“Bak şu, dini yalanlayana!” Neyi inkâr etmiş ve nelere neden olmuş?
Sözlükte “dyn” kökü mastar olarak “borç alıp vermek” manalarına geliyor. Kınamak, küçümsemek, borç vermek, borç almak(idâne); borçlanmak(tedâyün); alacaklı(dâin); borç(deyn); maneviyat(diniyye); borçlu(medyûn); borçluluk (medyuniyye); maneviyat(din) ile ilgili işler(diyanet); … Arapça’da kullanılan din, şeriat mezhep, sünnet, şia, menhec, namus vb. kelimeler yol, uyum, kanun, kural anlamındadır… Bunların hepsinde anlatılmak istenen insanoğlunun “kanun üstünde kanun” olan yüce bir yola, merciye yaslanması, O’nu izlemesi, onunla uyum içinde olması, O’nunla yürümesi gerektiğidir… Görüldüğü gibi bütün bunlar “din” kavramının mana ve mefhumunda mündemiçtir. Şu halde din, esasında Arapça’da alt-üst, arka-ön şeklinde dört boyutlu bir ilişkiler ağının birden(dûne) ifade ettiği gibi insanoğlu için de dört boyutlu bir ilişkiler ağının tümünü birden ifade etmektedir. Şöyle ki; geriye doğru(adet, töre), ileriye doğru(yol, yordam), yukarıya doğru(itaat, bağlılık), aşağıya doğru(hüküm, kural, ceza, mükâfat) demek oluyor. Bunların hepsini birden topladığı(tedvin) için bir tek kelimeyle durumu din diye ifade ediyoruz. İşte bu dört boyutlu anlamlar, değerler ve kurallar bütünü din, böylesi bir dinin etrafında toplanan yer medine, bu yere mensup olanlar medeni, mensuplarınca ortaya konan tüm insanlık fonksiyonları da medeniyet olmaktadır (R.İhsan Eliaçık, Nüzul Sırasına Göre Yaşayan Kur’an, Türkçe Meal/Tefsir, ‘Kâfirun 109/6 dipnotu’, İnşa Yayınları, 2008-İstanbul).
Din kelimesi Arapça’da, ceza, hesap, hüküm verme, siyaset, itaat etme, adet, durum, kahır, nihayet bunlarla ilişkili olarak ve hepsinin binası ve ölçüsü olan millet ve şeriat anlamlarına gelir. “Allah katında tek din İslâm’dır. Daha önce kendilerine mesaj gönderilenler, başka değil, yalnızca kıskançlıktan dolayı, kendilerine gerçeğin ne olduğu işaret edildiği halde farklı görüşlere saptılar. Kim Allah’ın mesajlarını inkâr ederse, iyi bilsin ki Allah hesabı en çabuk görendir.” , “Kim İslam’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahrette de kayba uğrayanlardandır.” (Ali İmran 3/19, 85). Dinin en belirgin özelliği, Allah’ın koyduğu bir yasa olmasıdır. Din, iman ve amel konusu olarak, akıl ve irade hürriyetine(akıl ve isteme özgürlüğüne) sahip kimselere teklif edilen, hak ve hayır kanunlarının bütünüdür. Dindarlıkta esas olan bu kanunların sevilerek uygulanmasıdır. Din kavramı mutlak anlamı ile ele alınsa bile mutlak olarak İslâm kelimesiyle eşit ve eş anlamlıdır. Hangi din ele alınacak olursa olsun, onun temelinin teslimiyet ve boyun eğmekten ibaret olduğu görülür. Bu nedenle din, irade ve akıl sahipleri arasında anlaşmazlıkları ve didişmeleri bir yana bırakıp toplumsal barışı sağlayan bir kanundur. Bununla yalnız insanlar arasındaki uyum değil, insanlarla Allah arasında da bir uyum sözleşmesi vardır. Din sayesinde Yaratan’ın iradesi ile yaratılanın iradesi arasında da bir uyum sağlanmış olur. (Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’anî Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları, 1. Basım, 2003-İstanbul).
Din kavramının yukarıda verilen anlamlarına bir bütün olarak bakıldığında, dini yalanlayanların neyi yalanladıklarını görmek ve bu inkârcıları tanımak zor olmayacaktır. Bununla birlikte dini bir bütün olarak kabul edenleri tanımak da kolay olacaktır. Ayrıca, İslâm Dini’ni kabul edip Müslüman olan bireyin, kendi bireysel görevleri/borçları yanında, toplumsal plânda da görevlerinin bulunduğu, kavramların anlamlarından anlaşılabilmektedir.
