Kapitalist modernitenin tüm bu kıskacına karşın çıkış yolu ne olabilir üzerine düşünürken demokratik modernitenin ve ideolojik yerelleşmenin bu konuda bize kapı aralayabileceğini fark ettim. Bu kavramların analizine geçmeden önce Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomi politiğine kısaca değinmek gerekir. Osmanlı’da Avrupa tarzı klasik tipte bir feodal yapı yoktur. Doğu toplumlarında, Avrupa toplumlarındaki gibi kralın yetkilerini paylaşan toprağa sahip toprak beyleri ortaya çıkmamış ancak bu sınıfın yerini kısmen de olsa merkezi otorite/yönetici sınıf almaya başlamıştır. (Aile malı mülk anlayışı) En geniş şekliyle Asya Tipi Üretim Tarzı diye tanımlayabileceğimiz bu yapı, artı(k) ürünün vergi biçiminde merkezi olarak devlette toplanması esasına dayanır. Toprakta kişinin özel mülkiyetinin olmadığı, ancak tasarruf/kullanma hakkı olduğu bu düzende tüm topraklar ‘’Mülk Allah’ındır’’ esasına dayalı olarak devletindir. Toprak mülk olarak devredilemez ve ele geçirilemez ancak kullanma hakkına sahip olunabilirdi. Miri topraklar denilen bu topraklar, çift-hane sistemi ile işleniyordu. Bu sistem, köylünün proleterleşmesinin önüne set çekerek köylerden kentlere göçü engelliyor, tarımın devlet dışındaki klikler elinde tekelleşmesine izin vermiyor, aynı zamanda da büyük çiftliklerin kurulmasına uygun bir ortam yaratmıyordu. Osmanlı’nın son döneminde dahi tarımda küçük üreticilik yaygındı. Fetihlerin durması, nüfus artışı ve ticaret yollarının değişmesiyle beraber 16. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan ciddi sosyal ve ekonomik buhranlar toprak sisteminde bozulmalara yol açmıştır. Tımar sistemindeki bozulmalarla beraber sipahilerin toprağa el koyması ve köylüye ağır vergi yükünün getirmesiyle beraber oluşan bu yarı feodal sömürgeleşmiş düzen, vergileri ödeyemeyen köylülerin işlediği toprağı terk edip, şehirlere iş için göç etmesine, sanayinin gelişmediği şehirlere yapılan göçler de dilenci sayısının artmasına ve isyanlara yol açmıştır. Tüm bu temel etmenler, Osmanlı’nın Sanayi Devrimi’ne yabancı kalmasına, büyük pazarlar için yapılan geniş ölçekli tarımsal faaliyetlerin oluşamamasına bu da iş bölümü ve uzmanlaşmanın gelişememesine sebep vermiştir. Bu durum sermaye birikimi ile ilerici ve demokrat atağı devindirecek burjuva sınıfının oluşumunu engellemiş, feodalizmden kapitalizme geçişte değişim öz gücünü sağlayamamıştır. Osmanlı 18. yüzyıldan itibaren sömürgeleşmeye girip feodal komprador bir hale gelerek, batılı müttefikler tarafından hem kapitülasyonlarla hem de Osmanlı Bankası aracılığıyla içeriden ve dışarıdan kuşatılarak teslim alınmıştır. Osmanlı, kapitalizmi doğuramadığı için adeta ölen bir anadır.
