Rönesans, reform ve coğrafi keşif kazanımları sürecinde son birkaç asırdır sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyokültürel ve teknolojik gelişmelerle dünyaya yeni bir içerik ve biçim verme imkânını elde eden ve kendini Batı olarak takdim eden Avrupa ve onun modern uzantısı ABD, dünyanın emperyal egemen gücü oldu. Batı, elde ettiği güç ve zenginlikle kendi medeniyet anlayışının üstünlüğünü tüm dünyada tahkim etmenin yollarına da sahip oldu. Çünkü Batı dediğimiz şey, bir coğrafya tanımlamasından daha çok, bir medeniyetin tanımıydı.
İç içe etkileşimlerde Rönesans’la sanat, reformla din ve coğrafi keşiflerle ekonomik çizgisini kökten değiştiren Avrupa, çağdaş-modern medeniyetini bu değişikliklerle oluşan anlayış üzerine inşa etti. Ve bu medeniyet meşruluk yaygınlığına ve etkinliğine karşın dine -Hıristiyanlığa- değil, yeni süreci ifade eden coğrafi tanımlamaya izafe edilerek adına Batı Medeniyeti denildi.
Batı Medeniyeti
Çağdaş Batı medeniyetinin kurucu serüveni, din ile aynı anlama gelen kilise ile uzun boylu ve yer yer kanlı bir mücadele vermişti. Din olarak Hıristiyanlık bir insanlık dininden çıkmış ve bir kilise dini olarak Avrupa’nın başındaki en büyük musibetlerden birine dönüşmüştü. Bu musibet, sonradan adına Ortadoğu denilen bölgenin Avrupa’ya bir armağanıydı! Yani Ortadoğu’nun Avrupa’ya en büyük hediyesi olan din, kilise olarak Avrupa’nın en büyük belası olmuştu.
Kökleri kuramsal felsefi düşünceye bağlı olan Avrupa’da kilise formatıyla sonuçlanan kurumsal dini ihraç edebilen Ortadoğu; böylece hem düşünce biçiminin, hem kurumsal kimliğinin ve hem de medeniyetlerinin ekseninde dinin yer aldığı bir coğrafya olarak kadim geleneğinin din ile yoğrulduğunu göstermiş ve bunu bütün pratiğiyle kanıtlamıştır.
Ortadoğu denilen bölgenin kapsamı içerisinde değerlendirmemiz mümkün olan Afrika’nın kuzeyinden Arap Yarımadasının güneyine, oradan Mezopotamya’nın Anadolu’yla kesiştiği noktaya uzanan ve üçgeni andıran büyük bir coğrafyada din, bölgenin en kadim ve en etkili yaşam biçimini oluşturan kaynağı olmuştur. Ve din, bu bölgede binlerce yıldır gücünden hiçbir şey kaybetmeksizin etkilediği yaşam biçimini, halen kadim geleneğine bağlı kalmaya devam etmektedir.
‘Tanrı’ devletler
Ortadoğu din ile öylesine biçimlenmiş ki mesela, arkaplan tartışmaları bir yana İsrail, tümüyle “Tanrı buyruğu” olan bir devlettir. Hamas, “Tanrı buyruğu” İsrail Devleti’ne yine “Tanrı buyruğu”yla karşı olan bir örgüttür. Arabistan, “Tanrı buyruğu”nun hizmetçisi olduğunu söyleyen bir krallıktır. 1979 İran devrimi, Şah rejimini kovan “Tanrı buyruğu”yla ilişkilenmiş bir devrimdir. İran’da yöneten ve yönetilen halk “Tanrı buyruğu”nu uygulaması için Mehdi’yi beklemektedir ve devrim, Mehdi’nin gelişine ortam sağlamakla memurdur. Türkiye’de din dışı özelliğiyle sekter seküler devlet, “Tanrı buyruğu”yla ilişki içerisinde olan AKP hükümeti ve Gülen cemaati marifetiyle din içi özelliğiyle ılımlı seküler devlete dönüştürülmüştür.