İslâm Dini yok sayılırken, elbette toplum başıboş bırakılmıyor. Zaten dinin yalanlandığı da açıkça söylenmiyor. Hatta, dinsel hayatın bütün kurallarıyla, kurum ve kuruluşlarıyla sürdürüldüğü bile söyleniyor. Elbette Egemenler, kendi çıkarları doğrultusunda başka din/dinlerle toplumu kayıt altında tutup yönetiyorlar/güdüyorlar. Tabi onlar, kendi ürettikleri bu beşeri öğretilere din demiyorlar ve yaptığımız putlara tapıyoruz da demiyorlar. Onlar, meşrutiyet, laiklik, demokrasi, cumhuriyet gibi, genel kabul görmüş kavramlarla anlatılan sistemlerle insanları yönettiklerini söylüyorlar. Bu adlandırmalar altında gerçekte uygulanan düzen ise, kapitalizm ve faşizmden başka bir şey değildir.
İnsanın yaratılış amacına ters düşen düzenlerde, en küçük yaştan en yaşlısına kadar bütün insanlar cahil bırakılıyor. Gerçekleri görmemeleri için her türlü önlem alınıyor; uyguladıkları eğitim ve öğretim sistemleri dini yalanlama üzerine işliyor. Bu anlamda, uygulanan eğitim sistemlerinin, insan temel hak ve özgürlüklerinin ihlali olduğu bile söylenebilir. Eskilerin güzel bir sözü vardır, tam da bu duruma uygun düşüyor; “Cahili okutup echel(daha da/en cahil) yaptık”. Küçük yaştaki çocukların eğitiminde öyle bir yol izleniyor ki, sonuçta çocukların inanç ve düşüncelerini Kur’an’ a göre kurmaları ve İslâm Dini’ni öğrenmeleri engelleniyor. Hak dini yalanlayıp şirk düzenlerini oluşturanlar, çocuklardaki inanma motifini de şirk esaslarına göre geliştiriyorlar. Günün moda deyimiyle; anlam, söylem ve eylemler bağlamında fıtrat ekseninden kaydırılarak ömür boyu kandırılıyorlar. Nesillerin ve irfanın yok edilmesi de bu şekilde gerçekleştiriliyor.(bk. Bakara 2/204-206) Böylece sultaları ve saltanatları kendi hesaplarına göre ebediyen korunmaya alınmış oluyor.
Herhangi bir coğrafyada yönetimi elinde bulunduran, dini yalanlayıcı zalim güçler, kendi yöntemlerini onaylayan müstekbirlerin ekonomik güçlerini her türlü yola başvurarak arttırırken, halkı mümkün olduğu kadar fakir ve zayıf bırakıyorlar. Halkın çoğunu nimetlerden yoksun bırakırken, kendi yönetimlerini ayakta tutan tröst, holding ve şirketlere Allah’ın bütün insanlar için yeryüzüne yaydığı rızıkları yağmalattırıyorlar. Zalim emperyalist sermaye çevreleri, halkın özellikle açlık ve sefalet içinde bulunmasına dikkat ediyorlar. Kesinlikle onların ihtiyacı olan hiçbir maddeyi yeteri kadar vermiyorlar. Böylece her yönden zayıf bıraktıkları yoksul halkın omuzlarında, onların zaaflarını, kendi kibir ve gururlarının gıdası yaparak, yönetimlerini sürdürüyorlar. “Bak şu dini yalanlayana. İşte bak, öksüzü hor görüyor. Yoksulun halinden hiç anlamıyor” (Maun 109/1-3)
İnsanlar günlük yaşamlarında değişik nedenlerle birbirleriyle çeşitli ilişkilerde bulunurlar. Dolayısıyla birbirlerine ihtiyaçları vardır; komşuluk, iş, arkadaşlık, akrabalık, birlikte yolculuk, askerlik, öğrencilik, kaza, hastalık, vb. Söz konusu ilişkiler çerçevesinde muhtaç kimseler yeteri kadar gözetilmedikleri için, dünyada açlık, sefillik, insan hakları ihlalleri ve başka zulümler sürüp gitmektedir. “Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmezsiniz. Yoksulu doyurmak için birbirinizi teşvik etmezsiniz” (Fecr 89/17, 18).
