Elbette evrimsel biyoloji söz konusu olduğunda, soruların ucunun Tanrı inancına ve dinlere gelmemesi oldukça zor. Doğadaki evrim yasasının her ne kadar kütleçekimi yasasından veya kimyasal maddelerin tepkime dinamiklerini belirleyen yasalardan hiçbir farkı olmasa da ve her ne kadar Evrim Ağacı olarak biz, bugüne kadar bütün konuları bilimsel bir çerçeveden ele alıp, şahsi inançlara yönelik yorumlardan kaçınmış olsak da, ister istemez okurlarımız bizim halk arasında yaygın olarak Tanrı inancını bilimsel olarak nasıl izah edebileceğimizi, tanrıların, dinlerin ve bu inançların spesifik argümanlarının gerçeklik payı olup olmadığını ve Tanrı/din kavramını var oluşun neresine yerleştirmemiz gerektiğini soruyorlar.
Ne yazık ki bu soruların hepsinin cevabını veremeyiz; çünkü bilmiyoruz. Hatta halk arasında yoğun bir kamplaşma olsa da ve tutkuyla savunulan argümanlar/iddialar aksi yönde bir izlenim verse de, tarafların hiçbirinin yukarıdaki soruların nihai ve gerçek yanıtlarını bilmediğini de rahatlıkla iddia edebiliriz. Dolayısıyla biz, bu konuda bilimsel olarak sonlandırılmamış bir tartışmayı Evrim Ağacı olarak sonlandırma iddiasında olamayız – bugüne kadar hiç olmadık da. Ancak şunu yapabiliriz: İnsanı ve Evren’i tamamen doğal bir varlık olarak gören bilimin, “Eğer Evren bir süperbilinç tarafından var edilmediyse ve insan da dahil her şey doğal süreçlerle var olduysa, insanlar arasında görülen dini inançları ve Tanrı kavramlarını bilimsel ve doğal olarak nasıl izah edebiliriz?” sorusuna verdiği yanıtları size aktarabiliriz. Bu yazıda da yapacağımız bu olacak.
Bilim, Ateist mi?
Din ve tanrı konusuna yönelik bilimsel yaklaşımlara şüpheyle yaklaşanların en temel endişesi, bilimin ateizm ile eşdeğer kavramlar olduğu argümanıdır (her ne kadar dini inançlarda bilimin önemini vurgulayan veya vurguluyormuş gibi gözüken çok sayıda anlatı, söz ve argüman olsa da). Öncelikle bu endişeyi yatıştırmakta ve konuyu netleştirmekte fayda var.
Daha önceden, bilimin kalbinde yer alan boş hipotez kavramı çerçevesinde nedenlerini anlattığımız sebeplerle, bilimin dini konularda ispatlanmamış iddialara yönelik tutumunun ister istemez ateizm ile örtüştüğünü, çünkü bu iki olgunun (bilim ve ateizm) farklı nedenlerle aynı şeyi savunduğunu izah etmiştik. Ancak bu, bilimin ateizm ile aynı şey olduğunu iddia etmemiz için yeterli değildir. İzah edelim.
Kısaca hatırlatacak olursak, ateizm, Tanrı ve dinlerin gerçek olmadığını iddia eden dini pozisyondur. Ateistlerin ateist olmalarında birçok neden vardır (ve genellikle bilimsel veriler gerçekten de bunlar arasında oldukça büyük bir yer tutar). Ama her ne nedenle olursa olsun ateizm, bir a priori gerçek olarak “Tanrı’nın ve dinlerin var olmadığını” savunur; bir diğer deyişle ateistler, Tanrı’nın var olmadığını ve dinlerin gerçek olmadığını bildiklerini iddia ederler (tabii ki pozitif ateizm, negatif ateizm, de facto ateizm gibi birçok alt kategoriden ve nüanslı pozisyonlardan söz edilebiliriz; ancak genel olarak bu tanımlama gerçekten çok da uzak olmayacaktır). Bu bilginin doğası ve argümanın geçerliliği ayrı bir tartışma konusudur ve burada detaylarına girilmeyecektir.
Öte yandan bilim, Tanrı’nın var olmadığını bildiğini iddia etmez. Zaten bilim, sadece Tanrı veya dinlerin değil, bir şeylerin var olmadığını genellikle iddia etmez. Çünkü bir şeyin noksanlığını ispatlamak neredeyse imkansızdır, bir yerde, Evren’de bilinebilecek her şeyi bilmeyi gerektirir. Daha ziyade doğada, şeylerin var olduklarını veya belirli niteliklere sahip olduklarını gösterebiliriz. Buna rağmen bilim, prensip olarak tanrıların var olmadığı ve dinlerin gerçek olmadığı pozisyonundadır. Bunun nedeni, ateistik kaygılar değil; az önce sözünü ettiğimiz boş hipotez kavramı çerçevesinde, bu şekilde pozitif bir doğrulama yapılmadığı sürece, bilimde her argümanın reddedilmesi gerekmesidir. Örneğin “Limon kanserin tedavisidir.” gibi bir argüman da, “Her şeyin yaratıcısı Tanrı’dır.” argümanı ile eşit nedenlerle reddedilir (fakat ilkinin reddinin “ateistik bir ret” olmadığı açıktır); çünkü ilgili yazımızdan da okuyabileceğiniz gibi, eğer bu boş hipotez tavrını benimsemezsek, önümüze çıkan her iddiayı gerçek kabul etmemiz gerekirdi (“sazan gibi üzerine atlamamız gerekirdi”) ve bilim yapmamız veya gerçeğe ulaşmamız imkansız olurdu.
Yani bu yazıda daha en başından söylemek gerekir ki, bilim ile ateizm özünde aynı sonuçlara varıyor olsa da, ateizmin vardığı sonuç a priori ve kesindir; biliminki ise geçici ve prensip gereğidir (temkinlidir). Bunu anlamak için şunu düşünün: Tanrı’nın var olduğu anlaşılsaydı; ateizm ve argümanları tanım gereği yok olmak zorunda kalırdı; ancak bilimsel argümanlar bundan özünde neredeyse hiç etkilenmezdi (bilimsel bakış açısında devrim yaşanacak olsa bile).
Dolayısıyla bu yazıyı okurken sizden beklentimiz, eğer belli bir dine veya tanrıya inanıyorsanız, eldeki çabanın onu çürütme çabası olmadığını anlamanız, “Eğer ki Tanrı ve din kavramları doğaüstü olgular olmasalardı, bu tür kavramların toplumlardaki varlığı doğal yollarla nasıl izah edilebilirlerdi?” sorusunun cevabının arandığını hatırlamanızdır. Yine Baştan söyleyebiliriz ki, bilimin elinde Tanrı’nın (veya tanrıların) ve dinin (veya dinlerin) varlığına veya yokluğuna yönelik herhangi bir kanıt yoktur. Ancak bilim, bugüne kadar insana, Dünya’ya ve Evren’e dair keşfettiğimiz şeylerden yola çıkarak, Tanrı ve din kavramlarına yönelik doğal açıklamalar geliştirmek yolunda çok güçlü argümanlar üretilmesini sağlamaktadır. Bu argümanları kabul etmek zorunda değilsiniz; bunlar, felsefe ve ilahiyat sahalarında halen tartışılmakta olan, henüz sonuçlanmamış tartışmalardır. Ancak eğer ki bilimin bu kavramlara nasıl yaklaşıyor olabileceğini merak ediyorsanız, size bu yazıda kısa bir özet sunmaya çalışacağız.
Özetle, okurlarımıza yapmak istediğimiz uyarı şu: Bu yazıyı okuyacaksanız, her şeyden önce, şahsi ve spesifik inançlarını (veya belli bir dinin spesifik argümanlarını) bir kenara koymanızı öneririz. Bunlar zaten kapsamlı bir şekilde tartışılan, üzerine bol bol kavga edilen konular. Anlamamız gereken şey, din ile bilim dediğimiz bilgi sistemlerinin prensiplerinin köklü bir şekilde farklı olduğudur (her şeyden önemlisi, bilgiye ulaşma yöntemlerindeki köklü farklılıklardır). Dolayısıyla günlük yaşamında bilime dini bir çerçeveden bakıp, buna rağmen bilimi kullanarak dini açıklamaya çalışan biri, kendi kendini düğümleyecek ve hiçbir sonuca varamayacaktır. Söylemesi kolay, uygulaması zor; ancak bu yazıyı (veya benzerlerini) okuyacak birinin, din veya tanrı olgularına bir mantar türünün liflerini anlama çabasından farklı bir şekilde yaklaşmaması gerekmektedir. Çünkü bilimin yaptığı budur, bu yazıda bizim yaptığımız da bu olacaktır. Konunun daha farklı incelemeleri için aşağıdaki yazılarımızı öneririz:
En Güçlü Motiv: Korku ve İnsan Doğasındaki Yeri
Canlılardaki en ilkin duygulardan bir tanesi, korkudur. Korku, sadece insan türünde değil, hemen hemen tüm hayvan türlerinde bulunan, beynin en ilkel ve en alt katmanlarında yer alan, en temel duygudur. Korku yönetiminden sorumlu bölge olan amigdala, beynin en iç bölgesinde bulunur ve genellikle beynin en erken evrimleşmiş parçalarından birisi olarak kabul edilir. Korku hissi; duyguları, beyni veya bir sinir sistemi olan, yani belirli bir düzeyde zekaya sahip olan canlıların hayatta kalması için çok önemlidir. Çünkü bir hayvan, ölümcül bir tehlike ile karşılaştığında buna çok hızlı bir şekilde tepki verebilmelidir. Bir ceylan, bir aslandan korkmak zorundadır; çünkü korkusuz veya korkuyla ilgili beyin bölgesi zedelenmiş bir ceylan, aslan varlığına tepki veremeyecek ya da geç tepki verecek, böylece kolaylıkla av olacaktır.
İnsanlığın evriminin çok eski dönemlerinden beri korku duygusu beyinde yer almaktadır. Bu, Dünya üzerinde hiçbir insan ve şempanze türü bulunmazken, 6 milyon yıl öncesinden daha eskilerde, ağaçlar üzerinde yaşayan atalarımızın da, diğer tüm hayvanlar gibi, oldukça işine yaramıştır. Çünkü orman, tehlikeler ve tehditlerle doludur. Özellikle avcıların sebep olduğu tehlikeler, korkunun beyindeki evrimini tetiklemektedir. Atalarımız da, karşılaştıkları tehlikelere ilk olarak korku duyarak tepki vermişler, korkuya bağlı olarak da, tehlike karşısında yaygın olarak verilen 3 ana tepkiden birini vermişlerdir: Don, Kaç ya da Savaş.
