İlk makale Allah’tan söz açmanın asıl hedefinin insana dair konuşmak olduğu gerçeği idi. İkinci makale Kur’an’ı Kerim’den yola çıkıp Kur’an’cılık yaparak oyalanmanın tahlili üzerine, üçüncü makale ise eşitlik ve adalet söylemlerine komünistlik-solculuk suçlamaları ile yaklaşan ve kendi gerçeğinden kaçan Abdestli Kapitalist zihniyetin perdelediği ve gözümüzden kaçırdığı yaşamın gerçekleri üzerine idi.
Önceki üç makalenin sonuncusu olan bu makalede, insanın yakasını Allahçılığın elinden kurtararak “İnsanın Rabbiyle birlikte yürümesi” üzerinde durmaya çalışacağım.
İnsana elinize geçirdiğiniz her şeyle savaş açabilirsiniz. Hatta bu savaşı farkında olmaksızın karşı cepheden değil, insana sağından, solundan, önünden ve arkasından yaklaşarak da verebilirsiniz. Hatta melekçe bir iş yaptığınızı sanarak.
Ama daha korkuncu, insanı Allah’la bombalamak, onu “din” ile kendisine yabancılaştırmak, insanı iman eden bir maymuna çevirip yeryüzüne karşı duyarsız hale getirmek ve topluma dair suni duyarlılıklar üreterek bunun sektörünü oluşturmaktır.
Evet, yeni bir din pazarı, Allahçılık pazarından bahsediyorum…
Konuya bir romandan alıntı ile başlamak istiyorum. Üzerinde konuşmak için seçtiğim metin bir Hıristiyan’ın romanından alınma. Kendi gözümüzdeki merteği eleştirmeye ise Hıristiyan dünyasının gözündeki çöpü eleştirerek başlayalım. Bakalım bizim gözümüzdeki mertek, Kazancakis’in işaret ettiği gözdeki çöpten ne kadar farklı?
Önce meraklısı için romana dair kısa bir açıklama yapmak istiyorum:
Bir köy rahibinin roman boyunca süren arayışı, iç savaşın kanlı çatışmaları içinde boğuşup duran yoksul insanların arayışıyla bütünleşir. Kül rengi, acılı bir köy: Akdeniz adalarının acımasız güneşi altında kavrulmuş kapkara evler; yoksullukla boğuşan, tutkularla kavrulan insanlar. Ve tutkuların en amansızı olan nefret; kardeşi kardeşe kırdırtan öldürücü bir nefret. Bu haksızlıklar selinin ortasında, çığlığı çölde yitip gittiği için umutsuz, umarsız kalmış, arayış içindeki köy papazı Yannaros’un gözünde bu kötülükler dizisi, kendi papazlığının da saçmalığını ortaya koymaktadır.
Papaz Yannaros, özgürlüğü arayan yeni bir düşünceye kapılmıştır. Marks’ın öğretisidir bu. Hıristiyanlığa büyük eleştiriler getiren, çağdaş bir İsa arayan, bu yüzden de Yunan kilisesinin aforoz ettiği birisidir.
Kazancakis, en çarpıcı eserlerinden biri olan Kardeş Kavgası adlı romanında sembolik bir betimleme üzerinden Peder Yannaros’u konuşturur Tanrıyla. “Beni yalnız bırakma, bana yardım et” diye İsa’nın ayaklarına kapanmak isterken varlığının derinliklerinden yükselen esrarlı bir ses, sert ve öfkeli bir şekilde der ki:
– Benden emir beklemeye utanmıyor musun Peder Yannaros? Özgürsün. Seni özgür yarattım. Neden bana bağlı kalmak istiyorsun? Ayağa kalk Peder Yannaros! Bırak diz çöküp durmayı, sorumluluğunu benimse, kimseden öğüt isteme, özgür değil misin? Seç…
– Özgürlük çok ağır Tanrım. Bu ağırlığı insanoğlu nasıl kaldırabilir?