Aç olan bir yoksulun, kendi dışındakilerde bulunan ihtiyaç fazlası her şeyde hakkı vardır , “Onların mallarında yardım isteyenlerin ve yoksul bırakılanların bir hakkı vardır” (Zariyat 51/19). Ayetinin anlamı gayet açıktır; muhtaç birinin ihtiyacını karşılayan kimse, onun kendi hakkı olan bir şeyi vermiş, borcunu ödemiş olur, yoksa kendi malından bir şey eksilmiş değildir.
Toplumda Yetim ve miskin kişiler olduğu gibi, bu şekilde ülkeler de var. Yetim kelimesinin anlamları arasında yer alan “yalnız ve korumasız kalmış” ile miskin kelimesinin “hiçbir şeyi olmayan, aciz” anlamlarını bir arada düşünüp etrafımıza bakalım. Kesinlikle az sayıda zengin, çok sayıda yetim ve miskin insan göreceğiz. Bu saptamayı genişleterek şöylece örnekleyebiliriz: Gelişmiş, gelişmekte olan, az gelişmiş, gelişmemiş, yoksul ve çok yoksul ülkeler… Buradaki gruplamaya göre ülkelerin sayıları az çok biliniyor, yani az ülke zengin, çok ülke fakirdir. Buna uygun olarak herhangi bir kenti ele alalım, o kentin birçok mahallesi vardır, ama bu mahalleler içinde az sayıda zenginler, çok sayıda fakirler mahallesi vardır. Evimizden mahallemize, mahallemizden kentimize, kentimizden ülkemize, ülkemizden dünyamıza dikkatle baktığımızda, manzara hep aynı; azı tok; çoğu aç…
Yaşadığımız toplumda, yakın çevremizde, akrabalarımız arasında ve komşularımız içinde muhakkak yetim ve miskin olduğu için çok zor durumda bulunan kimseler vardır. Ben çok duydum; “Filanca amca, yetim kalan kız yeğenlerini anneleri ile birlikte evinden kovmuş, babalarından kalan mallarına da el koymuş”. “Filanca dayı, miras başkasına gitmesin diye ölen kardeşinin kızını yaşça çok büyük olan oğlu ile zorla evlendirmiş, gelin olan yeğen kız, yetim olduğu için ömür boyu itilip kakılmış”. “Filanca usta yetim olmayan çırakla, yetim ve yoksul olan çırağa farklı davranıyormuş”. Toplumumuzda bunlara benzer birçok yaşanmış olay vardır. Özellikle miras sisteminin örflere göre yürüdüğü etnik topluluklarda yetimlere karşı çok haksızlıkların yapıldığı bilinmektedir.
Özellikle geri kalmış yoksul topluluklarda yetimlik ve yoksulluk daha zordur. Düğün, mevlit, eğlence ve değişik toplantılarda yetimler ve yoksulların itilip kakıldığı, daha açık bir şekilde görülür. Ve böyle yerlerde yetimlik ve yoksulluk insanı kahreder. Yetim ve yoksulların, düğün ve eğlencelerde zengin ve yetim olmayan çocuklar/gençler kadar eğlenme ve yemeye adeta hakları yoktur. İtilip kakılmaktansa, düğün ve hayırlarda yemek yemeyip evine giderek, törende çeşitli yemekler varken, evdeki kuru ekmekle karnını doyuran çocuk ve gencin onurunun yanında, düğün ve hayırlarda kendilerine özel sofralar kurulan yönetici egemenlerin, kapitalistlerin ve mevlit sektörü bezirgânların mallarının, şan ve şöhretlerinin beş para etmediğini, acaba kaç kişi bilir?
Çalıştığı okuldaki bir hizmetlinin kızının, kendi oğlunun okuduğu itibarlı bir üniversiteyi kazandığını öğrenen iş adamı eşi, modern ve zengin bayan öğretmenin yüz ifadesi görülmeye değerdi; o surat neler anlatmıştı, neler!.. Böyle insanların gururlarının gıdası, etrafındaki yetim ve yoksulların zaafları/zayıflıklarıdır. O zayıflar/mustazaflar o kadar çoklar ki, hiçbir müstekbir kapitalistin kibir ve gurur değirmeni boş kalmaz.