Her ne kadar bu apayrı bir yazının konusu olabilecek olsa bile, günümüzde korkuya halen bu 3 tepkiden birini göstererek cevap vermemiz, evrimsel geçmişimize kanıtlar sunmaktadır. En nihayetinde insan da bir hayvandır ve hayvanlarla aynı tepkileri vermektedir. Şaşırtıcı bir haber ya da korkutucu bir ses duyduğumuzda ilk olarak donup kalırız. Bu, tehdit unsuruna karşı “Ben burada yokum, beni göremezsin.” demenin en temel yöntemlerinden biridir ve geyiklerin arabalar altında kalmasının da sebeplerinden biridir. Geyikler, üzerlerine gelen arabayı görünce donma tepkisi verirler ve bu da kazalara sebep olur.
İlk tepkiyi atlatabilen bir hayvan ya kaçacak ya da savaşacaktır. Bunu insan olmayan hayvanlarda görmek çok daha kolaydır; hatta insanlar da tehlikeyle karşılaştıklarında, ilk şoku atlattıktan sonra fiziksel olarak savaşabilir veya sıvışabilirler. Ancak insanlarda (ve diğer hayvanlarda da) bu savaşma veya sıvışma yaklaşımı sadece fiziksel olmak zorunda değil; beden diliyle de dışarıya yansıtılabilir: Beğenmedikleri ya da korktukları bir durumda insanlar tehdit unsuru ile aralarına çeşitli mesafeler koyarak (örneğin kollarını birbirine kavuşturarak veya vücutlarını geri çekerek) “kaçma” tepkisi verirler veya daha dik bir pozisyona geçip, hacimlerini genişleterek (göğüs dışarı, alın yukarı) “savaşma” tepkisi verirler. İşte tüm bunlar, beyni olan hemen hemen tüm hayvanlarla ortak olarak paylaştığımız korku bölgesiyle birebir ilişkilidir ve beynimizin en iç kısmında, en eski atalarımıza ait bölgelerde yer alır.
Zekanın Evrimi, Algının Gelişimi ve Korku İlişkisi
İnsan evriminin en önemli (hatta belki de tek önemli) olayı, beynin büyümesi sonucu zekanın gelişmesidir. Zekanın evrimi tek başına gerçekleşmemiştir, pek çok yan etkiyi de beraberinde getirmiştir. Bunların ilki, algı düzeyinin gelişmesidir. Yani zekası gelişen ve evrimleşen bir hayvan türü olan insan, daha önceki -en azından bildiğimiz- tüm canlılardan çok daha aktif bir şekilde etrafını algılayabilmeye başlamıştır. Zaten tüm kültürel evrimimizin temelinde de, özünde, algının evrimi yatmaktadır.
İnsan türü, düşünmeye başladığı andan itibaren merak ederek öğrenmek, çevresinde olan biteni anlamak istemiştir. Bu biyolojik evrim ile edindiğimiz en temel dürtülerden birisidir. İnsan, fiziksel olarak zayıf bir varlıktır. Ne kendini koruyabilecek doğal silahları (boynuz, tırnak, zehir vb.) ne de hız, uçmak gibi düşmanlarından kaçışını kolaylaştıracak becerileri vardır. Tek silahı, aklıdır.
Bu nedenle insan, her şeyden önce çevresini öğrenmeye ve anlamaya çalışmıştır: Avcılar, avlayacakları hayvanları tanımaya, kendisi gibi onları avlamak isteyen yırtıcılardan korunmaya özen göstermiş; toplayıcılar, toplayacakları bitkilerin, meyve ve tohumların hangi nebatlarda olduğunu öğrenmeye çalışmış; her iki grup da barınabileceği yerler (mağaralar, kovuklar) aramış; yağmur, kar, yıldırım gibi doğa olaylarından sakınmaya çalışmışlardır.
Ancak bu sakınma ve arama işinde insan, diğer hayvanlarda olmayan bir yöntem de geliştirmiştir: anlamak. İnsan, eğer avını, düşmanını, bitkilerin davranışını (çiçek açma, tohum düşürme zamanları gibi) doğa olaylarını anlayabilirse, onların davranışlarını önceden kestirebileceğini düşünmüş ve böylece tedbir alabileceğini kurgulayarak, karşısındaki tehditleri, zorlukları ve korku unsurlarını anlamaya çalışmıştır.
Algının gelişmesi ve anlama çabasıyla birlikte insan türü, etrafındaki olgular arasında neden-sonuç ilişkileri kurmaya başlamıştır. Ancak etrafta o kadar çok olgu birbirine bağlı olarak gelişmekte ve gerçekleşmektedir ki, insanın zekası bunların hepsini bir seferde açıklamaya gücü yetmez, yetmemektedir. Eğer ki insan, Evren’in başlangıcından beri olan biten her şeyi an be an gözleyebilseydi ve hepsini anlayabilecek bir zeka kapasitesine sahip olsaydı, muhtemelen bu neden-sonuç ilişkilerini kurmakta hiç zorlanmaz, her şeyin bilgisine erişebilirdi.
Ne var ki, bu bağlamda insan, olay yerine sonradan gelen bir detektif gibidir. Her şey olup bitmiştir (veya halen olmaktadır); ancak insan, halihazırda olmuş ve olan olguların arasındaki bağları, elindeki verileri kullanarak kurmak durumundadır. Detektif, bir suç mahallinde olan biten her şeyi bilemez; ancak o anda, içinde bulunduğu zaman diliminde edindiği verileri birbirine bağlayarak, olan bitenleri tekrardan canlandırabilir ve ilişkileri kurabilir. İşte algısı ilk gelişmeye başlayan atalarımızın karşı karşıya kaldığı zorlu durum budur: doğadaki binlerce olgu arasındaki ilişkileri çözmek ve bağları kurmak…
İnsan Zihnini Zorlayan Dış ve İç Faktörler
Dediğimiz gibi doğada pek çok tehdit unsuru bulunmaktadır. Her ne kadar bunların başlıcası avcı tehdidi olsa da, tek tehdit unsuru elbette bu değildir. Doğa olayları da ciddi bir biçimde tehdit veya hiç değilse “bilinmezlikler” oluşturmaktadır: gök gürültüleri, şimşekler, depremler, heyelanlar, yangınlar, gün doğumu, gün batımı, gelgitler, dev dalgalar (özellikle kıyı kenarındaki ormanlarda), kuraklıklar, hortumlar, kasırgalar, fırtınalar, aşırı yağışlar, seller, kavurucu sıcaklar, dondurucu soğuklar, meteorlar, çığlar, hastalıklar, tsunamiler ve daha nicesi… Tüm bu unsurlar, avcı ve avlanma baskısıyla (yani hayatta kalma baskısıyla) ve üreme baskısıyla birleşince, insanın algısının artmasıyla çözülmesi gereken problemler haline gelmiştir.
Ancak algı sahibi olan ve anlamayı başarabilen bir türün çözmesi gereken tek unsur, dış faktörlerden kaynaklanmaz. Ayrıca insanın iç dünyası da, algının evrimiyle birlikte anlaşılmaya ve belki de ilk defa “içedönük bir biçimde” incelenmeye başlamıştır. Onlarca var olan ve bir o kadar da yeni yeni evrimleşmekte olan duygu, insanın neden-sonuç ilişkisi kurması gereken bir diğer olgudur: sevgi, nefret, aşk, öfke, mutluluk, hüzün, üzüntü, sıkkınlık, gerginlik, heyecan, sevinç, korku, rahatlık, hayranlık, estetik övgü, telaş, tuhaflık/rahatsızlık, sakinlik, kafa karışıklığı, arzulama, tiksinme, empatik acı, kıskançlık, dehşet, ilgi duyma hali, keyiflilik, nostalji, zafer hissi ve daha nicesi. İnsan, bu duygular ile dış dünyası arasında ve duyguların kendi içinde ilişkiler kurmaya ve neden-sonuç ilişkileri aramaya başlamıştır.
Zekaya sahip olan her canlı, bu olguların bir miktar farkındadır; ancak bu olguların oluş sebeplerini sorgulamak için, belli bir zeka eşiğinin aşılması gerekmektedir. Örneğin pek çok balık akıntılardaki değişimleri algılar ve buna göre davranır; ancak hiçbiri akıntıların neden ve nasıl oluştuğunu veya neden ve nasıl değiştiğini sorgulamaz. Veya kuşlar, rüzgardaki sapmaları algılayabilir; ancak rüzgarın varlık nedenini sorgulamaz, sorgulayamaz. Bir şempanze, aşk veya sevgi duyabilir; ancak bu duyguların nereden geldiğini sorgulamaz (en azından bildiğimiz kadarıyla). İnsan türü, yine bildiğimiz kadarıyla, bu sorgulamayı başarabilen ilk tür olmuştur.
Bunun sebebi açıktır: İnsan, sosyal bir hayvandır ve zekası da diğer sosyal hayvanlara göre birkaç adım ileri gitmiştir. Bu sebeple, sosyal bütünlüğünü koruması ve şahsi iyi durumunu (İng: “well-being” veya “welfare”) sürdürmesi gerekmektedir. Bunun sağlanmasının da tek yolu, etrafını algılamaktan ve etrafını değiştirmekten, emek harcamaktan geçmektedir. İşte bu olgunun temelinde de, halihazırda milyarlarca yıldır var olan ve değişmekte olan olgular arasındaki neden-sonuç ilişkilerini kurmak yatmaktadır. İnsan da, etrafında olan bitenleri algılayarak, onları değerlendirir, aralarında ilişkiler kurar ve mümkünse, kendi ihtiyaçları doğrultusunda, emek harcayarak, bunları değiştirir. Emek harcayan tek hayvan insan türü değildir; ancak bunu bu düzeyde bilinçli yapabilen tek tür, bildiğimiz kadarıyla, insandır.
