Devletin nüfusun ihtiyarlaşmasını önlemek için ‘çocuk doğurmayı’ teşvik ettiği günlerdeyiz. Ama sizlere bu yazıda doğmamış çocuklarla ilgili hesaplardan değil, doğmuş çocukların akıbetinden bahsetmek istiyorum. Devletin korumasına bırakılmış kimsesiz çocuk ve bebeklerden.
Kimilerinin aileleri var ama yanlarında değil, kimisinin ailesi var mı yok mu bilinmiyor. Bir hastane odasında bırakılan da var, alışveriş merkezinin önüne terk edilen de. En vahimi bunların bazıları; çocuk yurtlarında kalan, sokaklarda tecavüze uğrayan kız çocuklarının doğurduğu çocuklar. Bir mucize olmazsa; annelerinin kaderiyle kaderlenecek bebekler…
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun eşi Gül Mutlu’nun davetiyle Gülten Dayıoğlu, Ümit Meriç gibi yazarların da olduğu küçük bir grupla, Bahçelievler Şeyh Zayed Çocuk Yurdu’nu ziyaret ettim.
Büyük bahçeli bir site düşünün, içinde iki katlı şirin evlerin, spor salonlarının, çocuk parklarının ve daha nice konforun olduğu bir yer burası. Küçük bir koruyu andıran tesisin bütün güzelliğine rağmen, daha ilk adımlarda bir hüzün hali siniyor üstüme. Bahçede yürürken biraz önce göreceğim kimsesiz çocuklara karşı kendimi hazırladığımı düşünüyordum.
Ama karşıma yüzü aşkın bebek çıkınca neye uğradığımı şaşırdım. Bir yaşın altında 130 bebek varmış şu an yuvada. Kimi odaya giren çıkana rağmen bir köşede uyuyor. Kimisi ise uyanık; biraz daha büyükçe olanlar kucağa alınmak için yalvaran gözlerle bakıyor. ‘Beni kucağına al’ bakışını iyi bilirim kendi bebeklerimden. Ne kadar iyi bakılırsa bakılsın bir bebeğe; sevgi ve güven duygusunu hissettirmek çok zor. Bütün gün annesinin yanında olan bebekler bile bunu çok zor hissedebilirken; bu bebekler sevgi dolu bir kucak görmeden büyüyorlar, koğuşu andıran yatakhanelerde. Sonra büyüdükçe daha küçük odalarda daha az kişiyle kalıyorlar. Evlerin şekil olarak yuvaya benzemesi için ellerinden geleni yapmış yetkililer. 3 kişilik odalar, düzenli dolaplar, başuçlarında fotoğraf albümleri. Ama nihayetinde yuvasız büyüyor yuva çocukları. Çocuklardan biri dolabına öğretmeninin fotoğrafını asmış, ısrarla göstermek istiyor bana. Kimbilir belki ailesi olarak gördüğünden…
İki yaş bebeklerin kaldığı yatakhanede büyük bir sessizlik hakim. Hepsi öğle uykusundalar. İçlerinden biri o sırada uyanıyor. Ve hepimizi derinden etkileyen sesiyle ‘anne’ diye ağlıyor. Öğle uykusundan ‘anne’ diye ağlayarak uyuyan bir çocuk bütün yaşıtları gibi. Bir görevli hızlıca alıyor kucağına ama ağlaması uzun bir süre dinmiyor.
Bebeklere baktıkça tüp bebek ve evlatlık kuyruklarında bekleyenler ile doğmamış çocuklar için yapılan hesaplar uçuşuyor zihnimde. Bir bebek sahibi olmayı istemek çok anlaşılır bir duygu, kendinden bir parça olan bir bebek olması da. Ama anne ve baba olmak için ille doğuran olmak gerekmiyor kanımca. Çocuklar ebeveynlerinin mülkü değil, onların sahibi olmamız da mümkün değil. Olsa olsa emanetler bize; taze bir tarla gibi iyilikle, güzellikle donatılsın diye. Bir çocuğu sevmekle ona yeni bir hayat verme şansınız var. Kendi çocuğumuz olsun diye verdiğimiz bütün uğraşları hayata kötü başlamış bir çocuğun yaralarını sarmak için kullanmamız mümkün.
Koruyucu ailelik tam da bunun için uygulanan bir proje. Aynı şekilde gönül elçileri de. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın vali eşlerinin organizesiyle yürüttüğü projede; yurtlarda kalan çocukların aile ortamlarında büyümesinin sağlanmasına çalışılıyor.
Sosyal devlet anlayışıyla kimsesiz çocuklar için kalacak yerden eğitime kadar birçok alanda iyileştirmeler yapılıyor. Giyecekleri, yiyecekleri, spordan eğitime kadar her alanda ihtiyaçları karşılanıyor. Ama yapılamayan tek şey var. O çocuklara gerçek bir sevgi sunabilmek.
Uygulamaya katılan ailelerden biri tam da anneliğin sadece doğurmakla ilgili olmadığını vurgulamak ister gibi; “onu kalbimde doğurdum” diye tanımlıyor koruyucu aileliği anlatırken. Sağlanan sadece sıcak bir yuva değil aslında; yaralı, bereli bir çocuğa tüm acılarını unutturabilecek bir yürek açmak…
İstanbul’daki devlet yurtlarında 2 bin çocuğun kaldığını anlatan Gül Mutlu, evlatlık almak için binlerce ailenin başvurusu olduğu halde şu an sadece 212 koruyucu ailenin olduğunu anlatıyor. Ve evlatlıktan çok koruyucu aile olmanın teşvik edilmesi gerektiğini “gülü bahçesinde sevmek” deyimiyle anlatıyor. Uygulamanın herkes için iyileştirici olduğunu vurgulayarak; öncelikle çocuğu sonra ailesini onları iyileştirirken koruyucu ailenin de daha da iyileşeceğinden. Hepimizin ama en çok da o yuvasız çocukları iyileşmeye ihtiyacı var…
Emine Ayna – on5yirmi5.com