Tam bu kriz anında tarihsel momentte ilkel komünal geleneklerden gelen aksiyonla Tarihçil üretici güçlerden “gelenek-görenek vurucu gücü” olarak ordu gençliği adeta bir sınıf gibi hareket ederek devindirici güce bürünmüştür. Doğu toplumlarında, Avrupa’daki gibi aydınlanmaya öncü olacak burjuva sınıfı oluşmamıştır. Bizim gibi sosyal sınıf boşluklarının olduğu doğu toplumlarında, ordu içindeki devrimci subaylar ve küçük burjuva aydını (Cumhuriyet sonrası proleter aydın) aracılığıyla aydınlanmacı damar determine edilmeye çalışılmıştır. Celali Ayaklanmaları’ nda ordu gençliği ile suhtenin bir araya gelmesi, ilmiye ile seyfiyenin birlikteliği, Abdülhamid’e karşı özgürlük hareketleri, Resneli Niyazi’ler, 27 Mayıs Politik Devrimi, 9 Mart MDD’ci Devrim Anayasası, Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü bu öncülüklerin bazı örnekleridir. Buradaki belirlememiz bir orduculuk ya da “tepeden inmecilik” değil, Türkiye özgünlüğünde tarihsel ve diyalektik materyalizm açısından ordunun rolünü anlamaya çalışmaktır. Ayrıca tarihte “tepeden inme” olmayan devrim mi vardır? Bir hareketi ilerici yapan onun biçiminden daha çok, sınıfsal özü ve içeriğidir. Bu hareket, üretici güçlerin önünü açmış mı, açmamış mı ona bakmak gerekir. Kıstasımızın ölçüsü sınıfsaldır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı bu konuyu teorik çerçevede şöyle değerlendirmiştir:
“Türkiye’de Genç Osman’dan beri, oportünistlerin “Tepeden inme” diye kötülemeye yeltendikleri bir “Yukarıdan” etkili ilericilik ve devrimcilik eylemcileri vardır. Onun benzerlerini Batı’da, hatta Deli Petro tipiyle Rusya’da da görürüz. Daha çok doğuş halindeki burjuvazinin özlemleri yönünde bir gelişim sayılabilir. Özellikle tarihcil devrim gelenek-görenekleriyle kurulmuş toplumlarda bu eğilim daha başlı başına bir anlam taşır. Türkiye’nin en az Tanzimat’tan beri geçmiş devrimci olaylarına bakalım. Antika “İlmiyye-Seyfiyye” ikilisinden özellikle “Seyfiyye”ye karşılık düşen, tek sözcükle ordu: hep düzenlice ileri Devrimci Aksiyon Vurucu Gücü olmuştur ve olmaktadır. Bu bir “tesadüf” veya “şans” değildir. “Sahib’ül Arz: Toprağın Koruyucusu” demektir. Daha geniş anlamıyla, “Sahib’ül Arz”: Toprak ekonomi ve politikasının dirliğini ve düzenini sağlayan kimse demektir. Ve ilk Ülkücü İlb “Sahib’ül Arz”lar, gerçekten feragatli, fedakâr Toprak nizamcıları olmuşlardır. Onun için, onlara en genel anlamıyla “Dirlikçi” adı verilmiştir. Dirlikçi ne idi? Toprak üzerinde ne Mülkiyet (mal edinme), ne Tasarruf (işleyip yararlanma) hakkı bulunmayan, ömrü, barışta, toprak düzenini adaletlice korumak için; savaşta, yad düşmanların o düzeni örselemesini silahla önlemek için, savaş eğitimi ve savaşla geçen fedai idi. Bilimcil Sosyalizmde, Gelenek-Görenek adıyla özetlenecek Tarihcil Üretici Güçler ile Kollektif Aksiyon (Elbirliğiyle Eylem) İnsancıl Üretici Güçler vardır. Türkiye Devrimler Tarihinde Ordu, o 500 yıllık Dirlikçi Ülkü İlb’inin (Tarihcil Gelenek-Görenek + İnsancıl Kollektif Aksiyon) güçlerine en orijinal odak olmuştur ve olmaktadır. Vurucu Güç, gerici iktidarı, sırası gelince, bir gecede vurup düşürebiliyor. Ondan sonrası, öne geçen özgüçün niteliğine kalıyor. Bu nitelik karşıdevrimci ise, vurucu gücün devrimciliği amortize edilerek güme gider, nitelik devrimci ise sosyal devrim yörüngesine oturabilir.’’