Tanrıların Ortaya Çıkışı ve Memetik Evrim
İşte tanrıların ilk ortaya çıkışı, insanın (ve hatta çok büyük ihtimalle atalarının ve yakın kuzeni olan türlerin) korku duyması ve bunu daha sonradan gelişen algısı sonucu değerlendirmeye başlaması ile gerçekleşmiştir. İnsan harici türlerde dini davranışlara birazdan geleceğiz; ancak insan, tıpkı diğer hayvanlar gibi, etrafındaki tehdit unsurlarının tamamından ve pek çok tehdit içermeyen ancak o dönemin şartları ve bilgisiyle anlaşılamayan olgudan korkmuştur. Birkaç örnek verelim:
Düşünün ki bundan 4 milyon yıl önce, henüz tam olarak günümüzdeki insan türüne (Homo sapiens) evrimleşmemiş bir atamızın soyundan bir bireysiniz. Henüz algılarınız yeni yeni gelişiyor, nesiller geçtikçe torunlarınızın beyin hacmi de günümüzdeki değerlerine yaklaşıyor. Henüz bırakın bilimi, ortada “birikimli bilgi” veya düpedüz “bilgi” namına pek bir şey yok; sadece gelenek var, “nesillerin tecrübesi” var (buna birazdan geleceğiz). Ancak beyniniz ve zekanız, etrafınızdaki olguları algılamak için oldukça gelişmiş bir vaziyette. Bu sebeple, günümüzde son derece “normal” olan pek çok olgu, size o dönemlerde “anormal” geliyor.
Şimdi, bu durumdayken, bir deprem olduğunu düşünün. Daha çevrenizi bile yeni yeni tanırken, yer, şiddetle sarsılmakta ve belki sığınmak için kurduğunuz mağaraları, sığınakları yerle bir etmektedir. Hatta size benzeyen “arkadaşlarınızın” ölümüne sebep olmaktadır. Tabii, ölümün de bildik ama tanımadık bir olgu olduğunu anlamanız gerekiyor. Pek çok canlı ölümün varlığını bilir; ancak bunu algılamaz, yani ölüme anlam yüklemez veya ne olduğunu sorgulamaz. İnsanlar, bunu yapabildiği için ölümden korkmuş, onu açıklamaya çalışmış ve hatta ölümden sonrası olabileceğine dair hayaller kurmuştur. Buna da sonra geleceğiz. Depreme dönecek olursak, hiç anlaşılmaz bir şekilde gelen bu şiddetli sarsılmalar, pek çok olumsuz sonuç yaratmaktaydı ve insan, elindeki verilerle bu olayın nedenlerini açıklayamıyordu.
Bir başka örnek: Günlerden bir gün, gökyüzünde şiddetli bir gürültü duyuyorsunuz. Ancak bu gürültü nereden gelir, neden olur, ne sebeple olur, bunların hiçbirinin cevabını bilmiyorsunuz; ancak neden-sonuç ilişkisi kurmak istiyorsunuz, çünkü beyniniz bunu yapabilecek kadar karmaşık bir yapıya sahip. Ancak yapamıyorsunuz, çünkü doğal olayları sistemli bir şekilde inceleyebilecek bir yöntemden henüz yoksunsunuz. Veya her gün, sapsarı ve göz yakıcı bir cisim (Güneş) çok uzaklardan yükselmekte, gün boyunca hareket etmekte ve etrafı ısıtmakta, sonra da geldiği gibi gitmektedir ve “O” gidince, etraf soğumakta ve durumun nedenlerini anlayamamanıza rağmen üşümektesiniz. Yani o cismin varlığı ve yokluğu ile sıcak ve soğuk arasındaki nedensel ilişkiyi kurabiliyorsunuz; ancak o cismin neden hareket halinde olduğunu ya da aradaki ilişkinin tam olarak ne olduğunu (neden o varken ısınıyoruz da, yokken üşüyoruz) bilemiyorsunuz. Bilimsel tabiriyle, doğa yasalarını (kanunları, ilkeleri) anbean gözlüyor ve fark ediyorsunuz; ancak hipotez ileri sürme ve teori geliştirme mefhumlarından henüz tamamen yoksunsunuz. Yani “ne” olduğunu görüyor, fark ediyorsunuz; ancak “neden” ve “nasıl” olduğundan bihabersiniz…
Başka örnekler: Bazı zamanlar gökyüzü beyaz ya da siyah cisimlerce örtülmekte (bulut) ve sonrasında, anlam verilemez bir şekilde gökten bir şeyler düşmeye başlamakta, rahatsız edici bir şekilde sizi ıslatmaktadır (yağmur)! Üstelik kimi zaman ürkütücü parlaklıklar (şimşek, yıldırım), bu göğü kapatan siyah-beyaz cisimlerin içerisinde görülmektedir! Veya devasa su parçaları (denizler, okyanuslar) sürekli olarak ve korkunç bir biçimde hareket etmektedir (dalgalar). Kimi zamansa durup dururken tepelerden aşağıya devasa toprak parçaları inmekte ve her şeyi; evlerini, sığınaklarını, yaşam alanlarını berbat etmektedir (heyelan).
Şu anda bizlere normal gelen hemen her şey, daha önce de dediğimiz gibi, o zamanlar için akıl almaz derece anormaldir. Tıpkı Evren’in büyüklüğünün, ona dair pek az şey bilen biz insanlara göre anlaşılmaz ve anormal gelmesi gibi… Evren’in farklı köşelerini keşfedip anladıkça, şu anda akıl almaz gelen (kara delikler, gama ışımaları, Büyük Patlama, Evren’in genişlemesi, Evren’in dışı, vb.) kavramlar da muhtemelen giderek daha sıradan ve anlaşılır gelecektir.
Antik insanın açıklamakta zorlandığı ve ölümüne korktuğu örnekler sayıca ve içerikçe çoğaltılabilir. Bunların, onlar hakkında hiçbir sağlam bilgiye sahip olmayan; ancak onlardan doğrudan etkilenen ve hepsinden önemlisi, onları anlayabilecek zihinsel kapasiteye sahip olup da bunu yapamayan bir canlıyı ikilemlere, endişeye, strese ve korkuya sürüklememesi mümkün mü?
Hayvanlarda Ritüelizasyon ve Din-Benzeri Davranışlar
Bu psikolojik gerilimi yaşayan tek hayvan insan değildir. Daha önce de değindiğimiz gibi, algı, belli bir zeka eşiğinin aşılmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla ancak bu eşiği geçebilen hayvanlar etraflarını algılayabilecek, neden-sonuç ilişkileri aramaya ve kurmaya başlayabilecek ve bu sebeple, korkularını bastırmak için tanrıları ve dinleri var edebilecektir. Uzun bir süredir zekası bu kadar gelişmiş olan tek bir hayvan türü var olduğu düşünülüyordu: İnsan.
Ne var ki, son dönemlerde yapılan inceleme ve araştırmalar, durumun pek de böyle olmadığını göstermektedir. Birçok canlı, onları psikolojik gerilime sürükleyen zorlu durumlarda, olan biteni anlamlandırmak için doğaüstü veya mantık dışı gibi gözüken davranışlar sergilemektedir. En yakın kuzenlerimiz ve zekalarıyla ağzınızı açık bırakabilecek olan şempanzelerde, etraflarını algılama, öğrenme ve ilişki kurma konusunda çok ciddi bir başarı keşfedilmiştir. Ve hatta, bir şempanze popülasyonunda korkudan doğan “ritüeller” oluştuğu gözlenmiştir.
Örneğin güvercinleri ele alalım. Eğer bir güvercini, Skinner Kutusu olarak bilinen ve belli tuşlara basmaları veya kolları çekmeleri halinde onlara yem vermenizi sağlayan, istemediğiniz şeyleri yapmaları halinde rahatsız edici sesler çıkarıp, güvercinlerin ayaklarına elektrik verebilen deneysel bir düzenek içerisine koyacak olursanız, çeşitli durumlar altında davranışlarını araştırmanız mümkün olacaktır. Bu kutularla yapılan deneylerde, güvercinlerin çok kısa bir süre içerisinde besin örüntülerini anlayabildiği keşfedilmiştir. Örneğin, eğer bir kolu 1 kez çektiklerinde yemek vermek yerine, 3 kez hızlı hızlı ve arka arkaya çektiğiniz durumda yem gelmesini sağlarsanız, kuşlar kısa bir süre içinde kolu 3 kez hızlı hızlı ve arka arkaya çekmeyi öğrenecektir. 2 uzun, 1 kısa, 2 uzun yapmaları halinde yem verirseniz, bu örüntüyü de çabucak öğrenebilirler.
Peki ya tamamen rastgele bir şekilde yem verecek olursanız? Güvercinler, bu durumda tam olarak hangi davranışlarının yemi getirdiğini bilemeyecektir. Birçok farklı kombinasyonu deneyeceklerdir; ancak yemler, hiçbir spesifik davranışlarından ötürü gelmemektedir. Tamamen rastgele zaman aralıklarıyla gönderilmektedir!
Bu durumda, güvercinlerin çok ilginç davranışlar sergilediği görülmüştür. Örneğin bir türlü yem alamayan güvercinler, strese girerek kutu içerisinde volta atmaya, kendi etraflarında sabırsızca dönmeye başlamışlardır. Eğer şans eseri, tam da etraflarında 1 tur attıktan sonra yem gelecek olursa (ve bu örüntü, şans eseri birkaç defa tekrar edecek olursa), aslen bu davranış ile yemin gelmesi arasında hiçbir ilişki olmamasına rağmen, kuşlar tuşlara basmadan önce kendi etraflarında dönmeyi seçmektedirler. Yani adeta, bu batıl inancı ritüelleştirmektedirler!
Üstelik güvercinler bunu yapan tek canlılar değillerdir. Kazlar, titreşimler nedeniyle yumurtaları yuvalarından çıkıp yuvarlanacak olursa, oturdukları yerden kalkıp, yumurtaya ulaşıp, ayakları arasına alıp, gagalarıyla geriye doğru iterek, geri geri ilerlerler ve yumurtayı yuvalarına taşırlar. Ancak bu sırada yumurta ayakları arasından çekilip alınacak olursa, kazlar ayakları arasında artık yumurta olmamasına rağmen, adeta bir ritüelmişçesine yaptıkları bu yumurtayı yuvaya taşıma davranışına devam ederler. Ayakları arasında hayali bir yumurta varmış gibi!