Bu kez alçak ve hüzünlü bir ses duyuldu:
– Gerçekten ağırdır, ama cesaret!
Varlığının derinliklerinde yırtık perde kapandı, ses kesildi. Peder Yannaros, göğsüne eğdiği başını kaldırdı. Kilisenin taşlarından bir güç ağır ağır yükseldi, kubbedeki İsa’dan üstüne bir güç indi. Göğsünü kabarttı, dizlerini sağlamlaştırdı. Tanrısıyla konuşurken hiç böyle bir yüreklilik, böyle bir inanç duymamıştı.
Elini göğsüne bastırdı, yüksek sesle, ant içercesine:
– Köyümün sorumluluğunu üstüme alıyorum öyleyse, dedi. Mahvolması ya da kurtuluşuyla ilgili kararı ben vereceğim. Haklısın, özgürüm ben; şeref ya da utanç bana bağlı. Özgürüm. İnsanım ben!
Ve son kez haykırdı sorumluluğundaki köylülere:
– İnsan olun, diyor bizlere. Küçük çocuklar gibi paçalarıma yapışmaktan vazgeçin. Kalkın ayağa, tek başınıza yürümeyi öğrenin.
İşte Kazancakis’in sembolik betimlemesindeki diyalogda okuyucunun önüne serdiği Katolik Tanrı’cının gözündeki çöp, klasik dinciliğin radikal, gelenekçi, cihatçı versiyonlarında koca bir mertek olarak karşımıza çıkmaktadır:
– Önemli olan Halk değildir, Hakk’tır!
– Özgürlükte neymiş? Önemli olan kulluktur!
– Beşeri ideolojilere Lâ, Allah’ın hâkimiyetini kurmak lazım…
– Allah’ın hikmetinden sual olunmaz
– Biz bilmeyiz Allah bilir
– Yeryüzü kâfirin cenneti, Mü’min’in cehennemidir.
– İslam’da eşitlik yoktur, adalet vardır.
Tevhitçilik söylemleriyle topluma parçacı bir şekilde bakan zihin, Hakk’ı Halk’ın içinde görünür kılmanın çabasından uzaktır. Hakk’ı Halk’ın üzerinde temsili iktidarlarda görmek, “beşeri ideolojilere Lâ” demek olduğu yanılgısı ile halkın karşısına davetçilik adı altında hakk sopası ile çıkmayı doğuruyor…
Sormak lazım, yeryüzünde beşeri olmayan bir ideoloji, dava veya hedef kurmak/koşturmak mümkün müdür?
Bu kuru slogandan yola çıkarak Allah’ı ve kitabını beşerin karşısına rakip bir siyasi manifesto olarak çıkarmak, beraberinde bunu yapanları da insanlığın karşısına Allahçı jakobenler olarak çıkarmaktadır.
Bu durum, Aydınlanmacı Burjuva’nın “Laik, seküler jakobenler”inden kaçanların “Allahçı jakobenler”in kucağına düşmelerine neden oluyor. Bununla birlikte Allahçı jakobenlerden kaçanların da “Aydınlanmacı, materyalist, laik jakobenler”in ağına düşmelerini doğuruyor.
Kulluğu özgürlükle iç içe değil de özgürlüğün rakibi ve özgürlüğün üzerinde görmek biraz da özgürlüğü aydınlanmacı burjuvazinin zihinsel kodları üzerinden okumaktan kaynaklanıyor. Özgürlüğü istemeyi tehlikeli bulan bu bakış açısı, karşı tarafı her türlü cinsel sapkınlığa meyilli olmaktan yola çıkarak özgürlüğü onun eline kaptırmamak için kendi sınırlarını kullukçulukla belirginleştirip özgürlüğe de akidevi bir karşıtlık üzerinden yaklaşmakta…
Bu bakış açısının varlığı ve insanı okuyuşunun arkasında ise şu gerçek yatıyor. İnsan’ın beşeri ideolojilere kölelik yapmaktan kurtaracak olan sadece Allah’a kölelik/kulluk yapmasıdır!
