Yaygın kanaate göre İslam’ın öngördüğü yönetim şekli halifeliktir. Halifelik de geçmişte padişahlar ve sultanlar tarafından yerine getirildi. Osmanlı sultanları aynı zamanda padişah idiler. Yavuz Sultan Selim’den beri halife olarak anıldılar. Abbasi ve Emevi sultanlarının tamamı halife olarak anıldı. Keza Ebubekir’den itibaren Peygamberin yerine geçenlere de halife dendi. O dönemde ‘’Halifetü Resulullah mı, Halifetullah mı diyeceğiz?’’ diye bir tartışma oldu. Yani Allah’ın Resulünün halifesi mi, Allah’ın halifesi mi? Halife Ebubekir kendisine halifetullah/Allah’ın halifesi denmesini kabul etmedi. Halifetü Resulullah yani Allah’ın elçisinin halifesi denmesini kabul etti. Bu anlamıyla kendisini Allah’ın elçisinin yerine koyan, yerine geçen kişi olmuş oluyor. Keza halife Ömer de kendisine emîrü’l-mü’minîn müminlerin emiri sıfatını kullandı. Fakat İslam tarihinde bunların hepsine halife dendi. Hz. Ali daha çok İmam Ali diye anıldı. Oradan bir imamet geleneği başlamış oldu ve ehlibeyt imamlarıyla devam etti. Kelime manası itibarıyla imam önder, halife de ardından gelen demek. Halife bir de muhalefet eden, karşı çıkan anlamına da geliyor. Muhalefet kelimesi de halife kökünden geliyor. Halef olmak, birisinin ardından gelmek kelimesi de o kökten geliyor. İmam, halife ve sultan kelimesi Kur’an’da geçer ama padişah kelimesi Farsça olduğu için geçmez.
Bu kelimelerin Kur’an’da ne manada geçtiğine kısaca bir bakalım. Acaba İslam tarihinde tezahür ettiği şekliyle halifelik, imamlık veya sultanlık bizatihi dinin temel kitabı olan Kur’an’da öngörülüyor mu?
Halife kelimesi Bakara suresi 30. ayette ‘’Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’’ derken kullanılır. Buradaki halife kelimesi Adem için, insan türü için kullanılır. Yeryüzünde bitkiler, hayvanlar, canlılar vardı. Canlıların en sonuncusu olarak, şimdiye kadar yaratılmışların ardından gelen bir tür anlamında halife kelimesi kullanılıyor. Keza Sad suresi 26. ayette Hz. Davut hakkında da ‘’Biz seni halife yaptık’’ denilir. Yani kendisinden öncekilerin yerine gelen, kendisinden öncekilerin ardından gelen manasında kullanılır. Bunlar halifetullah yani yeryüzünde Allah’ın halifesi anlamında kullanılmaz. Bunun daha genişletilmiş şekli: halife-i ruy-i zemin yeryüzünde Allah’ın gölgesi, zıllullah fi’l-arz yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan halife anlamında kullanılmaz. Yani Allah’ın yeryüzünde insanları yönetmek için seçtiği bir halife kavramı olarak kullanılmaz. Kur’an’da böyle bir kavram yoktur. Halife kavramı, yeryüzünde insanları yönetmek, onların kamusal işlerini idare etmek için, siyasi lider, başkan, günümüzün tabiriyle president, Allah tarafından atanmış bir kişi anlamında kullanılmaz. Birinin yerine, onun ardından gelen manasında kullanılır.
Kur’an’da imam kelimesi eimme/imamlar şeklinde kullanılır. Kasas suresinin girişinde ‘’Biz istiyoruz ki yeryüzünde ezilenleri / mustazafları imamlar, önderler öncüler yapalım. Onları Firavun’un yerine geçirelim ve Firavunun da korktuğunu başına getirelim.’’ İşte biz yeryüzünde bunu istiyoruz der. Bu cümlede yeryüzünde mustazafları eimme/imamlar yapalım derken imamlar kelimesi önderler, öncüler, yol göstericiler olarak kullanılır.
Sultan kelimesi de kanıt, delil, güç ve kudret anlamında kullanılır. Bunların hiçbiri İslam tarihinde tezahür ettiği şekliyle bir toplumun gücünü, kudretini, önderliğini, yeryüzünde Allah adına konuşan ve onu temsil eden halife anlamında kullanılmamıştır. Ama İslam tarihinde böyle tecelli etmiştir.