Benzer şekilde, en yakın kuzenlerimiz olan şempanzelerde de çok benzer davranışlar görülmüştür. Örneğin ağaçları sallayan ve dalları yerinden söküp hayvanların üzerine fırlatan ürkütü bir fırtına sırasında, şempanze bireylerinden birinin öfkeyle yeri yumruklaması, eline aldığı bir sopayla fırtınaya tehditkar salvolar savurması, bağırıp çağırması sonrasında fırtınanın bir miktar dizginlenmesi, hatta tamamen durması gibi bir durumun yaşanması halinde, sürüdeki diğer şempanzelerin bir sonraki fırtınada bu bireyi harekete geçirmeye çalıştıkları, onu fırtınaya doğru iteledikleri, kısaca aynı davranışları sergilemeye ittikleri gözlenmiştir. Bu durum, şempanzelerin o bireyin öfkesi ile fırtınanın dinmesi arasında bir ilişki olduğuna inandıklarını düşündürmektedir; gerçekte (muhtemelen) bu iki olay arasında hiçbir nedensellik bulunmuyor olmasına rağmen!
Ritüelleştirme (veya ritüelizasyon) adı verilen bu davranışların hepsinin ortak bir noktası vardır: Hepsi, aslen aralarında hiçbir nedensellik olmayan iki olguyu birbiriyle hatalı bir şekilde ilişkilendirmekte, sonrasında bu ilişkiye irrasyonel bir önem atamakta ve olumlu ve rahatlatıcı olan, yani genellikle pozitif olarak değerlendirilen sonuçlar almak ümidiyle, bir ritüel halinde o davranışı tekrar etmektedir. Çok benzer ritüelizasyonların, insan kültürlerinde de belirmediğini ve hatta çok daha güçlü kültürel iletişim ve kültürel evrim yolakları olan insanlarda, diğer türlere göre bu ritüellerin çok daha hızlı ve kalıcı bir şekilde yayılmadığını söylemek mümkün değildir.
Varsayımdan Bilime Giderken: Dogmalar ve Kültür
Burada karşımıza, insanı diğer hayvanlardaki ritüelizasyonların ötesine geçiren bir diğer olgu çıkıyor: hayal edebilme gücü. İnsan avının ne yapabileceğini, yırtıcının nereden nasıl saldıracağını, bitkilerin nasıl gelişeceğini, doğa olaylarının nasıl meydana geleceğini hayal etmeye başlamış, kafasında onlarla ilgili kurgular yaratmaya başlayarak ilk varsayımları geliştirmiştir. Bu varsayım geliştirme işi, ilk bilimsel düşüncenin uyanışı olarak görülebilir; buna geleceğiz. Ancak bu uyanış, aynı zamanda bir otorite kavramıyla birlikte gelişmiştir. Ebeveynin (veya ataerkil bir toplumda, babanın) bilgi ve anlayışı, çocuğun sadece bilgi kaynağı değil, aynı zamanda kesin inanması gereken bir dogma olarak gelişmiştir.
Bunun da evrimsel nedenleri vardır; zira babanın, onun da kendi babasından, dedesinden, ailesinden, kabilesinden edindiği bilgiler, bir yerde nesillerin tecrübesini yansıtıyordu. Yani bu bilgiler uzun yıllar, asırlar boyunca kullanılmış, denenmiş bilgilerdi. Çocuğun bunları sorgulamaya kalkması, bu bilgiyi belki de kullanamamasına ve böylece aç kalmasına, yırtıcılardan ve doğa olaylarından kendini koruyamamasına neden olabilir, hayatına mâl olurdu. Bu nedenle bu bilgilerle birlikte kendisine bunlara kesinlikle inanması da öğretiliyor, hatta inanmayana cezalar öngörülüyordu.
Bu bilgiler yumağı zamanla artarak ve gelişerek kültürlerin temellerini oluşturdu. “Sorgulamanın cezalandırıldığı bir toplumda gelişme nasıl oldu?” diye düşünebilirsiniz. Bunun cevabı basittir: Her toplumda asi kafalar, her türlü ceza ve zorlamaya karşı, duyduğunu, gördüğünü sorgulayan zeki bireyler türer. İşte yenilik ve gelişme, bu nadir kişilerin sorgulamaları ve yeni düşünceler üretmeleri sayesinde olmuştur. Ancak buna birazdan döneceğiz.
Doğadaki Örüntüleri Açıklayamamak ve Tanrı İnancının Doğuşu
Buraya kadar anlattıklarımızı destekleyen en önemli bulgu, coğrafyaya göre değişen tanrı tanımlarıdır. Örneğin jeolojik (yer) aktivitesi daha düşük olan bir bölgede, bu konuyla ilgili Tanrı sayısı çok azken, volkanik bölgelerde ve fay hatları üzerinde yaşayan popülasyonlarda bu konudaki Tanrılara çok daha önem verilmiştir. Çünkü insanlar, bu aktiviteleri hayatlarındaki olaylar ile özdeşleştirmişlerdir. Bir kavga ya da savaştan sonra gelen deprem, onların arkasındaki “güçlerin” bir uyarısı olarak algılanmış olabilir. Bu sebeple de Tanrılar memnun edilmeye uğraşılmış, bu da dinlerin varlığını ve içeriklerinin gelişmesini tetiklemiştir. Nasıl ki buzullarda yaşayan insanlar için kar ile ilgili çok sayıda kelime türetilmesi gerekmiştir, daha aktif doğa olaylarının yaşandığı bölgelerde, o doğa olaylarıyla ilgili daha kapsamlı mitolojiler ve kültürel anlatılar geliştirilmiştir.
İşte tüm bunlar, ilişkileri görüp, nedenselliği açıklayamamaktan ileri gelmektedir. Hatta doğadaki düzenli olabilecek örüntüleri görüp, bu örüntülerin neden var olduğunu izah edememekten kaynaklanır. Bunlar, sorgulayacak kadar algılamak; ancak tatmin edici cevaplar verememekten kaynaklanır. Burada, Ian Stewart’ın ilginç sözünü hatırlamakta fayda var:
Eğer beyinlerimiz, onu kolaylıkla anlayabileceğimiz kadar basit yapıda olsaydı, bu defa da biz beynimizi anlayamayacak kadar basit olurduk.
Bırakın Evren’e yönelik, kendi beynimize (ve ondan kaynaklı hislere, duygulara, düşüncelere, vb. olgulara) yönelik bile o kadar çok anlayamadığımız ve izah edemediğimiz detay var ki…
O zamanlardan beri algı seviyesi gelişmiş olan insanlar, kafalarına sorular takmakta, ancak bunlara tatmin edici cevaplar verememektelerdi. Gökten düşen damlalar ile kara bulutları ilişkilendirebiliyorlardı ama neden bulutların toplanıp da o sıvıyı döktüklerini anlayamıyor, açıklayamıyorlardı. Bu da onların mental dengesini tehdit ediyor, beynin evriminin bir yan etkisi olarak onlara kısıtlayıcı bir faktör oluyordu. Çünkü beyin, tatmin edilmek ister. Çünkü algılar, doyurulmak için vardır; o sayede çeşitli davranışlar motive edilir ve bu sayede belirli aksiyonlar uygulamaya konulur (açlık hissi nedeniyle besin peşinde koşmak gibi). Zaten algıların ve en nihayetinde beynin evrimleşmesinin en nihai amacı ve evrimsel faydası budur! Örneğin merak, öylesine evrimleşmiş bir özellik değildir; merak duygusu sayesinde hayvanlar yepyeni nişler keşfeder, yepyeni yaşam alanlarına ulaşırlar, sorunlarına yepyeni çözümler üretirler.
İnsan, zekasını evrimleştirmiştir, çünkü etrafını algılayarak hayatta kalma şansını arttırabilmiştir. Ancak etrafını daha çok algılamak üzere, üzerinde bir baskı vardır ve bu doyurulmazsa, mental sağlık bozulacaktır. Bunu da şöyle düşünebilirsiniz: Aklınıza bir olayı taktığınız vakit, nasıl dikkatsiz, huzursuz ve gergin olduğunuzu, nasıl herhangi bir diğer olaya konsantre olamadığınızı düşünün. İşte böyle bir durumda, beyniniz sürekli olarak kendisini rahatlatacak bir cevap, cevap olmadığı takdirde de teselli arayacaktır. Kendinizi sakinleştirmek için “Önemli değil, sakin ol.” gibi laflar sarf eder, çıkış yolları arar, bulamazsanız, size teselli verecek bir arkadaş ya da yakın ararsınız. Bu, beynin verdiği klasik bir tepkidir. İşte anlaşılamayan doğa olaylarına da beyin benzer şekilde bir tepki vermiştir: Cevap aramış; ancak bulamamış, dolayısıyla da teselli aramaya başlamıştır.
Ve teselli, güç kavramından gelmiştir. Şöyle ki; insan, açıklayamadığı olguların arkasında, kendisinden daha güçlü bir diğer olgu var olduğu hissine kapılmıştır. Burada en büyük ilham kaynağı, kendisi (insanın ta kendisi) olmuştur: “Ben bir şeyler yaratabiliyorum; demek ki şeyleri yaratan ben gibi bir şeyler olmalı.” demiştir. Benzer şekilde, “Ben belirli bir güce kadirim ve bu güç sayesinde bir şeyleri şekillendirebiliyorum; dolayısıyla etrafımdakileri şekillendiren, benim gibi ama benden çok daha güçlü bir şeyler olmalı.” diye düşünmüştür. Bir diğer deyişe, anlaşılamayan olgular arkasında bir “güç” var olduğu fikri insana teselli olmuş, net cevaplar bulamadığı sorular için kullanabileceği “joker cevap” halini almıştır (günümüzde, her şeyi başlatan veya her şeyin nedeni olan bu ilk hareket ettiricinin varlığı konusuna felsefede ilk neden problemi ya da ilk neden argümanı adı verilmektedir).
Bu tür bir yaklaşım; evrimsel, psikolojik ve antropolojik açılardan oldukça mantıklı ve gereklidir, çünkü beyin, tatmin edilmiyorsa ve bir konu hakkında fazla çalışıyorsa, bir süre sonra sağlığını yitirecektir. İşte “güç” fikri, insana bu teselliyi ve ilacı sağlamıştır. Bu fikir ve bundan doğan diğer düşünceler ve açıklamalar bir mem (düşünce, fikir, kültür birimi) olarak ortaya çıkmış ve insan yaşantısına avantaj sağladığı için memetik bilgilerimizle açıklayabileceğimiz şekilde, kalıcı olmuştur.