İşte bu ifadenin pratiği karşımıza nasıl çıkar dersek o da şudur: Allah’ı insanların karşısında temsil eden dini otoritelere/liderlere köle ve kul olmak.
Allah’ın insana bahşettiği yanlışı doğrudan ayırabilme yetisi olan hikmetten bir “Hükmullahizm” icat edip iktidar mekanizmaları üretmeye çalışmak…
Hiyerarşik bir şekilde mülk-iktidar ve kontrol mekanizmalarını beşeri sistemlerin reddiyesi üzerinden ayrı bir kutsallık ve kulluk basamağı kılmak…
Sonuç: Allahçılık!
Yoğun bir İlah-Rabb vurgusu ile insanı ve tabiatı ikinci plana düşürerek insanı kapitalizmin çarklarına kayıtsız bir hale getirdikten sonra modern aydınlanmacı ilahlara karşı dinci mahallelere/cemaatlere bölerek kendi içinde iktidarlar yaratmak ve bu mahalleleri romantik bir itkiyle ümmet/velayet dayanağı ile tekel bir iktidara bağlamak…
Peki bu bizi Sünni’yse Hilafet, Şii’yse İmamet diktatöryasına götürmez mi?
İşte bu Allahçılık, tersinden Laikliği ve Allahsızlığı sadece ve sadece besler. Muhammed İkbal’in tabiri ile Allahçı Mollalar Kafir üreten Mü’minlerdir!
Şimdi de Bonheffer’e bakalım.
Ünlü Alman İlahiyatçısı Bonhoeffer’i Batı Terörü isimli kitabına alan Roger Garaudy de aynı temaları ön plana çıkararak Bonhoeffer’den alıntıladığı şu pasajlarla bize kafamızı dine gömmek yerine İslam’dan ilham alarak, şuurlu bir baş kaldırışı telkin eder:
“Bize yardım etmesi gereken artık Tanrı değildir; Tarihin tüm yenilgileri döneminde Tanrı’ya yardım etmek bize düşer. İsa yangında boğulan bir insanın üzerine su sıkan bir itfaiyeci gibi bizi “kurtarmaya” gelmemiştir. Her zorlukta kendi güçsüzlüğümüzden bizi çıkartması için Tanrı’nın “gücüne” yalvaran bütün korkak ve sızlanıcı dinlerden bizi kurtarmaya gelmiştir. İsa bize yolunu gösterdiği ve örneğini sunduğu yeni ve büyük bir hayatın sorumluluğunu eksiksiz bilen insanlar olarak ayakta ve başı dik yaşamayı öğretmiştir. Hiçbir kilise bizlerin çocukmuşuz ya da sakatmışız gibi sorumluluğumuzu üstlenemez. Günahlarımızı bağışlayamaz ya da bizi cezalandıramaz.”
Protestan peder Bonhoeffer’in Naziler tarafından infaz edilmeden önce söylediği şu sözleri de içten içe düşünmemiz gerekiyor:
“Hıristiyan olmak, dindar olmak anlamına gelmez; o, yalnızca insan olmaktır. İsa bizi yeni bir dine değil, hayata, baştan sona sorumluluk taşıyan bir hayata çağırmıştır.”
Yukarıdaki alıntıda Bonhoeffer’in dile getirdiği Hıristiyanlığın gözündeki çöpten kıyasla kendi merteğimize baktığımızda göreceğimiz şey, Bonhoeffier’den çok da farklı olmayacaktır.
İslam dinlerden bir din olmadığı için cümleyi şu şekilde okuyabiliriz:
“Müslüman olmak, din(i)dar olmak anlamına gelmez; o yalnızca insan olmaktır. Muhammed bizi yeni bir dine değil baştan sona sorumluluk taşıyan bir hayata/tevhide çağırmıştır.