Müslümanlar kurdukları düzende birtakım devlet görevlilerine, Kur’an’da geçen kavramları Müslüman olmanın getirdiği hassasiyetle kullandılar. Mesela Peygamber yerine geçen kişiye halife dendi. Halife gücü, kudreti, orduyu, hazineyi elinde tuttuğu için ona Sultan dediler. İmam daha çok iktidarda olanları, devletin başında olanları değil de, kendiliğinden halkın kendisini önder olarak kabul ettiği kişileri ifade edecek tarzda kullanıldı. Mesela İmam Ali, İmam Zeynel bin Abidin, imam Zeyd, İmam Caferi Sadık, İmam-ı Azam (en büyük İmam Ebu Hanife demek), İmam Malik, İbn-i Hanbel gibi daha çok mezhep imamları halk kendiliğinden bu kişileri ilmi, fıkhi, sosyal olarak önder, lider kabul etti. Ve bu kişilere İslam tarihinde bir gelenek olarak İmam dendi. Ama devletin başında duranlara krallık, sultanlık yetkisini kullananlara daha çok halife ve sultan dendi. Dolayısıyla imamlar ve sultanlar, imamlar ve halifeler şeklinde ayrılmış oldu. Halife kelimesi tarikatlarda da kullanılır. Filan şehrin halifesi, filan tarikat şeyhinin ardından gelen, kendisini temsil eden kişi olarak görevlendirdiği kişi manasında kullanıldığını görüyoruz.
Yani sultan kelimesi daha çok krallığın, imparatorluğun başında olanlar için, imam kelimesi daha çok sivil hayatta topluma önderlik edenler için, halife kelimesi de her ikisi için kullanılıyor. Halife hem tarikatların halifesi oluyor, hem devletin başında bulunan kişiye halife deniliyor. İslam tarihi boyunca bu anlamlarda hep kullanıldılar. Bu üç kelimenin İslam tarihindeki ortaya çıkan tezahürüne bakılarak sanki Kur’an’ın böylesine bir düzeni öngördüğü varsayıldı. Demek ki Kur’an padişahlığı, sultanlığı öngörüyor, saltanatı halifelik olarak vaz ediyor, Müslümanlar da onu aldılar ve uyguladılar gibi oluyor. Oysa Kur’an’da öngörülen yönetim biçimi saltanat, hilafet, imamet değildi. Müslümanlar Peygamberin Medine’de başlatmış olduğu Medine Sözleşmesini Peygamberin vefatından sonra terk etti. Medine Sözleşmesi’ni ete kemiğe büründürüp onu kendi tarihlerinde tezahür ettiremediler. Ki Medine Sözleşmesi çoğulcu bir toplum sistemini ve ortaklaşacı bir siyasal anlayışı öngörüyordu. O günkü dünya için çok çok ileride bir anlayıştı. Peygamberin vefatından sonra Müslümanlar buna rağbet etmediler. Bunun yerine o günkü dünyada işler nasıl oluyorsa o şekilde yapmayı tercih ettiler.
O günkü dünyada bu işler nasıl oluyordu? O dönemde Sasaniler, Bizanslılar vardı, başlarında da bir kralları vardı. Müslümanlar bunlara bakarak ‘’Bizde devlet olduğumuza göre, fetihlerle İslamiyet dört bir yana yayıldığına göre ve onların yerine geçip oraları fethetmeyi amaç edindiğimize göre o zaman bizde de Müslüman bir kral, imparator olacak’’ dediler. Kur’an’dan da halife ve sultan kavramlarını alarak kullandılar. Dolayısıyla halife veya sultan dediğiniz kavramlar İslam tarihinde, Bizans’ın Sezar’ına ve Sasanilerin Kisrasına ve Moğol devlet geleneğinin Hakan, Han kültürüne dini, Arapça bir kılıf geçirilmiş halinden başka bir şey değildir. Bu krallıklarda yönetim nasıl oluyordu? Tek bir kişi oluyordu ve onun soyundan tevarüs ederek saltanat devam ediyordu. Bir soyun, aşiretin, kabilenin saltanatı esas alınıyordu. İşte Emeviler ile birlikte ortaya çıkan budur. Sonra Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılarda devam eden hep budur. Bir soyun, kanın, sülalenin egemenliği ve onun devam ettirilmesidir. Oysa ne Medine Sözleşmesi’ne, ne de Kur’an’da öngörülen insanların birbirlerini nasıl idare edeceklerine, ne şekilde bir yönetim şekli olacağına dair ayetlerin hiçbirisine uymuyor. Sadece yürürlükteki o günkü duruma, Kur’an’dan kelimeler bularak onu kılıf olarak kullanıyorlar. Oysa adalet, ehliyet, emanet, meşveret ve maslahat kavramlarından oluşan Kur’an’ın siyasal değerleri ve Medine Sözleşmesi tezahür ettirildiğinde, ete kemiğe büründürülüp bir siyasal, sosyal, ekonomik politik bir sisteme dönüştürüldüğünde ortaya çıkacak olan saltanat, hilafet değildi. Bugünkü tabirlerle söyleyecek olursak çoğulcu demokratik cumhuriyetti. Tezahür etmiş olsaydı buna o günkü çağda ne isim verilirdi bilmiyorum. Ama Kur’an’dan yine aynı kavramları bulup koyacakları hemen hemen kesindi. Çünkü Müslümanlar inşa ettikleri yapılara Kur’an’dan kavramlar koyuyorlardı. Mesela meşveret sistemine şûralar birliği denilebilirdi. Ama o günkü toplum, gelenek, tarihsel yapı, şartlar, koşullar bunun değil, o günkü dünyada cari olan krallıklar, sultanlıklar ve padişahlıkların ortaya çıkmasına yol açtı.