Bundan dolayı ordu gençliğinin, tam bağımsız Türkiye doktrini temelinde proleter devrimin önünün açılmasında politikleştirilmesi yönünde de çaba harcar ki benzeri çabayı Doğan Avcıoğlu’nun da Yön Dergisi aracılığıyla yaptığını belirtmek gerekir. Aynı şekilde dönemin Dev Genç kadroları içerisinde de ordu gençliğinden devrimci subayların bulunması da kayda değer bir anekdottur. Burada Kızıldere’de katledilen, Sosyalist idealler temelinde kurulan Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü’nün yaratıcıları arasında yer alan Hava Üsteğmen Saffet Alp’i de hatırlamak gerekir. Saltanatın yıkılıp cumhuriyetin kurulması üst yapısal bir devrim olmasına rağmen üretim ilişkilerinde köklü bir değişim yapamayarak Türkiye’yi emperyalizmin mali-ekonomik sömürgesinden çıkaramamıştır. Özellikle 1939’dan itibaren emperyalist/kapitalist dünya ile entegrasyonu amaçlanan Türkiye, ABD’yle yapılan ikili anlaşmalar ve NATO’ya girişinden itibaren NATO ve CENTO’ya bağlı daha derinleşmiş bir sömürge ülke haline gelmiştir. Bununla beraber komprador burjuvazi ve yarı-feodal ağaların partisi Demokrat Parti ve Adnan Menderes’in giriştiği karşı devrimci hamleler sömürgeleşmeye büyük katkı sağlamıştır. Doğan Avcıoğlu gibi isimler ve Milli Demokrat Devrim tezini savunanlar tam bağımsızlık için altyapısal bir devrim teorisini geliştirmiş olsalar da bu girişim 12 Mart’ta karşı devrime uğramıştır. 12 Mart aynı zamanda ilerici reformist restorasyoncu burjuvazi devrimi olan 27 Mayıs politik devriminin ve 1961 Anayasası’nın da bir nevi öcünü almıştır. Küçük burjuva aydını ve subayların işbirliğiyle gelişen 27 Mayıs, cumhuriyeti kuruluş ilkeleri zemininde yeniden onarma girişimidir. Bu bağlamıyla 27 Mayıs, ordunun doğu toplumlarında sosyal boşlukları dolduran tarihsel ilerici misyonunun iz düşümüdür. Bu onarma girişimi, 9 Mart’ta proleter aydın ve subay işbirliğiyle hazırlanan MDD’ci Devrim Anayasası ile nihayete ulaştırmak istense de 12 Mart faşist darbesiyle karşı devrime uğratılmıştır.
Burada 9 Mart Devrim Anayasası’nın bazı maddelerini es geçmemek gerekir, 9 Mart Devrim Anayasası’na göre:
‘’M.2- Türkiye Cumhuriyeti, Devrim ilkelerine dayanan halkçı, devletçi, lâik, milli ve sosyal devrimci bir devlettir.”
“M.47- Sömürünün her çeşidi yasaktır.(…) Sermaye, ulusal ekonominin hizmetinde olup; kullanılması, kamu yararı ve halkın ekonomik haklarına aykırı olamaz.”
“M.50- Devlet toprak ve tarım devrimini bir bütün halinde ele alır ve gerçekleştirir. Topraksız çiftçiye toprak tahsis etmek amacıyla gereken tedbirleri alır.”
“M.51- Temel sanayi, ulaştırma, enerji ve doğal kaynaklar ve ormanlar Devletin mülkiyetindedir. Bunlar, ancak Devlet eliyle işletilebilir.(…) Diğer ekonomik kuruluşların da sahipleriyle, fikir ve beden işçilerinin yönetiminde toplumsal yapıyı güçlendirecek ve adil bir gelir dağılımı gerçekleştirecek biçimde çalışması esastır.(…) Dış ticaret, bankacılık ve sigortacılık Devletleştirilir. Devlet, iç ticaret alanında da, toplum yararının gerektirdiği tedbirleri alır.”
‘’M.54 Eğitim ve öğretim her kademede parasızdır.’’
Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye özgünlüğünde orduya dair yaptığı bu teorik tespitlerin kendi dönemi içerisinde kısmen geçerli olduğunu kavramakla birlikte, ordunun bu devindirici özelliğinin günümüzde ciddi tahribata ve kırılmaya uğradığını belirtmek gerekir. Bu bağlamıyla esas hedefin işçi sınıfı önderliğinde proleter devrim olduğundan hareketle, bu devrime giden yolda, nicel birikimlerin nitel değişimleri doğuracağı gibi evrimsel ilerlemelerinde devrimsel sıçramalara yol açacağı gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekir.
