Tarihsel olarak, Fransız Devrimi’nden başlayıp, Soğuk Savaş’ın bitimine kadar siyasal dünyanın en gözde ayırımlardan birisi de, sol-sağ ayırımıdır. Bunun kültürel arkaplânında, evrene , doğaya ve insana Descartes’ın doğrusal matematiği ile bakan ünlü Fransız mühendisliğinin izleri olduğunu düşünüyorum. Sol ve sağ ayırımı bir siyasal mühendislik ayırımdır ve bir kez yapıldıktan sonra; hiçbir siyasal analiz bir şekilde ona göndermede bulunmaktan kaçınamamıştır..
Sol-sağ ayırımı , bir siyasal-mühendislik bakışın ürünü olarak topografik bir iddiadır ve içerdiği bütün anlam kaymaları, sarkmaları; hatta farklarına rağmen, siyasetin topografyasını çıkarmak ve bireylerin siyasal konumlarını saptamada son derecede işlevsel olmuştur. Öte yandan her işlevsel başarının, aynı zamanda bir basitleme olduğunu unutmamak gerekir. Galiba, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve ardından yükselen küreselleşme dalgasının, az sayıda olduğunu düşündüğüm hayırlı taraflarından birisi de bir zamanlar iş gören bu basitlemenin tasfiyesidir. Sol’da ya da sağ’da olmak, nihayetinde bir yerde bir şeylere taraf olmaktır. Ama nerede durduğumuzu daha derinden anlamak, nelere taraf olduğumuzdan çok nelere karşı durabildiğimizi anlamaktır.
Sol, en az o kadar olmak üzere sağ, içi boş ayırımlardır. Cemil Meriç’in “deli gömleğine” benzettiği bu ayırımlar, tasfiye edildikten sonra yeni düşünüş imkânları belirebiliyor. Sol ya da sağ kadar işlevsel (!) olmamakla beraber, ondan daha daha derin olan bir ayırımın, Ömer Laçiner’in çok önemli vurgusuyla, insanlar arasında “eşdeğerlilik” gütmekle, gütmemek arasındaki ayırımda yattığını düşünüyorum.
Bir kere eşdeğerlilik(equivalency), eşitlik(equality) değildir. Eşitlikçilik çok sorunlu olabiliyor. Semantik olarak çok tehlikeli olup, kaba bir eşitlikçiliğe, hatta aynılaştırmacılığa dönüşebiliyor. Onun için eşdeğerlilik düşüncesi, eşitlikçiliğin aynılaştırıcı etkisini gideren ve bu tarafıyla, son derecede anlamlı bir etkiye sahip.
Özellikle kültürel eşdeğerlilik pek çok örtük sorunu gün yüzüne çıkarıyor ve bunların tasfiyesini mümkün kılıyor. İnsanlar “kültürel olarak( dil,din, ırk vb) eşittir” diyebiliriz. Denilmiştir de. Ama meselâ A.B.D’de ırk ayırımcılığı, yasaklandıktan sonra bile sürmüştür. Belki, el’yevm, günlük hayatın içinde fiili olarak sürmektedir. Çünkü eşitlik formel bir ayırımdır ve eşdeğerlilik açısından takibi yapılmazsa bir süre sonra inandırıcılığını kaybeder. Zaten eşdeğerlilik eşitlikçiliğin sağlamasıdır.
Gelin görün ki, “ekonomik” parametre itibarıyla; daha düz söyleyelim “zenginlik-fakirlik” konusunda alabildiğine bir tuhaflık baş gösteriyor. Buradaki malzeme çok sert ve her türlü düzleştirici tornayı kullanılamaz hale getiriyor. “Ne var canım, sonuçta hepsi insan, zengin-fakir ayırımı yapmayalım, her ikisi de eşdeğerlidir” demek tuhaf kaçıyor. Zenginler ve fakirler eş değerli olmuyor, olamıyor. Bu fark somut hayatta zuhur ettiği zaman onun sivriliklerini alamıyorsunuz. Hatta “kültürel” dairede sağlanmış olan barışlar; bırakın taraflar arasındakini, iç barışlar bile bozuluyor. Daha önemlisi, zenginlik ve fakirlik yeniden dağıtım üzerinden ne eşitlenebiliyor;, ne de dengelenebiliyor. Zenginliği doğuran koşullar, onun paylaşımını da , paydaşlarını da yabancılaştırıyor. Onun için ekonomik parametre itibarıyla eşitliğin içi kültürel parametrede olduğu kadar bile dolu değil. Bu, ekonomideki eşdeğerlilik sorunsalının izini meta-ekonomide sürdürdürmeyi gerektirecek kadar keskin bir durum.
(Yeni Şafak)