Batı’ya da Hıristiyanlık dinini ihraç edebilen Ortadoğu’nun bir din ve din ekseninde oluşmuş bir medeniyet yatağı olduğu bilinmektedir. Ve fakat buradaki din, insan aklının ve tecrübesinin esas belirleyicisi olduğu kadim Asya ve Amerika’daki dinsel öğretilerden ve Avrupa’nın felsefi birikiminden farklı olarak, gökseldir. Yani tanrılıkta bir ve tek olan ve bütün evrenin yaratıcısı olan yüce bir tanrının (Allah’ın) aralarından seçtiği yüce bir insana (peygambere), o insanın (peygamberin) akıl ve bireysel tecrübesinden bağımsız olarak bildirdiği öğretilerdir. Bu öğretilere de semavî, ilahî, göksel veya tanrısal dinler denmektedir. İbrahimî de denen bu göksel veya ilahî dinler; Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinleridir. Bu kuralı Zerdüşt dini de bozmaz, zira kadim Zerdüşt dininin de, ilahî olduğu düşünülmekte veya kabul edilmektedir. Ve kadim ilahî dinler mozaiğindeki Ortadoğu, bin yıldan fazla bir süredir İslam dini taraftarlarıyla oluşan sosyolojinin ve politikanın egemenliğindedir.
Din-siyaset diyalektiği
Birinci Dünya Harbi’yle birlikte Ortadoğu’da hızlanan modernleşme çabası, Batı’nın kendi teolojisiyle medeniyeti arasında kurduğu ilişkiyi örnek aldı. Fakat Batı’da bu ilişki demokrasiyle sonuçlanıp ve tam bir demokrasi içerisinde gelişirken, Ortadoğu’da ilişki oligarşiyle sonuçlandı ve tam bir oligarşiyle sağlanmaya çalışıldı. Ve Ortadoğu modern diktatörlüklerin egemen olduğu bir coğrafya oluverdi.
Batı’nın yeryüzünde kendisi dışında kıyas kabul etmez üstünlüğü dahi, Ortadoğu’da dinle harmanlanmış kadim geleneği dönüştüremedi ve bu topraklarda dinin tüm yaşamı kuşatıcılığına sınır koymaya güç getiremedi. Bilgiye ve teknolojiye hâkim olan üstün gücünün rağmına, kapitalist paradigmasının yararcı politikası, Batı’yı, Ortadoğu’da bükemediği din bileği ile olumlu ilişki kurmaya erkenden sevk etti. Bu topraklarda açıkça dine karşı konumlanmış özellikle siyasal organizasyonların hiçbiri uzun ömürlü olamadı.
Dine araçsal yaklaşım
Soğuk savaş döneminin dünyadaki ana akımlardan biri olan sosyalist felsefe sayesinde, din ile ilişkisi olumsuz seyreden ve fakat Filistin ulusal davasını yüklenip taşıyan Yaser Arafat’ın laik-sosyalist El-Fetih’i, 1990’lı yıllara gelindiğinde büyük oranda dinle kurduğu olumlu ilişki sayesinde Filistin ulusal davasında hızla yükselen Ahmet Yasin’in İslamcı Hamas’ını mücadelesinde ortak olarak buldu.
Türk milliyetçisi, hatta ırkçısı olan MHP din karşıtı olarak asla gözükmedi, aksine din savunucusu olarak uzun yıllar tanınmaktan kaçınmadı. TC Devleti’nin Kemalist rejimini daha sekter tahkim eden 12 Eylül Cuntası, İmam hatip ve İlahiyat okulları açıp dinle ilişkili bir nesil yetiştirmeyi gerekli gördü. Bu toprakların sosyalist karması olan Kaddafi dini yedeğine almayı ihmal etmedi. Keza sosyalist Arap milliyetçisi Baas Partisi din ile hep pragmatik anlamda olumlu ilişki içerisinde oldu.