Memler, popülasyonlar, özellikle de sosyal popülasyonlar arasında çok hızlı bir şekilde yayılıp evrimleşebilirler. İşte “güç” kavramının evrimleşmesi de bu şekilde olmuştur. Popülasyonların bireyleri ve özellikle liderleri, bu bilgiyi kullanarak, toplumlarına teselli verici açıklamalar yapabilmeye başlamıştır. Kendi dillerinde: “Merak etmeyin, göklerdeki bu ses, X gücü tarafından var edilmektedir!” diyebilmektedirler. Bu çok mantıklıdır; çünkü olan bitene bir kişilik atfetmek, kendisi gibi bilinçli (ama kendisinden çok daha güçlü) bir varlığın bunlara sebep olduğunu düşünmek, o bilinci kararından caydırabilme ümidini de beraberinde getirir. Bu düşüncenin öznesi olan gücün gerçek veya somut olması gerekli bile değildir; çünkü bu memin amacı gerçeği ortaya çıkarmak değil, etraflarında olan bitenlerin nedenlerini anlayamayan ama sorgulayan insanları rahatlatacak, en azından onları oyalayacak bir cevaptır. İşte günümüzde, bu “güç” kavramına verilen tanrı adını vermekteyiz (bir süpergüç olgusu olarak söz ettiğimizde “tanrı”, spesifik bir dinin tanrısından söz ederken “Tanrı” şeklinde bahsetmekteyiz).
Bu açıdan bakıldığında tanrı fikri, insan zihninin korunması ve Evren ile ilgili oluşabilecek her türlü soruyu tek seferde ve kökünden “cevaplamak” adına var edilen bir X elemanı‘dır. Yani bu X, bireyin istediği her özelliğe sahip olabilir, her açıklamayı yapabilir. Tıpkı okey oyunundaki (ya da herhangi bir diğer oyundaki) joker taşı/kartı gibi. Bu taş, insanın istediği herhangi bir taş haline gelebilir ve boşlukları doldurabilir. Tanrı fikri de, bu açıdan yorumlandığında, insanın içindeki ve dışındaki bu boşlukları doldurmak için var edilmiştir. Eğer açıklayamadığımız bir olgu varsa, onu var eden daha güçlü ve daha erişilmez bir güç var ederek sorunu çözmeye meylederiz; çünkü en nihayetinde kendi hayatlarımızdaki bilinmezlikleri ve zorlukları, onlarla başa çıkabilecek kadar zeki olan bireyler olarak aşabiliriz ve açıklayabiliriz; demek ki Evren’deki bilinmezlikleri ve zorlukları da, onlarla başa çıkabilecek kadar zeki ve güçlü bir yaratıcı yönetiyor olmalıdır.
Tanrılara atanan sıfatların tamamı, insana ait özellikler veya bunların abartılmış halleridir. İnsan, kendisindeki ve başkalarındaki tüm iyi ve kötü özelliklerin farkındadır. Bu sebeple, her şeyin sebebi olan Tanrı imajını, kendisindeki ve diğer insanlardaki hep en iyi özellikler ile besler ve bu özellikleri abartarak onu koruma altına alır, üstünleştirir.
Tanrı meminin popülasyonlar içerisinde korunması yönündeki en güçlü savunma ise, ebeveynlerden yavrulara çok ciddi bir şekilde aktarılmasıyla gelişmiştir. Daha çok küçük yaşlardan bireyler bu fikirlere aşina edilmektedir, böylece ömürleri boyunca ebeveynlerinin doğruları ile yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Yani tanrı fikirleri de, nesillerin tecrübesinin bir parçası haline gelmiştir. Bu mekanizmanın gelişmesi, Tanrı fikri için çok önemlidir. Çünkü yavrulara aktarılmayan bir mem, kısa sürede toplumdan silinecektir.
Tanrı memi de, pek çok mem gibi, tıpkı doğada canlılar üzerindeki baskılarda olduğu gibi, Doğal Seçilim‘e tabi tutulmuştur. Yani her kültür ve hatta birey bu fikre kendisinden bir şeyler katmıştır (bunu mutasyonlar veya genetik varyasyon olarak düşünebilirsiniz) ve bunlardan en tatmin edicileri, en güçlü cevaplar verenleri, en sağlam olanları seçilime direnerek varlıklarını sürdürmüştür. Diğer “başarısız” memler ise, değişen insan kültürü ve zaman içerisinde elenmiş ve yok olmuştur. Bu da bizi bir sonraki konumuza getirir.
.
Tanrıların Sayısı, Tanrıların Evrimi ve Dinlerin Doğuşu
Antik çağlardan günümüze kadar değişerek gelen tanrılar, birer mem olarak incelendiğinde, insanlığın inandığı tanrıların sayısı ve bunların zaman içerisindeki değişimi kolayca anlaşılabilir. O zamanlarda gelişmemiş olan bilim sebebiyle, her şeye ama her şeye tanrılar atanmıştır: Yer Tanrısı, Gök Tanrısı, Güneş Tanrısı, Ay Tanrısı, Doğa Tanrısı ve daha binlercesi, on binlercesi! Bunun sebebi, bu unsurların her birine yönelik olarak sahip olduğumuz korku ve belirsizliktir. İnsanlar, yukarıda açıkladığımız gibi pek çok olgudan korkmuş, pek çok doğa olayını izah edememiştir. Binlerce Antik Yunan, Nordik, Hindu ve Mısır Tanrısı, özünde, bu konulardaki korku ve belirsizliğin bir sonucudur.
Daha sonra bu “tanrı türleri”, tıpkı evrimde olduğu gibi, memetik olarak evrim geçirmiş, birbirleri arasında ilişkiler kurulmaya başlanmış ve en açıklayıcı, en tatmin edici cevapları verenler seçilim ile seçilerek toplum arasında kalıcı hale gelmiştir. Tanrılar arasında ilişkiler kurulmaya çalışmış, destanlar anlatılmış, hikayeler yazılmıştır. Buna bağlı olarak, daha önceden de ele aldığımız hayal gücü, sadece bizi belirsizlikten olası bir açıklamaya götürmekle kalmamış, o eşiği de aşmamızı sağlayarak, doğruluğundan emin olmadığımız bu açıklamaların dallanıp budaklanmasına, yepyeni örüntülere dönüşmesine, başlı başına hikayeler kazanmasına neden olmuştur. İşte tüm bu dallanıp budaklanmaların sonucunda dinler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Din Nedir?
Din, temel olarak “Tanrılar sistemi” demektir. Tanrıların birbirleri arasındaki ilişkileri, insanların tanrılar ile ilişkilerini ve insanların kendi arasındaki ilişkileri konu edinen ve düzenlemeyi hedefleyen bir bilgi türüdür. Bu bağlamda, dinler ile tanrıları birbirinden ayırmak zordur. Ancak genel olarak tanrıların ve dinlerin gerçek olduğuna inananlara teist, tanrıların gerçek dinlerinse insan yapımı olduğuna inananlara deist, Tanrı ile Evren’in aynı şey olduğunu düşünenlere panteist gibi isimler vermekteyiz; dolayısıyla günümüzde bir miktar pozisyon ayrımı yapılabildiği söylenebilir.
Özünde dinler, tanrılar ile insanlar arasındaki sözleşmeyi de düzenleyen araçlar olarak görülebilir. Bu bakımdan, çok daha fazla detaya ve inceliğe sahiptir. Çünkü belli bir şeyi yaratanın veya belli bir şeyin sebebinin belli bir tanrı olduğuna inanabilirsiniz; ancak o tanrının o şeye neden sebep olduğunu izah etmeye başladığınızda, çok daha karmaşık ve detaylı bir anlatı inşa etmeniz gerekmektedir. Bu da dinlere, tanrılara nazaran çok daha kültürel bir boyut katmaktadır. Dolayısıyla dinler, tanrılardan çok daha evrimleşebilir yapılardır. Bu nedenle spesifik tanrıların nitelikleri kısıtlı kalmıştır; ancak o tanrılarla ilişkili olay örüntüleri ve hikayeleri anlatan dinlerin çeşitliliği envaidir.
Antik zamanlardan itibaren memetik olarak evrimleşmeye başlayan tanrılar ve dinler, pek çok yoldan geçerek, pek çoğu elenerek, pek çok yeni özellik edinip, pek çok özellik kaybederek günümüze kadar gelmiştir. Günümüzde var olan tanrılar ve dinler ise, bu atalarımızın kendilerini teselli edebilmek ve cevaplayamadıklarına cevaplar bulmak için var ettiklerin arasında en güçlü olanları, kültürlere kendilerini en çok entegre edebilmiş (toplum tarafından en çok benimsenmiş) olanlar ve halen insanların meraklarını tatmin edip, onları korku unsurlarına karşı teselli edebilenlerdir.
Dinler, gelişen insan toplumu içerisinde tanrılara nazaran çok daha özel bir yer edinmiştir. Tanrılar, hiçbir zaman doğrudan kulları ile iletişim kurmaz; bu iletişim neredeyse her zaman bir din ve o dinin liderleri veya kutsalları aracılığıyla olur. Bu nedenle ritüalizasyondan doğan ilahi duygular genelde tanrılara yöneltilse de, bu duyguların aslen kanalize edildiği araç dindir; dolayısıyla toplumda asıl düzenleyici rolü olan ve etkisini hissettiren unsur da, tanrılar veya tanrı inancından ziyade, dinler ve dini kurallardır.
Dinler, toplumu düzenleme rolünü çok temel bir psikolojik unsura dayandırmıştır: ödül-ceza mekanizması. Özellikle de hipotalamus ile şekillenen ve beynin birçok diğer kısmını da sürece dahil eden bu mekanizma, canlılığın başlangıcından beri çeşitli biçimlerde evrime yön vermiş bir unsurdur. Özetle, bünyeye pozitif deneyimler yaşatan (“haz veren”) unsurlar ödüllendirilirken, bünyeye negatif deneyimler yaşatan unsurlar cezalandırılır. Günümüzde sosyal medya firmalarının “beğen” tuşuyla bizi kendine bağımlı kılması veya çikolata yedikten sonra hissettiğiniz mutluluk, bu “ödül” mekanizmasının bir parçasıdır. Benzer şekilde, yasaları çiğnemekten korkmanızın veya büyüklerinize karşı gelmekten çekinmenizin ardında, hemen sonrasında geleceğini bildiğiniz “ceza” mekanizması yatar. Dinler, kendi öğretilerini takip edenlere ödül, etmeyenlere ceza vaadetmektedir.