Doğu toplumlarının ekonomi politiğinin Avrupa toplumlarından farklı olmasının yanında aydınlanmacı birikimi de batıdaki gibi olmamıştır. Bu toprakların aydınlanma iklimi farklı dinamikler üzerinden inşa edilmiştir. Anadolu aydınlanması/modernleşmesi ile teorize edebileceğimiz bu damar, bu coğrafyadaki toprak düzeninin bozulmasıyla beraber isyan eden göçebe zümrelerin şifahi kültürü ile beslenmiştir. Doğu’da sosyal aydınlanmanın determinizmi ve halk örgütlenmeleri onlara yol gösteren filozof dervişler ve cemaat/komün aracılığıyla olmuştur:
“Osmanlılık, “Tarikat” adı ile (Burada Kıvılcımlı’nın tarikat diye tanımladığı yol, Ortodoks Sünni anlayışı reddeden kuruluşta Horasan Erenleri’nden gelen Batini yoldur.), çöken medeniyet yapısına barbar aşısı yapmış hem ekonomik, hem politik örgütler kurdu. İlk Osmanlı fütuhatındaki silahlı güçler de, yol erleri dervişlerle ruh ve beden birliği yaparak gelişti. O nedenle, ilk Osmanlı silahlı güçlerinde İlb’i (Gazi’yi) Derviş’ten ayırt etmek güçtür. Bunu bize en iyi belgeleyen şey, Osmanlı ileri atılışında Ordu-Ulus gücünü en örgütlüce ve en bilinçlice temsil eden hareketlerin aldıkları adlardır. Birkaçını analım: 1- “Bacıyân-ı Rûm”: açıkça, Bizans’ı temizlemeye gelmiş kılıçeri “İlb”lerin (Gazi’lerin) kadın örgütüdür. (Anadolu Kadınlar Birliği dünyanın en eski kadın örgütüdür.) 2- “Abdâlaan’ı Rûm”: bunlar da, Gaziyan’dan kıl kadar aşağı kalmayan kutsal savaşçı yürüklerin savaş-politika örgütüdür. 3- “Ahiyyan’ı Rûm”: Şehir üretmenleri’nin hür ve kamucu sosyalist loncalarıdırlar. Zaman zaman ordulaşarak devlet yıkan ve devlet yapan örgüttür. 4- “Gaazîyan’ı Rûm”: adı üstünde, tıpkı Anadolu’da derebeyi zulmüne ve saltanatına karşı savaşmış, Yeniçeriliğin ruhuna işlemiş Bektaşilik gibi, Tarım Üretmenliği’ni sınır savaşçılığı ile bağdaştırmış bir dervişliktir. Hepsi Batınî’dirler. Çökkün medeniyet derebeyliklerine karşı içlerine kapanmış gizli savunma örgütleridirler. İçine girdikleri daha ileri üretim yordamında “Ahî” (Kardeşçil), yahut “Kalenderî” (Hoşgörücül: Stoisyen) olarak sosyalistçe çalışıp yaşarlar. “İş Başa düştü” mü, çekice, bıçağa sarıldıkları gibi. Osmanlı’da Halk, ne ekonomi yapısınca, ne ideoloji bilincince, tarihçil bir yöneliş gösterebilecek yığın değildi. En bilinçli görünen örgütlü halk yığınları: “Gaziyân’ı Rûm”, “Abdalan’ı Rûm”, “Ahiyyân’ı Rûm”, “Bağciyân’ı Rûm” adlarını almış örgütlenmelerden öteye geçememişlerdi. Bu Ahi (Kardeş) ve “Kalenderi” (Hoşgörülü) denen “Batınî” yoldaşlıklar adlarından ve prensiplerinden de anlaşılan Stoisyenlerdir. Bu Dervişler, dünya saltanatını hiçe saymakla dünyada en aşağılık saltanatlara dayanak olmaktan başka bir şey yapamazlardı. Halk, o “Tarikat”/örgütlerde politik örgüt ve bilinç edinmişti. O örgütlerin en olumlu bilinçleri ise, barışta çalışmak, savaşta gazaalara katılmaktı. Baştakiler namuslu ise, iyi çalışır, iyi savaşırlardı. Baktılar ki baştakiler sömürü ve baskı aracı olmuşturlar; yapacak pek az şeyleri vardı. Dünya malına metelik vermemek “bilinci” ile dünyaya küserlerdi. Kuruluşundan “içeriye dönük” olan “örgüt”leri, büsbütün “Dünyadan el etek çekip” meydanı soygunculara boş bırakırlardı. Politikada böylesine “örgütlü” ve böylesine “bilinçli” olan Halk yığınlarının, iktidardakilere karşı tepkileri başlıca iki türlü oldu: A) Hasan Sabbah yolundan yarı mistik, yarı “meczup”, kolayca esrarkeşliğe dökülen Anarşizm. B) Celâli Ayaklanmaları yolundan, gene mistik ve sonuna dek dar sınırlı, Simavnalı Şeyh Bedreddin isyanı kadar mutsuz ve süreksiz Ortaçağ Köylü Savaşları. Her iki tip örgütlü davranış da, sosyal bilinç’in yerine “insanüstü inanç”ı geçirmiştir. İnanç: genel insanlık tarihi içinde sosyal gelişime uygunsa, İslâmlığın ilk çağlarında olduğu gibi, verimli bir medeniyete kapı açabilirdi. İnanç: insanlık tarihinde bir sosyal çöküş gidişine kapılmışsa, Hıristiyanlığın ilk çağlarında olduğu gibi, rolü tükenmiş bir Medeniyetin cenaze töreninden başka hiçbir işe yaramazdı.”
