Nâzım’ın şu güzel dizeleri belki, gelenin Rıza Sarraf’ın kuryeleri, gideninse gayri-insanî yardım tırları olduğu şu ilginç memleketimizin günlük siyasî gündem trafiğini ifade etmek noktasında açıklayıcı olmasa dahi, daha geniş bir perspektiften yaşamın asıl öz suyu köklü ve derin değişimi ifade etmesi bakımından hâlen geçerliliğini korumakta.
Dünya değişiyor ve eskisine kıyasla değişimin ivmesi oldukça artmış durumda. Hamburg’da Alman TOMA’sı kültürünü 25 yıllık bir işgal evi olan Rote Flora’dan almış anti-faşist gençlere 4 gündür terör estiriyor, Yunanistan’da anarşist Stratoulis açlık grevinin 57. gününde, Kamboçya ve Bangladeş’te tekstil işçileri yumruklarını sokağa, askerler ise namlularını eylemcilere doğrultuyor. Tayland’da hükümet sallanıyor, muhalifler Bangkok’ta hayatı durduracaklarını ilân ediyorlar. Hemen yanı başımızda Irak Şam İslâm Devleti örgütü Felluce ve Ramadi’de devlet ilân ediyor, Fransa’da Goodyear işçileri patronları rehin alıyor. Birkaç gün içerisinde dünyada bunlar oluyor. Bizim “başımızda” ise bakanlar, savcılar, emniyet müdürleri, imamlar, istifalar, operasyonlar, yolsuzluklar, gazlar, coplar, plastik mermiler, vızır vızır bir şeyler oluyor. Bir şeyler oluyor ama ne oluyor? Hızına yetişebilmenin imkânsız olduğu karşılıklı darbeler vuruluyor. Filler tepişir, Olympos’ta şimşekler çakarken, birileri aman Tanrıları kızdırmayalım diye icazetli basın toplantılarında haftalık köşe yazılarını teslim alıyor. Biri öbürüne “sulh” teklif ediyor, öbürü “hepsi benim” diyor. Ve işin ilginci bütün bunların hepsi, ne yaptığı ettiğini saklamayı devlet geleneği gören bir ülkede, Türkiye’de oluyor. Şeffaflaşma, teşhir ya da ifşa. Egemenler ve muktedirler yönetebilme kabiliyetleriyle beraber, yönetebilmelerinin “meşru”, ideolojik aygıtlarını farkında olmaksızın tahrip ediyor ve etkisizleştiriyorlar. Pek modern Türkiye demokrasisi hunhar bir şekilde, egemenlerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri, kullandıkları hukuku ve meşruiyeti ortadan kaldırıyor. Perde yavaş yavaş kalkarken, oyunun asıl oyuncuları kendilerini gizleme derdine düşmeksizin birbirlerini yemeye devam ediyorlar. Hükûmet ve Cemaat ateşle oynadıklarının farkında değil, en büyük silahlarını, sözüm ona demokrasilerinin temel taşlarını kitleler gözünde ayaklar altına alıyor, kabiliyetleriyle beraber yönetme araçlarını da harcıyorlar.
Türkiye değişiyor. Belki de on yıllardan sonra bu değişim sadece bir deri değiştirme değil ülkemiz adına. Ayakkabı kutularından sadece milyonlar değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneği, hakkı, hukuku, adaleti ve demokrasisi çıkıyor. MİT’çilerce can pahası korunan TIR’lardan sadece mühimmat ya da silah değil, Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” politikası, son üç yılın dışişleri politikası ve Suriye’nin iç savaşı çıkıyor. Kâr çıkıyor, hırs çıkıyor, oradan buradan Cemaat çıkıyor, para çıkıyor, para çıkıyor, para çıkıyor.
Bütün bunların arka plânında ise, yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlar. Yönetilenler ise eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar, belki de hiç yönetilmek istemiyorlar. Denklemin şu günlerde birbirine düşmüş sermaye klikleri arasında sıkışmayacağı, orada kalmaması gerektiğini gösteren belki de en mest edici işaret bu olsa gerek. Yönetilenlerin bir kısmı, “bunlar” tarafından, bir kısmı da hiç kimse tarafından yönetilmek istemiyor. Haziran’da kitleleri sokaklara çağıran birikim yeniden ve kalıcı olmak üzere oluşuyor. Adaletin bittiği yerde, günümüz dünyasının en etkili ve en büyük kitle iletişim aracı, isyanlar doğuyor. Hem Türkiye, hem de dünya demokrasilerinin maskeleri düşüyor, büründükleri suretler bize insanlık tarihinin ezenlerini ve sonlarını yeniden anımsatıyor. Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor.
Ve Nâzım, aynı şiirinde bizlere, “yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı” diyor. Sokaklar, barikatlar, Haziran’lar, Temmuz’lar, Eylül’ler, Aralık’lar halkı yeniden sözünü söylemeye davet ediyor.
blog.radikal.com