Burada, başından beri karşımıza çıkan geleneğin (nesillerin bilgeliğinin) rolü çok büyüktür. Dinin, ilkel toplumlarda, toplumu ve toplum bilgisini, yani “geleneği” duyarlı hale getirmek gibi çok önemli bir rolü vardı. Din bu rolünü muhtelif vasıtalar, bir ruhban sınıfı, kutsal alanlar (tapınaklar, sunaklar vb.) ve kutsal kitaplar vasıtasıyla icra ediyordu. Dinin kurallarına ve akidelerine karşı çıkmayı imkânsız hale getirmek amacıyla günah kavramı geliştirilmiştir. Her dinin kendine göre, çıktığı yere ve şartlara özgü yasakları ve bu yasakların delinmesine mâni olmak amacıyla geliştirilmiş günahları vardı. Bunlar, zamanla çok daha kompleks anlatılara ve karmaşık argüman zincirlerine dönüştü; fakat ulaşılan bu uç noktalar ve günümüzde dinlerle ilişkili milyonlarca farklı konu, bu yazımızın kapsamının dışındadır. Biz, bir olgu olarak “din” ve “tanrı” kavramına odaklanmaktayız.
Ölüm, Ölüm Sonrası ve Bunların Tanrı-Din ile İlişkisi
İnsanın zekasının evrimi ile gelen bir diğer yan etkinin hayalgücü olduğunu söylemiştik. Hayal gücü de tıpkı algılar gibi doyurulmak ister. Daha doğrusu, hayal gücü ile olgular arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Olgular, hayal gücünü beslerken, hayal gücü de olguların açıklanmasında bir araç olarak kullanılabilir. İşte din, bu hayal gücünü hedef alarak popülasyonlar içerisinde yerini almıştır. Din, soyut olan kavramları imgeler yoluyla somutlaştırmış ve insan hayal gücüne hitap etmeyi başarmıştır. Bu da bir mem olarak gücünü göstermektedir.
Dinler, tarih boyunca varlıklarını sürdürmek için çok ilginç bir yönteme başvurmuşlardır. imgeler! Ahiret hayatı, cennet, cehennem, huriler, şeytan, kader, kısmet, iblisler, cinler ve diğer tüm dini imgeler… Bunların tamamı, insanın hayal gücüne doğrudan etki eden, insan beyninde doğrudan görüntüler uyandırabilen imgelerdir. Dinler, bu imgeleri kullanarak, insan hayal gücüne hitap eder, onu besler ve bu sayede kendi öğretisinin takip edildiğini garanti altına almaya çalışır. Elbette tüm dinler bunda başarılı olamamış ve elenmişlerdir; ancak en başarılı dinlerin ortak özelliklerine baktığımızda, hayatın sorunlarıyla (fakirlik, ezilmişlik, haksızlık, ölüm, vb.) ilgili en tatmin edici vaatlerde bulunanların, toplumlara en derinlemesine işlemiş dinler olduklarını görmekteyiz.
Örneğin, insanın en korktuğu ve en az anlayabildiği olgulardan biri, ölüm ve ölüm-sonrasıdır. Tanrılar ve din, günümüzde ve geçmişte (ve muhtemelen gelecekte de) bu bilinmeze ve korkuya cevap olacaktır. Aslına bakarsanız, bu ritüellerin varlıklarını koruyabilmelerinin en temel sebeplerinden biri, belki de, insanın içinde bulunan ve her daim bir gerilim unsuru olan ölüm korkusu kavramına bir tesellide bulunuyor olmasıdır.
İnsanlar, sevdiklerini kaybetmekten ve ömürleri boyunca yaptıklarının yok olmasından endişe ve korku duyarlar. Bu sebeple, açıklayamadıkları ve korktukları bu hisleri bir X ile, yani tanrı kavramına başvurarak açıklamaya meylederler. Bu konularda din ve tanrı fikirleri, çok önemli rol oynamaktadır. Çünkü bu anlaşılmaz gibi gelen soyut olguları, somuta çevirerek insan hayatına adapte ederler. Bu adaptasyon sayesinde de varlıklarını sürdürmeye devam ederler. Ölümle ilgili çok daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
İlk Kutsallar: Takvimler
Elbette ölüm, dinlerin tek ilgi alanı değildir. Dinler, kutsallar yaratmakta da çok önemli bir rol üstlenmiştir. Her dinin, kendince sorgulanamaz kutsalları vardır. Bu kutsallar, belirli dinlerdeki inanç örüntülerinin köşebaşı taşları gibidir. Kimi kutsallar genel dini anlatıların parçası olarak, doğal biçimde doğarken, kimisi o dinleri kurucuları veya önderleri tarafından, sonradan, emrivaki ile yerleştirilirler. Ancak bu kutsallardan bir kısmının oluşturulması süreci, istemeden de olsa, bilimin sonradan doğacak bilimlerin temelini atmakta önemli roller oynamıştır.
Örneğin dinlerin kutsallar yaratma süreci, özellikle astronomi alanında faydalı olmuşlardır. Özellikle de tarımın gelişmesinden sonra takvim yapmak, toplumlar için büyük önem kazanmıştı. Takvim yapmak; yıldızları, Ay’ı, Güneş’i gözlemeyi ve bunların zaman içindeki konumlarını listelemeyi bir gereksinim haline getirmişti. Bu gözlemler, bir yandan uzaya yönelik kutsallar yaratarak dini argüman zincirlerini beslemekteydi, diğer yandan da geleceğin bilim insanlarının temellerini atmaktaydı.
Tarım toplumlarında bu gözlem yapma işini genellikle ruhban sınıfı üstlenmiştir. O nedenle, Mezopotamya kültürlerindeki zigguratlar gibi tapınaklar, aynı zamanda, o zamanki adıyla “astrolojik gözlemevi” (şimdiki adıyla “astronomik gözlemevi”) görevini de görüyordu. Burada “astrolog-papazlar” (günümüzün “astronomları”) gökleri gözleyerek kayda geçiriyorlardı. Ama yaptıkları iş, henüz astronomi değildi; zira içinde eleştirilebilecek kuramsal bir çatı barındırmıyordu.
O zamanki kuramsal çatı dinseldi ve bunu eleştirmek de günahtı. Bu da anlaşılabilirdir: Takvim, tarımın düzenli yapılabilmesi için yaşamsal öneme sahip bir araçtır. Takvimle önüne gelenin oynaması, bir toplumun 1 yıl boyunca kıtlık çekmesine sebep olabilir. Tüm bu sebeplerle takvim, ilkel, bilim-öncesi toplumlarda kutsallaştırılmıştır.
Tabii ki kutsallar, beraberinde karşıtlarını da yaratmaya başladı. Takvim örneğinden gidecek olursak: Çin’de 18. yüzyıla kadar takvim kutsaldı ve imparatorun da otoritesini temsil ediyordu. Bunu ilk delen, Mançu soyundan gelen “barbar” imparator Kang-Şi (kişisel ismiyle Aixin-Jueluo Xuanye, 1654-1722) olmuştur. Emrindeki Alman Cizvit papazı ve astronom Adam Schall von Bell (1592-1666), Kang-Şi’ye Çinli astrologların geleneksel takvimlerinin yanlış olduğunu söylemiş, kendisi Çinli olmadığı için Çin geleneklerinin önemini bilmeyen veya bunlara önem vermeyen imparator da bunun kontrol edilmesini istemişti. Alman astronomun haklı olduğunun görülmesi üzerine Kang-Şi takvimin değiştirilmesini emretmiştir. Kutsiyete dokunan bu emir, o zaman tüm Çin toplumu üzerinde bir şok etkisi yapmıştı.
Bu kısmen yakın tarihten bir örnek… Birazdan çok daha antik bir örneğe bakacağız; ancak rahatlıkla söyleyebiliriz ki tarih boyunca batıdan doğuya tüm toplumlarda görülen bu tür olaylar, insanın Evren’i anlama çabasında bir şeylerin eksik olduğunu, anlama işinin kutsallarla yapılamayacağını göstermeye başlamıştı.
Dinlerden Bilime…
İnsanın merakı, teselli sınırlarından çıkarak, somut cevaplar aramaya dönüşmüştür. Bu kişiler, günümüz biliminin temellerini atacak olan insanlardır. Bu insanlar, genellikle, dinlerin öznel, güvenilmez ve sağlam olmayan bilgi türleri olduğunu fark etmiş ve aslında dinlerden veya tanrılardan hiçbir cevap alamadıklarını anlamışlardır. Çünkü birey tarafsız olarak baktığında, herhangi bir dinin, herhangi bir Tanrı’nın hiçbir cevap vermediğini görebilecektir: Gök Tanrısı ya da bir diğer kültürde Zeus, şimşekleri yaratmaktadır; ama neden, ne yollarla, ne için, ne zaman gibi sorulara cevaplar bulunamaz ve daha ilginci, bu sorular çeşitli biçimlerde geçiştirilir (“Buna insanın aklı ermez.” gibi). Sadece inanmak gerekir, bu “açıklamalar” sorgulanamaz.
Bu insanlar dinleri ve tanrıları cevap olarak kabul etmektense, tarafsız bir yöntem keşfederek, deneyerek, yanılarak, tekrar ederek, başkalarıyla tartışarak, sorgulayarak, korkmadan, korksa bile devam edilebilen, cesur bir sistem inşa etmişlerdir: bilim.
Modern Bilimi Başlatan İkili: Anaksimandros ve Tales
Dinin ilk ciddi ve açık tenkidi, Batı Anadolu’nun Yunanca konuşan şehirlerinde olmuştur. Tarihin bize bildirdiğine göre bunu ilk yapan Miletoslu Tales ve Anaksimandros adlı iki asilzade arkadaştı. Gelenek, Anaksimandros’u bize Tales’in öğrencisi olarak sunar. Her ikisi de Milattan Önce yedinci yüzyılın sonu ile altıncı yüzyılın başında yaşamıştır.
Tales, Mısır’a yaptığı bir ziyarette Nil boyunda çalışan kadastrocuların bazı geometrik kurallar kullandıklarını görmüş, bunun kaynağını sormuştu. Kaynak eskiydi ve ustadan çırağa geçen bir “zanaat” bilgisiydi. Bunlar arasında benzer üçgenler, Pisagor kuralı gibi hepimizin bildiği basit geometrik kurallar vardı. Mısırlı kadastrocular bunları her Nil selinden sonra tarlalarının sınırları tahrip olan insanların tarla sınırlarını baştan çizmek için kullanıyorlardı.