Din-şiddet diyalektiği
Ortadoğu’nun bütün medeniyetlerini dinî düşünce ve dinî kimliğin kurumsallaşmasıyla beraber temin ve tesis ettiğini belirtmiştik. Batı’nın yükselişine ve zirveye çıkışına paralel dönemde ve bugün tüm dünyada; üretilmiş Doğu-Batı diyalektiğinde tüm yeryüzü coğrafyasının Batı merkezli olarak elverişli kılınan yön tanımlamasıyla ve gelişmiş Batı merkezinden zihne yansıyan aktüel medeniyete dair imajıyla Ortadoğu, egzotik olduğundan daha çok şiddet sarmalıyla anılan kaotik bir görünüme sahiptir.
Genel olarak Birinci Dünya Harbi’yle haritalandırılan Ortadoğu, özel olarak İkinci Dünya Harbi’nden bu yana modern şiddetin egemenliğine mahkûm durumdadır. Bu mahkûmiyet içerisindeki Ortadoğu, kendisini de vuran aktüel şiddet çıkmazıyla çelişmesine karşın yeryüzünde insan ırkının esaslı bir yatağı ve medeniyetlerin mümtaz bir beşiği olduğu gerçeğini elinde bir meşale gibi taşımaya devam etmektedir.
Kürdistan’da din
Kürdistan’ın tek parça olduğu ne kadar gerçek ise; dört parça olduğu da bir gerçektir. Kürtçe’nin hem Allah’ın bir ayeti, hem de yaşayan bir lisan olduğu ne kadar gerçek ise; inkâr edildiği, yasak kılındığı ve yer yer unutulmaya yüz tutulduğu da bir o kadar gerçektir. Tarihsel sürecin ve sosyal gereğin bir sonucu olarak tanınmanın veya tanışmanın mümkünleşmesi için Kürtlerin de var kılındığı ne kadar gerçek ise; inkâr ve asimilasyona tabi tutuldukları da bir o kadar gerçektir. Allah katında üstünlüğün yalnızca takvada olduğu ne kadar gerçek ise; etnik veya ulusal kimlikle üstünlük iddia edildiği ve ulus adına çeşitli haksızlıkların yapıldığı da bir gerçektir. Dinlerin birleştirici, sevdirici ve barıştırıcı olduğu ne kadar gerçek ise; ayrıştırıcı, nefret ettirici ve savaştırıcı olduğu da bir gerçektir. Ümmet ne kadar gerçek ise; millet de bir o kadar gerçektir. Hak ne kadar gerçek ise, batılın varlığı da bir o kadar gerçektir.
İkinci pasajların; yani birer özne veya nesne, etkileyen veya etkilenen olarak olay ve olguların hakikatlerinin üretme, kurma veya uydurma olması; üretmelerin, kurmaların veya uydurmaların birer yaşantı olarak gerçek olmadığının kanıtı değildir. Dolayısıyla bir hakikat olarak dinin doğasının şiddeti içermediğinin söylenmesi ve bunun kabul edilmesi fikrinden, din adına yaşama aktarılan bir şiddet olgusundan ve bu olgunun gerçekliğinden bahsedilemeyeceğini çıkaramayız. Çünkü dinsel şiddet vardır! Evet din şiddeti ret etmektedir; ve fakat din adına da şiddet yapılmaktadır!
Peki, öyleyse hem şiddet, hem de barış için alet olabilen dini ne yapacağız! Bu kaygı, cevabını kendi içinde barındırıyor aslında: Onu bir sorunsal ve bir tehdit olmaktan kurtarmanın veya çıkarmanın yolu, asla araç yapmamaktır!
Ve bu nasıl mümkündür? sorusunu ıskalamadan, şu önermeyle düşünmeye davet ederek konuyu tamamlayabiliriz: Belki doğru cevap, belki dinin sırrı şudur: Allah ile ilişkisi haricinde, özgürlük için bile olsa; insan, dini alet etmemelidir!
Ajanslar