Peki, insan olmak ne demektir diye sorduğumuz zaman ise:
İnsan Homo-Sapiens olarak tanımlandı modern süreçte. Düşünebilmesine vurgu yapıldı. Bunlara Homo-Ludens (oynayan insan), Homo-Negans (hayır diyen insan) ve Homo-Esperans (umut eden insan) da eklenebilir.
İnsanın ne olduğu konusunda son sözü söyleme iddiasında olmamakla birlikte insana dair, insandan anladığımı “La İlahe İllallah” devrimci parolamız üzerinden “Hayır” diyen ve umut eden insan olarak gördüğümü belirtmeliyim.
“Din, insanlığı sırtına vurulmuş olan yüklerden ve boynuna dolanmış olan zincirlerinden kurtarmak için vardır. Nitekim peygamberin misyonu da budur (7/158). Dolayısıyla bu dinin tabiatında itaat değil, isyan vardır. “La ilahe illallah”la statükoyu yıkar, hiyerarşiye (ast-üst ilişkisi) son verir, hegemonik ilişki biçimlerini reddeder, hiç kimsenin bir diğeri üzerinde tahakküm kurmasına müsaade etmez. “La kuvvete illâ billah”la en-Nâs’ı, yani toplumu ön plana çıkarır.” (A. Fikri Ergun; Anarşist İslam: İtaat kültüründen isyan kültürüne)
Ya Umutluluk? Yani Homo-Esperans: Umud eden insan…
İşte burada Klasik din(i)darın insan üzerinden yağmaladığı ve insanı yani umudu yabancılaştırdığı noktaya geleceğiz.
Umudun yabancılaşması “Yarıncılık”tır.
İnsanın beklentilerini yarınlara ertelemenin her türlüsüdür. Yarınlara ertelemek ise sadece oturup beklemek değildir. Yarınları kurtarmak adına bugünün zulüm düzenlerinin başına geçmeyi hedeflemektir. Yani mülkü ve iktidarı ele geçirmektir.
Firavun’u “Firavun” yapan zorbalığın tabiatı ile hesaplaşmak yerine Ahlaklı Karun(!), takvalı Firavun(!) üretmek, sözde “rabbani mücadele”, “tevhidi uyanış”, “İslamla yöneliş” “selefi cihadizm” ve tüm bunların pratikteki sonucu, Harun gibi gelirken Karun gibi malı götürmek, hatta bunu “Müslüman en iyisine layıktır” ve “Allah nimetlerini kulunun üzerinde görmek ister” gibi abdestli kapitalist fıkhı ile meşrulaştırmaktır.
Bu yarıncılığa dair vahşeti ancak bir zaman diliminde iktidarı ele geçirince ele geçireceklerinden dem vuranların:
İslam gelecek vahşet bitecek…
Hıristiyanlık gelecek vahşet bitecek…
Hilafet gelecek vahşet bitecek…
İmamet gelecek vahşet bitecek…
Komünizm gelecek vahşet bitecek…
Anarşizm gelecek vahşet bitecek…
DTP gelecek vahşet bitecek…
Saadet gelecek vahşet bitecek…
AKP gelecek vahşet bitecek…
CHP gelecek vahşet bitecek…
Bütün bunlar -başka versiyonları da dâhil olmak üzere- aslında aldatıcı birer slogandır. Hiçbir şey, din, ideoloji, proje, paket program vs.nin gelişi ADALET’in garantisi değildir. Adaletin garantisi şu andadır…
Şu an adil miyiz? Nerede mi? Tabii ki, o küçük iktidar alanlarında…
İşletmelerinizde, cemaatlerinizde, vakıflarınızda, dershanelerinizde, evlerinizde, ortaklıklarınızda, hani şu kentlerde, komşuluk ilişkilerinizde, trafikte, hani şu doğaya karşı, en basitinden serçelere karşı, sokak kedilerine karşı bile… Tinercilerin, dilencilerin, evsizlerin, kimsesizlerin arasında ve daha sayamadığım pek çok yerde!
