Evet, 1 Mayıs resmi tatili ile birlikte bayram olarak kabul edildi. Her ne kadar Vali “her an vazgeçebilirim” dese de, Taksim de kutlama yapılabiliyor. Bu kazanımlara sevinmek mi, son yıllarda gittikçe yükselen işçi ölümleri dolayısı ile içinden geçtiğimiz dönemi doğru okumaya çalışmak mı? Sizce önceliğimiz ne olmalı? Bu ikisi bir birinin alternatifi değil elbette. Ama bazılarımız işin esasını görmeyip sadece 1 Mayıs mitinglerine odaklandığı ve buradan zafer havası yaratmaya çalıştığı sürece bu tartışmayı yapmak zorunda kalacağız.
1 Mayısı anlamından ve bağlamından koparıp sadece bir gövde gösterisi boyutuna indirgemek son yılların meşhur göz boyamaya dayalı değişim oyununa ortak olmaktır. Düşünün ki bir şehirde aynı gün yaşanan patlama dolayısı ile iki işçi hayatını kaybediyor ama o ilin Valisi “Taksim anıtı” ile ilgili hassasiyetini önceleyen bir açıklama ile kutlamaları düzenleyen sendikaları uyarabiliyor. Ve bu duruma itiraz bile edemeyen örgütlenmeleri de biz “emek örgütü”, “sendika” gibi görebiliyoruz. Cezaevleri sendika temsilcileri ile dolu ama parlamentodaki sendikacı vekiller bunu kendilerini dert etmiyor en azından bu doğrultuda bırakın fırtınalar koparacak hummalı bir çaba içinde olmayı, iki çift laf etme tenezzülünde bulunmuyorlar.
Parlamento böyle sendikacılarla, emek mücadelesinden gelen siyasetçilerle dolsa ne olur? Bu emeği ile geçinenlere ne getirir, oyalanmadan başka?
Emek sömürüsü gün geçtikçe kurumlaşır ve emek örgütlenmesi zayıflarken, sadece miting düzenlemeye endeksli bir sendikal mücadele masaya yatırılmadan ne işçi ölümlerine caydırıcı bir tepki konabilir, ne de sınıfa, özgürlüğe, eşitliğe dair söylenecek sözlerin inandırıcılığı olabilir.
Sendikacılar komik iddianamelerle sabaha karşı evlerinden alınabiliyorsa bunun sebebini sadece siyasal iktidarın gücünde ya da hukuk tanımazlığında değil, muhalefet dinamiklerinin yozlaşma ve aymazlığında da aramak gerekmez mi?
Her mesajı “hayra yorup” beklenti içinde davranma eğilimine girme alışkanlığımız, sadece 1 Mayıs konusunda değil, yeni anayasa yazımından, çatışmalı ortamın sonlandırılmasına, askeri vesayetin ortadan kaldırılmasından, genel demokratikleşme iddiaların kadar her alanda kendini hissettiriyor.
Yeniden 1 Mayıs kutlamalarına dönelim. Atılan sembolik adımları bile abartarak işin esasına dair hükme çevirme eğilimi ne kadar sorunlu ise, “1 Mayıs kutlanacaksa onu da ancak biz ve bizim gibi düşünenler kutlayabilir” anlamına gelecek tutumlar da bir o kadar sorunludur. Kendisini antikapitalist Müslümanlar biçiminde tarif eden gençlerin Taksime katılım çağrısını yadırgayan hatta sorgulama hakkını kendinde görenlerin psikolojisi bunu çok net yansıtmaktadır.
1 Mayıs’ı şova çeviren sendika ağası ve siyasetçilerden rahatsızlık duymayıp, bir grup gencin “biz tercih etmesek de” kendini ifade etme biçimine tahammülü olmayanlar, aslında içinde bulunduğumuz durumun içler acısı fotoğrafını ortaya koymaya yetiyorlar.
Valinin “taksim anıtı” hassasiyeti ile devrimciliği, işçi hakları savunuculuğunu kaba pozitivist aydınlanmacılığa endeksleyenlerin hassasiyetleri ne kadar birbirine benziyor. Ulusalcı sendromların güya sol söylemlerle süslenmesi ile sağ muhafazakâr kılığa girmesi çok şey değiştirmiyor. Korkuları aynı ve ikisi de asıl kayıplarımızı görmeyi engelliyor.