Bu damarın kökenleri, Kerbela’nın ardından tefeci bezirgan ve mütegallibe sınıfının devlete egemen olmasıyla başlayan süreçle beraber doğmuştur. Bu doğuşun kökenleri de Şamanizme ve Zerdüştlüğe kadar uzanmaktadır. Ebu Müslim Horasani ’den Babek el Hürremi ’ye, Zenc Hareketi ’nden Karmatiler ’e, Hallac -ı Mansur ’dan Nizari İsmailileri ’ne, Haydariler, Kalenderiler, Yeseviler ve Vefailer ’den Babailer ’e, Kadıncık Ana’dan Bacıyan-ı Rum’a, Horasan Erenleri ’nden Ahi Evran ve Hacı Bektaş’a, Yunus Emre’den İmadeddin Nesimi ’ye, Şeyh Bedreddin ’den Şah İsmail Hatayi ’ye, Pir Sultan Abdal’dan Fuzuli’ye, Karacaoğlan’dan Kul Himmet’e, Şah Kulu’ndan Kalender Çelebi’ye, Bozoklu Şeyh Celal’den Dadaloğlu ve Zeybekler’ e, Köy Enstitüler’ i ve Halk Evleri’nden 68 Kuşağı, Dev Genç ve Kızıldere’ye, Kemal Tahir’den Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt’a… uzanan aydınlanmacı damar olmak üzere, adlarını zikredemediğimiz yüzlerce filozof eren, batıni derviş, aydın ve yazar Anadolu aydınlanmasının ve çoğulculuğunun önemli mimarlarından olmuştur. (Milliyetçi ve muhafazakar kesimin “Anadolu İrfanı” diye refere ettiği isimlerin çoğu ile burada zikrettiğimiz isimlerin ve hareketlerin neredeyse tamamı resmi tarih yazıcıları tarafından “Zındık, sapkın, ışık taifesi, dinsiz ve akılsız Türkmenler, Harici Babailer” gibi tanımlara maruz kalmışlardır. Örneğin; Yavuz ve Kanuni dönemlerinde Yunus Emre’den deyişler okumak, fişlenmek için yeterli bir sebeptir. Yunus Emre’nin resmi tarihin ve sünniliğin en fazla asimilasyonuma maruz kalan batıni bir derviş olduğunu da unutmamak gerekir.)
Bu Anadolu aydınlanmacı damar, cumhuriyet ile beraber sistemik ve programlı bir hale gelmiştir. Bu yerel tarihsel devrimci dinamikler her ne kadar asimile edilmeye ve yozlaştırılmaya çalışılsa da, Alevi-Kızılbaş topluluklar içerisinde yaşanmaya ve yaşatılmaya devam etmekteydi -ki bu kitlelerin çoğunluğu devrimci mücadele içerisinde yer almaktadır. Hikmet Kıvılcımlı’ nın yukarıda derviş tarikat topluluklarına yaptıkları atıflar göçebe Türkmen zümreler için geçerli olmakla beraber somut koşulların somut tahlilleri yapıldığında o dönemki devindirici özelliğini de günümüzde taşımamaktadır. Yaşadığımız topraklar Batı’nın aksine daha çok ütopik sosyalist pratiğe sahiptir. Bu coğrafya kadim tarihten günümüze değin şeyhlere, şahlara, padişahlara ve başkanlara ayaklananlarla doludur. Henüz Avrupa’nın esamesi okunmuyorken kendi sınıf, ulus, hak, özgürlük ve adalet kavgalarımızın yarattığı değerler vardır. Marx, “Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir.” der. Yerel devrimci tarih okuması, ezilen halkların ezenlere karşı yürüttüğü direnişin ruhunu, paradigmasını ve devrimci değerlerini geçmişten alıp bugünlere taşır. Anadolu’nun devrimci direniş tarihinin ve özgün aydınlanmasının yarattığı devrimci değerleri bilmemek ve değerlendirmemek, kökü dibe ulaşamayan ağaçlara benzer. Onlar ki ufak bir sarsıntıda yok olmaya mahkumdurlar. Tarihsiz insan, gelecek kuramaz. Tarih, devrimci mücadelenin en önemli alanlarından birisidir. Nihayetinde tüm bu demokratik ve ilerici kadim modern değerleri alıp Marksizm’in ideolojik potası içerisinde yoğura yoğura demokratik modernite ve ideolojik yerelleşmeye ulaştık. (Devamı gelecek)