Diğergam mıyız? Sömürü ve yoksulluk ana derdimiz mi? Yoksa bütün adalet vaatlerimiz elimize geçireceğimiz iktidarlarımıza mı bağlı?
İşte burası umudun yabancılaşmasıdır. Yani insanlığın ve doğanın yağmalanmasına rağmen iktidarlar uğruna akideleri ussallaştırma, gerekçelendirme, meşrulaştırma tam da burasıdır. Mazlumun zalime döndüğü kırılma noktası tam da burasıdır.
Umut ileriye dönük beklentilerle ayakta tutmak zanneden anlayışlarla, bizzat umut romantizminin ta kendisi olan bir sahtekârlığa kapı aralamaktadır. Umut, şu an insanı ayakta tutan ve ileriye yönelik vaatlerini şu andan itibaren hayata geçirerek toplumsallığını gerçekleştiren insanlardır.
İşte bu insanların yan yana gelişi serüvenciliğin, köktenciliğin ve mülkiyetçiliğin ve hâkimiyetçiliğin insanı sessizce ele geçirip kendisine yabancılaşmasından insanı korur…
İnsanın bu şekildeki yürüyüşüne Rabb’in eşlik etmesi demek, insanın zulme uğrayan ezilenlerin arasından adalete ve eşitliğe yürümesinden başka bir şey değildir…
Allah adına Allahçılığa yürüyenler ise iktidar ve mülkiyete kavuştuklarında karşınıza despot statükocular olarak çıkacaklardır… İşte bu yüzden tarih ne yazık ki, Rebeze’nin tekerrüründen ibaret olmuştur.
Kaleme aldığımı bu son makaleyle birlikte ilk üç makalem ve diğer yazarların yazıları 1 Mayıs 2010’dan bu yana duruşumuza ve yürüyüşümüze şahitlik etmesi için adilmedya.com tarafından sizlere sunuldu.
Biz Rebeze’nin tekerrürüne de karşı çıkmak için çığlıklarımızı tutuşturduk. Yüreği ezilenlerden yana çarpan tüm erdemli ve devrimci şahsiyetlere yabancılaşmanın dindar mahallelerdeki yansımalarını kısmen elimden geldiğince açmaya ve tartışmaya çalıştım.
Selam olsun derdi insan-tabiat ve adalet olan tüm emektar insanlara…
Sözü değerli fikir adamı ve mücadele insanı Muhammed İkbal’e bırakarak çekiliyorum:
“Hür olan insana sıkıntı verir, başkalarınca kurulan bir dünyada yaşamak!
Ey hakikat adamı! Bir kılıç gibi keskin ol, kendi dünyanın kaderini yoğur.” (Muhammed İkbal; Cavidname, s. 225)
Brahman mabedin eşiğinde uykuya dalmış, Müslüman camiinin kemerleri altında kaderine ağlamış.
Ne Doğu’ya dön yüzünü ne de Batı’ya, Yaratılışın seni, her geceyi gündüze çevirmeye çağırır.
Karanlıktan aydınlığa çıkmanda rehber yaratılışındır. (Muhammed İkbal; Darb-ı Kelim, s. 107)
“Doğu’nun ötesine geç ve Batı’ya diren
Yenisi ve eskisi, bunlar bir arpa tanesi etmez
Sen inciyi karanlığın insanlarıyla değiştin
Cebrail’e güvenmek daha mı değersiz?
Hayat kendini bilmek, yaratmak ve onun birliğini oluşturmaktır
Ey Kervanla yolculuk eden
Onunla birlikte ol
Ama bağımsız olmayı da başar
Sen ayın on dördünden daha parlaksın