Dünya değişiyor. Üstelik de bazı bakımlardan sol tahayyüle uygun biçimde de değişiyor. Bugün kolhozlardan, solhozlardan bahsetmiyoruz ama örneğin küçük üreticilerin “kümelenme” (cluster)’lerinden, böylelikle işbirliği yapmalarından ve dayanışmalarından söz ediyoruz.
1980’lerin “Her şey piyasaya!” sloganı artık her geçen gün en ateşli savunucuları tarafından dahi “miadını” doldurduğu şeklinde eleştiriliyor. Bugün bütün dünya G-20’ler çerçevesinde “yeniden regülasyon”u konuşuyor. Üstelik de bu, kimilerinin yetindiği “şeffaflık” üzerinden değil, toplumun “demokratik katılımını” öngören yeni bir anlayış üzerinden konuşuluyor.
İktisat politikalarının uygulanışında, bu politikalardan etkilenen toplum kesimlerinin de dahlini öngören anlayışlardan, merkez bankalarının ekonomi içindeki “nötr” duruşlarının daha aktif hale getirilmesine kadar bir çok konu bu değişen dünyanın iktisat alanına düşen izdüşümleri.
Kısacası bu değişimler, bir zamanlar göklere çıkarıldığı gibi toplumların kör arz ve talep kanunlarıyla değil, toplumların kendi geleceklerini etkileyecek kararlara bizatihi katılarak değiştirebilecekleri yeni bir dünyaya işaret ediyor. Belki daha da kısası, eskiden adı “Politik İktisat” olan iktisat alanı yeniden “Politik İktisat”a, yani toplumun politika yoluyla etkilenebildiği bir alana doğru evriliyor, değişiyor.
Böyle bir dünyada bizim konuştuğumuz konulara bakarsak dünyayla ilişkimizin de nerede durduğunu daha iyi anlarız.
Böyle bir dünya yukarıda altını çizdiğim örneklerde olduğu gibi toplumların alınan kararlara “katılımını” öne çıkaran bir dünya.
Peki, biz neler konuşuyoruz?
Kürtlere anadil hakkı verilsin mi? Alevilerin inançlarıyla ilgili talepleri karşılansın mı? Başörtülü kızlar okullarına başörtüleriyle gitsinler mi? Yani toplumun neredeyse tamamının toplum olması mümkün olsun mu gibi tuhaf bir tartışma içindeyiz.
Yani biz dünyanın tartıştığı toplumun daha iyi yönetilmesi için ne yapılmalı sorusunu değil daha henüz nasıl toplum olunur sorusunu tartışıyoruz. Bu soruya cevap vereceğiz ki diğer soruya geçebilelim.
Ama aslında bu soruların cevaplarının bir silsilesi yok. Bugün “katılımcı” bir toplumsal tahayyül aslında toplum olmayı da sağlayabilecek bir tahayyüldür. Çünkü “katılım” farklı olanların birbirleriyle karşılaşmalarını sağlayarak bir birlikte yaşam fikrini yani toplum olma fikrini teşvik eder. O nedenle de bugünün siyaseti “katılım” fikri üzerinden biçimlenmeli.
Unutmamak gerekir ki toplum olmak, yalnızca parklarda, otobüslerde, kuyruklarda karşılaşan insanların karşılaşmalarıyla değil aynı zamanda farklı olanların birlikte iş yapmaları, hayatı birlikte paylaşmalarıyla da oluşuyor.
O nedenle de genel trendleri “sol tahayyül”e de uygun değişimlerin yaşandığı bugünün dünyasında Türkiye’de siyasetin, toplum olmayla ilişkin her türlü soruya net cevapları olmalı. Tereddütsüz, değişimden yana mevcut düzene hayır diyen ve onun küçük de olsa her değişimine, kim tarafından gündeme getirilmiş olduğuna bakmaksızın destek veren bir siyaset olmalı.
Ne geçmişin efsanelerini anlatarak vakit geçirmek ve ne de CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’yla yükselen dalganın “liberallerce” (?) yönlendirilmesini önleyip onun “sol”a kırmasına çalışmak bugünün siyaseti olamaz.
Çünkü solun; iyi yönetilen, adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün olduğu bir toplum yaratma hayali her şeyden önce bir toplum olma hayalidir. Farklılıklarıyla birlikte kendi hayatlarını hayata katılarak” biçimleyen insanların yaşadığı bir toplum olma hayali…
Bizim için uzak görünen ama aslında o kadar da uzak olmayan bir hayal…
Taraf