Şu halde İslam tarihinde ortaya çıktığı şekliyle saltanatın veya hilafetin İslam’ın öngördüğü, Kur’an’ın bizi çağırdığı siyasal, sosyal sistem olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu İslam tarihinde ortaya çıkan tarihsel bir durumdur. Günümüzde insanlığın gelişimini ve şu anki geldiğimiz siyasal tecrübelerin bizi getirip bıraktığı yerde insanlar bunu bu dünyada hangi tecrübe ile yapıyorlarsa, biz de o tecrübeyle yapabiliriz. Çünkü geçmiştekiler de kendi tecrübelerini uyguladılar ve Kur’an’dan ona isimler buldular. Ama Kur’an’ın bize öngördüğü, yönlendirdiği şey bir kaç ayette bile ortaya çıkar. Mesela çok meşhur bir ayet var; “Ve emruhum şûrâ beynehum”(Şura/38) Onların kamusal işleri aralarında ortak akıl iledir. Buna uygun olan sistem hangisi? Padişahlık mı, saltanat mı, cumhuriyet mi, demokratik cumhuriyet mi, özyönetim mi? Hangisi buna daha çok uygun? Kamusal işler ortak akılla yürütülecek, herkes katılacak, herkese danışılacak, beraber karar alınacak ve beraber uygulanacak. Hangisi bunu sağlıyorsa Kur’an’da anlatılan da odur. Ama İslam tarihinde bunu sağlayacak sistem pek ortaya çıkmadı. Ortak akılla değil, tek adamla padişahlıklar, krallıklar şeklinde devam etti. Bugün aynı şekilde buna devam etmek zorunda değiliz. Bugün biz ortak aklı hangisi ortaya çıkarıyorsa onu geliştirmeliyiz.. Demokratik Cumhuriyet dediğimiz herhangi bir dinin, mezhebin, etnik kökenin, ırkın, ulusun, ulu kişinin üzerinden tanımlanmayan, herkese ait olan ve herkese eşit mesafede duran anlayış bu anlattığım meşveret ayetine en yakın olandır. Keza tam demokrasi, doğrudan demokrasi veya öz yönetim, yerinden yönetim, halkın kendi kendini doğrudan idaresi, doğrudan yönetime katılımı tarzındaki sistemler Kur’an’da anlatılanlara daha çok uygundur. Çünkü şûra ve meşveret bunu gerektiriyor. Saltanat ve hilafet siyasi manada değil, daha çok başka anlamlarda Kur’an’da kullanılmış. Ama İslam tarihinde siyasi, sosyal anlamda tezahür etmiş. Bunlar tarihsel tezahürlerdir. Dinin evrensel emirleri ve yönlendirmeleri değildir.
Sonuç olarak padişahlık, saltanat veya hilafet şeklinde ortaya anlayışlar, zihniyet, yaklaşım biçimi ve siyasal algılar bütün kurumları ile beraber tarihte kalmak durumundadır. Bunları sürdürmek zorunda değiliz. Biz bugün Kur’an’daki doğrudan siyasal ve sosyal yönlendirmelere uygun olacak şekilde ve insanlığın da geldiği noktaya paralel olacak şekilde yeni kurumlar, anlayışlar, siyasal felsefeler üretebiliriz. Onun için Müslüman zihnin içtihat yapması gerekiyor. Yani hem çağını bilecek, hem tarihi bilecek, hem okuduğu kitabı bilecek, hem dünyadaki uygulamaları ve bu hususda ortaya çıkan düşünürleri, felsefeleri çok iyi bilecek ve buralardan kendi sentezlerini yaratacak…