Tales’in dehası, bu kuralların ispat edilebilir kesin bilgiler olduğunu keşfetmesi, yani bunları geometrik teoremler haline getirerek “ispat” kavramını geliştirmiş olmasıdır. Bu şekilde Tales, tanrıların yardımı olmadan insanın kesin bilgiye ulaşabileceğini gören ve bunu açık açık söyleyen bildiğimiz ilk insan olmuştur.
Bu keşfinin Tales’i çok heyecanlandırdığı, Miletos’a dönünce bunu arkadaşı Anaksimandros’a anlattığı söylenir. İki kafadar, doğa olaylarını da böyle dinden bağımsız olarak bilip bilemeyeceklerini düşünmeye başlamışlardır. Bu düşüncelerinin temelinde din eleştirisi yatmaktadır: Zira tanrı Poseidon’a ne kadar kısrak kurban edilirse edilsin, depremler şehirleri yıkmaya, denizde fırtınalar gemileri batırmaya devam ediyordu; Zeus’a kaç tane boğa kurban edilirse edilsin, yıldırımlar can almaktan geri durmuyordu. Asklepios’a hediye edilen horozlar her hastanın iyileşmesini temin etmiyordu. Tales ve Anaksimandros dindeki bu keyfilikten rahatsız olmuşlardı. “Acaba” diyorlardı, “Şu içinde yaşadığımız dünyanın da geometri gibi akılcı bir açıklaması var mıdır?”
Bu soruya bu iki arkadaşın, fakat bilhassa Anaksimandros’un verdiği cevaplar, Yunanca konuşan şehirlerde yeni bir geleneğin, bilim dediğimiz uğraşın doğmasına neden olmuştur.
Bir Mem Olarak Bilim
Anlayacağınız, bilim de aslında bir mem olarak doğmuştur. İnsanlar, basit olguları açıklamak için tekrar edilebilir düzenekler kurmuş, sistematik ve beş duyu organına yönelik sistemler var etmişlerdir. Göreceli olarak dinlerden ve tanrılardan çok çok sonra, birkaç bin yıl önce ortaya çıkan bilim, kısa sürede çok hızlı bir yol alarak akıl almaz bir açıklama gücüne erişmiştir. Bu hızlı yükselişin sebebi, bir mem olarak bilimin insan popülasyonlarında çok güçlü bir şekilde tutunabilmesi, yaşam mücadelesinde çok ciddi faydalar sağlaması ve insanın binlerce yıldır merak ettiği sorulara çok net ve açık cevaplar verebilmesidir.
Bilimin gelişmesiyle birlikte, insanın korkularına ve merakına sebep olan soru işaretleri ve olgular arasındaki nedensellik ilişkileri hızla çözülmeye başlamıştır. Göklerin gürlemesinin, herhangi bir dış veya açıklanamaz güçle hiçbir ilgisi olmadığı keşfedilmiştir. Tüm olayın basit elektrik ve titreşimlerden ibaret olduğu bulunmuştur. Depremlerin, Yer Tanrısı tarafından değil, hareket eden yer plakaları sebebiyle meydana geldiği bulunmuştur. Güneşin doğup batmasının Güneş Tanrısı aracılığıyla değil, Dünya’nın kendi etrafında dönmesinden dolayı olduğu keşfedilmiştir. Dünya’yı taşıyanın bir boğa değil, uzay boşluğundaki çekim kuvvetleri olduğu bulunmuştur. Bu şekilde, Tanrıların varlığına sebep olan pek çok soru işareti ortadan kaldırılmıştır. Dolayısıya bu Tanrı memleri, tıpkı körelmiş organlar gibi işlevsiz hale gelmiş ve popülasyonda elenmeye başlamıştır. Birkaç bin yıl önce Antik Yunan’da ve Mısır’da binlerce olan tanrı sayısı, günümüzdeki çoğu popülasyonda bir taneye veya birkaç taneye düşmüştür.
Yeryüzündeki En Güçlü Mem: Tanrı
Peki, antropolojik ve psikolojik olarak sadece mental dengeyi korumak adına evrimleşen bu Tanrı düşüncesi, günümüzde neden halen sürmektedir? Bu sorunun cevabı açıktır: Çünkü insanların hala korktukları ve açıklayamadıkları bazı kavramlar bulunmaktadır. Ayrıca insanlar bilimin verdiği cevapları, bir adım öteye götürmüşlerdir: “Gök gürültüsü, Gök Tanrısı tarafından yapılmıyor, bunu anladık ama elektriğe ve titreşimlere ne sebep oluyor?” ya da “Depremler Yer Tanrısı tarafından yapılmıyor, tamam, ancak plakaların hareketine sebep olan yasaları var eden nedir?” gibi sorular ileri sürmüşlerdir. Bu da, son derece mantıklı, doğal ve akılcıdır.
Günümüzdeki tanrıların var olma sebebi, bu bir adım öteye götürülmüş sorular haricinde, halen süren korkulardır: Ölümden sonra ne olacak? Evrenin dışında ne vardır? İnsanoğlu evrendeki tek canlı mıdır? Ben, neden varım? Benim var olmamı sağlayan nedir? Ne amaçla Dünya’ya geldim? Sevdiklerim öldüklerinde nereye gidiyorlar? Onlarla bir daha görüşebilecek miyim? Bir de tabii, cevaplanamayan, ancak cevaplanmak istenen sorular vardır: Bu Dünya’daki kötüler ceza çekecekler mi? İyiliklerimizin karşılığı olacak mı? Bu ve bunlar gibi sorular, insanların akıllarını kurcalamakta ve cevap olarak “Tanrı”nın verilmesini tetiklemektedir.
Modern bilim açısından, Gök Tanrısı ile modern tanrı algısı arasında dikkate değer hiçbir fark yoktur. İnsanlar yaşadıkları Dünya’yı ve Evren’i daha iyi anladıkça ve bunlara yönelik keşfedilen gerçeklere zaman içinde alıştıkça, günümüzdeki tanrılara atfedilen bazı vasıfların yitirilmesi çok olasıdır. Bu, illâ dinin sona ermesi ve tanrı fikrinin yok olması anlamına anlamına gelmez; ancak tarih boyunca olduğu gibi, önümüzdeki asırlar ve milenyumlar boyunca da bu memler evrimleşmeye devam edecektir. Örneğin bundan birkaç asır önce insanın nereden geldiği ve nasıl var olabildiği bilinmiyordu ve buna yönelik birçok mitolojik anlatı geliştirilmişti; fakat Evrim Teorisi sayesinde artık insanın tam olarak nereden geldiğini biliyoruz; halen bir miktar ayak direme görülse de, insanlar bu gerçeğe giderek alışıyorlar.
Bu, tanrı fikrinin veya dinlerin ölümüyle sonuçlanmadı, daha ziyade soru, biyolojik bilimlerden kozmolojiye kaydı: Şimdi de en büyük bilinmez olarak “Evren’in nasıl var olduğu” sorusu, giderek daha çözülebilir (ancak henüz çözülememiş) bir soru olarak yükselişe geçmektedir. Bu en temel sorunun cevapsızlığı, belki de, insanların inanmalarının en güçlü sebeplerinden biridir. İnsanlar, böylesine devasa bir sistemin var oluşunun arkasındaki mekanizmayı anlayamadıkları için, bu mekanizmadan üstün bir güç atama isteğindedirler, tıpkı en eski atalarımızın yaptığı gibi… Ancak bilim bu soruyu tam olarak cevapladığı zaman, belli bir adaptasyon sürecinden sonra bu bilgiler “norm” olarak kabul edilecek ve insanlar inançlarını bu bilgilere göre ayarlayacaklardır. Çünkü bu cevaplar sonrasında başka yeni sorular ortaya çıkabilecek ve bunlar, yine açıklanamadığı müddetçe “Tanrı” ile cevaplanacak, insanın bu dehşet gerçeklik ve bilinmezlik karşısında aklı dengesi sağlanmaya çalışılacaktır. Bilim de bu sorulara da cevaplar bulabilmek için yoluna devam edecektir.
Kısaca tanrı fikri, toplum içinde varlığını sürdürebilmek açısından son derece güçlü bir savunma sistemine sahiptir ve bu bakımdan, bilimsel açıdan değerlendirildiğinde, son derece güçlü bir memdir. İnsanların teselli bulmasında çok güçlü bir araç olması bir yana, pek çok kişinin var oluş amacı haline gelmeyi başarmış, böylece insan türü popülasyonunda çok sağlam bir yer edinebilmiştir. Bunun artılarını ve eksilerini tartışmak bize düşmez, ancak bilimsel olarak bakıldığında, düşüncelerin popülasyon içerisinde dağılması ve bir süre sonra belli bir konuda veya durumda en iyi olanlarının, insanın isteklerine en çok cevap verenlerin sabitlenmesi konusuna çok iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Evrim veya Bilim, Dinler veya Tanrılar ile Çelişir mi?
Bu, cevaplaması çok zor bir soru ve biz de doğal olarak bu soruyla çok sık karşılaşıyoruz bu soruyla. Bu noktaya kadar yarattığımız çerçeve, bu soruyu da yanıtlamamızı sağlayacaktır.
Soruyu cevaplamanın zor olması, Evrim Teorisi’nin veya genel olarak bilimin net olmamasından ya da belirsizliğinden kaynaklanmamaktadır: Bu soruyu soran kişinin anladığı din ile (örneğin İslam dini ile), cevabı verecek kişinin, sokaktan geçen birinin, televizyonlarda çıkan kişilerin, okullarda anlatan kişilerin, vs. anladığı din arasında dağlar kadar fark olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer din ve tanrı kavramları birer mem ise, hangi toplumda nasıl evrimleştiği, bir kişinin zihninde nasıl bir yere sahip olduğunu doğrudan belirlemektedir. Yani bir kişinin mezhebi, ailesi, okudukları, eğitimi, hayat görüşü, dine ne kadar önem verdiği, dinin spesifik detaylarından anladıkları, bu detayların yoruma açıklığı hakkındaki görüşleri vb., bu soruya almayı beklediği cevabı dikkate değer miktarda etkilemektedir.
