temel bir görevi vardır. Bu görev: ne kadar karmaşık da olsa, inanç ve bilim etiği, ekonomi ve demokrasi etiği ile uygarlık etiğinin, hem kendi özgül alanlarında, hem de birbirleriyle ilişkili olan alanlarda ve özellikle özgürlük ve adalet etiği ile bağıntılı olan tüm alanlarda sağlıklı/tutarlı çözümlemesini yapmaktır.
Öyleyse bir görevimiz de: İnançların, bilimin, ekonominin, ‘demokrasi ve uygarlık’ kavramlarının tarihsel ve toplumsal gelişiminde, özgürlük ve adalet etiğinin; yönlendirici, belirleyici ve kapsayıcı bir güç olmayı nasıl başardığının ve varlığını, tarihsel olarak nasıl koruduğunun kavratılmasıdır. Çünkü asırlardır süren bunca zulüm altında bile, insanlığın vicdani ve manevi kadim değerlerini korumaktaki başarısının esas nedenleri bilinç açıcıdır.
Asırların vicdani ve manevi kadim değerleri yani toplumsal diriliş ve kardeşlik mücadelelerinden süzülüp gelen özgürlük ve adalet etiği; hangi noktalarda, nasıl ve hangi güçler ve dinamikler tarafından kırılıp, çarpıtılmaktadır? Buna karşın özgürlük ve adalet etiğini korumakta ısrar eden, yaşamın hangi dinamikleri, hangi manevi güçlerle, ahlak ve vicdanı tekrar doğrultup düzgünleştirilmektedir? Özgürlük ve adalet etiğinin, tarihsel şartların değişimi içinde, yaklaşık her yüzyılda bir, sürekli olarak bu çatışmalarla güncellendiği bilinmektedir.
Her yüzyılın güncellemeleri, zorba iktidarlar tarafından sürekli yeniden çarpıtılır. Bu zalim mekanizmanın nasıl işletildiği ve nasıl meşruiyet kazandığı açığa çıkartılmalıdır. Toplumlar güncellemelere, iktidarın penceresinden mi, yoksa ezilenlerin penceresinden mi bakmaktadır? Bilince çıkarılması gereken önemli nokta budur.
Dolayısıyla son asır itibariyle özgürlük ve adalet etiğindeki güncellemelerin, yüzeysel makyajlarla, reformlarla değil, derinlikli bir bakış ve çok yönlü çözümlemelerle gerçekleştirilmesi zorunludur.
Genel anlamda insanlık etiğinin/insanlık vicdanının; inanç, bilim, ekonomi, ‘demokrasi ve uygarlık’ gibi farklı ama birbiriyle bağlantılı olan cephelerde süren savaşını, iktidarın zora dayalı bağlarından kurtarabilmek, yozlaştırılan toplumsallaşmayı; adaletçi özgürlük etiği ekseninde dönen bir etikle yani insanlığın, merhamet ve şefkatle çarpan vicdanıyla buluşturabilmek elbette mümkündür. Ama sorun, maddi ve manevi olarak bu diriliş ve kaynaşmanın, saldırgan şiddete bulaşmadan nasıl gerçekleştirileceği noktasında ayrışıp, düğümlenmektedir?
İşte bu sorunun açık bir çözümünü aramak ve egemen güçler tarafından denetim altına alınarak, hızla iktidarlaşma alanlarına dönüştürülmüş olan, özgürlük ve adalet alanlarının, hegemonyacı iktidarlaşma alanlarından tamamen ayrıştırılmasının, nasıl bir süreçle başarılabileceğini, geçmişten dersler çıkararak sorgulamak, Asli Müslümanların temel görevleri arasında sayılmalıdır.
Aydın Mutlu Dinçoğlu