Jehan BARBUR
Size ne kadar yaklaşsam, ben yine dışarıda kalıyorum. Kendi içerimi yarattım ya da… Gittiğinizden beri -olanlar olduğundan beri ya da- ölü taklidi yapıyorum. Kendi sürgün yerimi seçtim, aldım sıkıştırdım “beni” bir duvarın bencileyin en yeşil ve çiçekli yerine ama yine de bir duvarın en dibindeyim…
Siz?
Siz, iyi misiniz?
Bu mesleği seçtiğimde hayalim, daima sizler gibi parlak, yürekleri kor, cesaretleri sonsuz insanların arasında olabilmek, o sofralarda çoğalmaktı. İnsan gençken, bu parıltıyı hasletten sayan bir memleketin bağrında yeşereceğini düşünüyor. Belli ki gençlikten değil de toyluktanmış bu tertemiz inanç… Eskide olanlar bitmiştir, tevatürdür derken büyümüşüz aniden. Elimde kalem, dilimde bir şarkı, benzer duruşların, kırgınlığın, mücadelenin, inadın içinde buldum ben de kendimi. Kendimle el sıkışamadığım tek şey ise, kollarımın arasına tam alamamış, yırtamamış olmak değişmesini tevellütten dilediğim her şeyi. Yani demem o ki, her şeyden önce özrüm büyük. Sizler kadar cesur, sizler kadar derinden yapıcı ve aydın, inatçı, gözü kara, bir uğurda kıldan ince bir boyunla var edemedim şiarımı. Dışarıda kalarak, herkes gibi içten hissettiğim bu garabetli suçluluk hiç bitmeyecekmiş gibi… -İnsan özrünü ne acıdır ki kendi sıkışmışlığını anlatarak da diliyor bazen. Af ola, kabul ola!
Yok saymayı nasıl bunca hızlı öğrendik bilmiyorum. Toplumca hızlıca geçişmeyi, geçiştirmeyi? Ne kadar kızgınsınız bize? Kızgın mısınız? Aklım daima bir dört duvarın içinde, çaresizliğinde. Ömrün hırsızı olmuş bu memlekette, telafisini dilemek, ummak bir sinmişlik mi içimizde? Yaralarınızı öpmek, kırılan her tarafınızı onarmak, devam ettiğine asla şüphe duymadığım o inancınızdan kendime de pay biçmek isterdim. Biz sizler gibi olandan almaya, sizlere bakaraktan bazen bir perdenin arkasına da saklanmaya mı başladık? “Ne yapılır?”ın çıkmazındayken böyle de dövüyor insan kendini, belli…
Hiçbir şey eski hafifliğinde değil. Nasıl olsundu zaten? Bir değişmenin kapı aralığından bakmaya devam ediyoruz her gün, siz gelseniz ve bitse bu mahpusluk, sanki galibi olacakmışız gibi tüm kaybettiklerimizin. Ben ise daima telafisindeyim. Telafisi olmalı bu ayrılığın, bu hırlı hırsızlığın. Ömür durmalı ve sanki sizler çıkana kadar hepimiz aynı yaşta kalmalıyız. Yaşlanmamalı, yaş almamalı… Ama iliğimize kadar öğrendik ki hayat adil bir yer de değilmiş. Adalet, ahlaki vicdanımızmış. Adalet sizin ümüğünüzden de geçemeyen o lokmayı hepimiz adına ve hepimiz için yumuşatma çabanızmış.
Her gün nasıl bir duyguyla uyanıyor, her gün nasıl bir yürekle devam ediyor, her gün nasıl da güzel ve dimdik duruyorsunuz? Sizi anlarsam, yani hissedersem bir sürü şeyinizi, belki ancak o zaman elinizden tutabilmiş gibi hissedeceğim. Bu da ölü taklidi yaparken kendimle oynadığım bir küçük oyun. Nasıllar? “Unutma!”, diyerek…
∗∗∗
Geçtiğimiz yaz Barış Terkoğlu’nu ve eşi Özge’yi balığa götürdüm. Sabah altı buçuk gibi çıktık yola. Onları her şeyden uzağa götürebilmiş gibi hissetmek bana, denizde olmak da onlara iyi geldi sanırım. Benim telafilerim böylesi cılız ama bunca da sarmalamak isterim sizi. Özlediğiniz her şeyi bir şekilde sağlamayı hayalleyerek…
Osman, Can, Tayfun, Mine, Çiğdem… Yüz yüze tanıştığım Osman Kavala, toprağım da Can Atalay…
Can; memleketimizi de kırık bir toprağın altında kaybedeli bir yıl olacak. Tuhaf, çirkin ve fütursuz şeyler, olmayı huy edinmiş gibi devam ediyor. Senin adını da dilimizden hiç eksik etmeyerek uzattık bir elimizi diğerine. O paramparça günlerde… İskenderun’dan canım Nermin (Nermin Kara), o melun günlerden sonra meclise girmeyi başardı. Birazcık da olsa tuttuğumuz nefesi hafifleterek. Gelmeni özlüyoruz; gelişini özlüyoruz…
Sevgili Osman; nedretiniz ve zarafetiniz, ah! Hiç canınız yanmasın istiyorum ben; bunu gün aşırı istiyorum. Politik şeylerin uzağında insansı, beşerî şeylerin kucağına düştüm; ellerinizi nerden tutacağımı bulmaya çalışıyorum.
Diğerlerinizle gönülden tanışığız, işittiğim ve işitmeyi elden bırakmadığım yerden. Her yerden…
Bir bekleyişi, ben kendi sürgünümü seçtiğim yerde, duvarın en yeşillenmiş köşesinden devam ettiriyorum. Bu memlekette bizler, birlikte yaşlanacağımız insanları beklemeyi iyi öğrendik. Ne yazık! Ama öğrendik. İnanarak, bilerek ve emin olarak beklemeyi.
Minicik bir kayığım var.
Kıyıdan uzağa iyi olduğunuz bir dalganın kendi gamını saldığı en durgun yerine sizi sarmalayarak götürmeyi gözlediğim o güne kadar…
Görüşmek üzere…
Görülmek üzere!