İşte bu nedenle soruya cevap vermek çok zordur; yoksa Evrim Teorisi dediğiniz nedir ki? Evrim, en nihayetinde, bir türün gen ve özellik dağılımlarının nesiller içinde değişmesi demektir. Evrim Teorisi de, bu temel yasayı açıklayan bilimsel bilgiler bütünüdür. Bu, İslam dini ya da bir başka şey ile neden çelişsin ki? Ama hepimiz biliyoruz, o kadar basit değil…
Dolayısıyla bu soru sorulduğunda, ilk sormamız gereken şey şu olacaktır: “Hangi din?” Ya da spesifik bir dinden söz ediyorsak, örneğin “Hangi İslam?” Kişi öncelikle “din”den anladığını net olarak anlatacak ki, bilimsel bir gerçek olarak evrimle o inanç sistemi çelişiyor mu, çelişmiyor mu anlayalım. Çünkü din ile çelişecek olan şey evrim olamaz; evrim bir doğa yasası. Bir şeylerle çelişemez. Evrimi ya anlarsınız, ya anlamazsınız. Mesela kütleçekimi ya da katlı oranlar yasası ya da Makina Teorisi ya da Devre Teorisi İslam dini veya tanrılarla çelişir mi? Çelişemez. Çelişebilecek olan şey, bir kişinin dini görüşleri çerçevesinde iman ettiği şeylerin bilimsel gerçeklerle örtüşmüyor olmasıdır. Bu durumda soru, evrimi anlatanlara yöneltilmemelidir, dini inanca sahip olup bunun evrimsel biyolojinin ortaya koyduğu gerçeklerle ne kadar uyuştuğunu merak eden kişilere yöneltilmelidir. Bu durumda kişi kendine şunu sormalı:
Benim inandığım dini sistem, bana türlerin değişebileceğini, insanın son haliyle var edilivermediğini, doğada bir var oluş süreci olduğunu ve insanın da bunun parçası olduğunu, doğadaki canlılar arasında akrabalık ilişkisi olduğunu, türlerin statik (değişmez) olmadığını ve dinamik bir şekilde olduğunu öğretiyor mu? Bunu açıkça öğretmiyorsa da, ben bunların gerçekliğini anladığımda, inanç sistemimin anlattıkları ile örtüştürebiliyor muyum?
Çünkü evrim ya da kimya ya da kuantum fiziğini eğip bükemiyoruz, gerçekler neyse, odur. Ancak bir kişinin inandığı din ile, o kişinin kardeşinin ya da babasının ya da halasının inandığı din bile tamamen farklı olabilmektedir. Yüzlerce mezhep olmasının, dinler ve bu mezhepler (veya sektler) arasında asırlardır, milenyumlardır bitmek bilmez kavgaların olması bu nedenledir. Dolayısıyla birey, bilimsel gerçekleri kendi inancına uydurmamalı; kendi inancını bilimsel gerçeklere göre şekillendirmelidir.
İşte bu noktada da yorumlanabilirlik konusu devreye girmektedir. Kimi dindar kişiye göre kutsal kitaplarda yazan cümleler hiçbir şekilde yoruma açık değildir. Cümlenin ilk ve ana anlamı, gerçek anlamdır ve o şekilde uygulanmalıdır. Kimi diğerine göre ise kutsal kitapların anlattıkları sadece metaforlardır, öykülerdir, ahlaki dersler vermeye çalışan masallardır. Aslolan, o masalda, öyküde, metaforda anlatılan “özü” anlayabilmektedir. Ancak birçok “koyu dindar” ve hatta ateistlerin de bir kısmı, dinin bilimsel gerçekler karşısında “eğilip bükülerek” reforme edilmesine karşıdır. Bu nedenle de çoğu yayın organında, evrim gibi canlılığın ve insanlığın kökenine dair gerçekleri ortaya koyan bilimsel konularla inanç sistemlerinin çeliştiği iddiasını görürüz.
Sonuç olarak, işin aslına bakacak olursak görürüz ki, “Evrim ile İslam dini çelişir.” ya da “Evrim ile İslam dini çelişir.” gibi bir genelleme yapılamaz. Yapılabilecek olan şudur: Evrim gibi bilimsel gerçekler ile İslam’ın bazı yorumları çelişir, bazı diğer yorumları çelişmez. Önemli olan, kişinin bu yorumlardan hangisine inandığıdır. Ve kimse bu tür yorumların var olmadığını iddia edemez, zira tüm dinlerde, yüzlerce farklı sektin ve mezhebin (yani “yorumun”) var olması bundandır. Bu konudaki çatışmaları çözecek olan bilim, bilim insanı cemiyeti, ateistler, vs. değildir. Bunu çözebilecek olan, dinin inananlarının kendileridir: Örneğin İslam’ın evrimle çelişmediğini söyleyen dindarlar ile çeliştiğini söyleyen dindarlar, bu soru işaretini kendi içlerinde çözmek zorundadırlar. En nihayetinde bu kişi ve grupların hepsi, kendi inanç biçiminin doğru olduğunu (“doğru inanç formunun kendilerininki olduğunu”) ileri sürmektedir; yoksa o inanç biçimi var olmazdı.
Günün sonunda en önemli olan, her neye inanıyor olursanız olun, inancınızın bilimin ilerlemesine engel olmadığından emin olmak ve mümkünse o inancı, doğaya dair gerçekleri öğrenmek için motivasyona kanalize edebilmektir. Örneğin Evrimi Allah’ın canlılığı yaratma mekanizması olarak görüyorum ve anlamak istiyorum.” diyen birinden rahatsızlık duymak için pek bir gerekçe yoktur. Rahatsızlık, eğer siz Tanrı’nın var olmadığını bildiğinizi iddia ediyorsanız (ki bu bilimsel bir argüman değildir) veya inançlı taraf, bu inancından yola çıkıp, kendi inancını başkalarına dayatma veya bilimin altını oyma noktasında baş göstermektedir. Bunlar yapılmadığı sürece, bilimle ilgilenen birinin aynı zamanda inançlı olmasından hiçbir sorun veya engel yoktur. Tarihsel olarak ve günümüzde birçok bilim insanı inançlı insanlardı.
Kabul etmeliyiz ki günümüzde birçok insan Evren’in fiziksel bir süreçten geçerek, yıldızların fizikokimyasal bir süreçten geçerek, gezegenlerin jeolojik bir süreçten geçerek, karmaşık moleküllerin kimyasal süreçlerden geçerek var olduğunu biliyor ve bunları “Allah’ın muhteşem yaratma yöntemleri” olarak görüyor. Biyolojideki yaratma yönteminin de sıradan bir süreç olan evrim olarak algılamak önünde herhangi bir engel görmek zordur. Ama tabii bu yalnızca ve yalnızca kutsal kitapların esnekliğini ve yoruma açıklığını kabul ederek mümkün olabilir.
Konumuzla ilişkili bir diğer kritik nokta ise, inanç sahibi olmanın, o inançlarımızı bilimsel gerçekler yapmadığıdır. Bilimsel gerçekleri çeşitli dini argümanları desteklemek veya çürütmekte araç olarak kullanmakta bir sakınca yoktur; ancak inanç ile bilimin yan yana gelebiliyor olması, her ikisinin de argümanlarını tek başına doğrulamak için yeterli değildir.
Sonuç
Başta da söylediğimiz gibi, din ve tanrı inancı oldukça bireysel konular ve büyük oranda bilimin alanında olmayan konular. Öte yandan insan psikolojisi, antropoloji, sosyoloji, kültür ve evrim gibi konular pek âlâ bilimin sahasındadır ve kaçınılmaz olarak bilimsel açıdan incelenecektir. Bu yazıda, din ve tanrı kavramını salt sosyolojik olgular olarak alıp, bunları psikoloji ve antropoloji açısından bir nebze olsun incelemeye çalıştık. Başta da söylediğimiz gibi, eğer ki bilimsel olarak bu olguların nasıl açıklanabileceğini merak ediyorsanız, bu bir başlangıç noktası olacaktır.
İnsan toplumlarında inançların varlığını kimse inkâr edemez. Hayatta, hepimiz bir şeylere inanıyoruz ve “inanç” sözcüğü, bazılarının iddia ettiği gibi olumsuz veya uzak durulması gereken bir sözcük değil. Bir şeylere inanmak, illâ dini boyutta olmak zorunda değil; en basitinden, bir bilimsel araştırmada bir hipotez ileri sürdüğümüzde, bu hipotezin doğru olduğuna inanıyoruz, inanmak istiyoruz (ama bilimde, işi inanmakta bırakmıyoruz ve onu güçlü kılan da bu). Ancak ne zaman ki bu inançlar, bizim tarafsızlığımıza ve gerçekçiliğimize engel olmaya başlar; işte o zaman bilimin sınırlarından çıkıp, bilim-dışı ve güvenilmez sınırlara girmiş oluruz.
Bir insanın, diğer insanların dini inançları ve tanrı görüşü ile ilgili yorum yapması, neredeyse hiçbir zaman verimli bir tartışmayı doğurmayacaktır; bu nedenle bizler de spesifik inançlardan söz etmekten uzak durmaktayız. Ancak bilimin, elbette bu konuların varlığının sosyolojik, antropolojik, evrimsel ve kültürel sebeplerini araştırma gücü ve yetkisi vardır. Çünkü insanın olduğu yerde, düşünceler ve zeka bulunmaktadır. Bunlar, bilimsel kavramlardır ve eğer ki bunların birebir dinler ve tanrılar ile de ilişkisi varsa, bilim bu ilişkileri irdeleyecektir.
Bilimin şu anda bulunduğu noktadan yola çıkarak, dini veya tanrısal argümanları kesin olarak çürüttüğü veya evrensel olarak desteklediği sonucuna varılamaz. Bu nedenle herhangi bir dine veya tanrıya inanmak, bireysel tercih konumunda kalmaktadır: Eğer ki kendinizi iyi hissettiriyorsa ve böyle bir gücün varlığına inanıyorsanız, elbette ki dinlere ve Tanrı’ya (veya tanrılara) inanmanızda herhangi bir sakınca yoktur. Eğer Evren’i anlama çabanızda dinlere veya Tanrı’ya (veya tanrılara) ihtiyacınız olmadığını düşünüyorsanız, bu konuda bir inanç beslemiyor olmanızda herhangi bir sakınca yoktur. Birbirimizin inançlarına veya inançsızlığına burun sokmak, neredeyse hiçbir zaman fayda yaratmayacaktır. Herkes bu temel kuralı hatırladığı müddetçe, bireyler ile inançları arasında olan, bireyler ile inançları arasında kalacaktır.