Sınıfsal bağlamından koparılan her türlü kimlik mücadelesi de bu burjuva ideolojisinin yansımaları olarak karşımıza çıkar. Ulusal sorun, emekçi kadın ve inanç özgürlüğü gibi kimlik mücadelelerinin sınıf mücadelesiyle iç içe geçtiği durumlar olmakla beraber, bu mücadeleler emek ve sermaye çelişkisiyle temellendirilebildiği ölçüde devrimci olabilmektedir. Emek ve sermaye çelişkisinden bağışık bir kimlik mücadelesiyle, kimlik mücadelesinin dönemsel politik ilericiliğinden bağışık kılınan bir sınıf mücadelesinin sorunlu olduğunu kavramak gerekir. Burada tarih üretici güçlerden gelenek/görenek kavramına da kısaca değinmek gerekir. Kapitalist Modernite’nin gelenek/görenek kavramını folklorik bir bağlama mahkûm etmesine karşın olarak bilimsel sosyalizmde gelenek görenek tarih üretici güçtür.
Kapitalist Modernite, kapitalist üretim şeklinin doğurduğu bir yaşamsal us olarak önümüze çıkmıştır. Burjuvazinin öncülüğünde yükselen kapitalist modernite, ortaya çıkan büyük ölçekli araçsal toplumsal değişimin temel kaynağını oluşturmaktadır. Lenin’in tanımıyla ‘’Kapitalizmin en yüksek aşaması olan “emperyalizm’’ üst yapısal bütün kurumları serbest piyasa ekonomisi aracılığıyla tasarladı. Egemen kültür, egemen sınıfın gereksinimlerine uygun biçimlenerek ihraç edilmiştir.
“Emperyalizm, tekellerin ve malî sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlanmış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”
Tam bu noktada yapmaya çalıştığımız kapitalist modernite eleştirisinin, Türkiye’de Milli Görüş başta olmak üzere İslamcı hareketlerin yaptığı ‘’kültür emperyalizmi’’ eleştirisiyle uzaktan yakından alakası olmadığını belirtmek gerekir. Nitekim İslamcı hareketler, emperyalizmin kültürel etkilerine karşı mücadeleyi gündemlerine almışlardır. Onlara göre, kötülüğün kaynağı, maddi sömürüden daha çok batı tipi modernizmin yol açtığı kültür emperyalizmidir. Mücadele edilecek alan, insanları yoksullaştıranlarla değil; batılı değerler, batılı yaşam tarzı, İslam dışındaki dinler ve geleneksel yaşam tarzına karşı çıkış yapanlarladır. Emperyalizmi sığ bir kültürel emperyalizmi üzerinden ele alan İslamcı hareketler, hiçbir zaman antiemperyalist olamadıkları gibi antikapitalist de olamamışlardır. Emperyalizmin çıkarının tamamen sermayeye bağlı olduğu ve kamu üretiminin tasfiye edildiği günümüzde hem tekelleşmiş serbest piyasa içerisinde kalıp hem de kapitalizme ve emperyalizme karşıt olmak zaten mümkün değildir. Emperyalizmin II. Bunalım döneminden itibaren bizim gibi sömürge ülkelerde bu durum sadece dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu (gizli işgal) haline gelmiştir.
İslamcıların adil düzen gibi ulusal kalkınmacı ehilleştirilmiş kapitalist retorikleri de ezilen emekçi yığınlara ‘’nisbi refah’’ ve ‘’emniyet subabı’’ temelli suni bir dengeden başka bir şey vaat etmemektedir. Mahir Çayan tarafından Türkiye özgünlüğüne uygun olarak teorize edilen suni denge, Türkiye’de sömürgeleştirici güçlere karşı geniş kapsamlı sınıfsal halk hareketlerinin olmayışının sebebinin artan kapitalist üretimin ve pazarın genişlemesinin doğurduğu göz boyayıcı nisbi refah, emperyalizmin içsel bir olgu haline getirdiği gizli işgal (tekelleşmiş serbest piyasa, yabancı sermaye) ile ceberut, kutsal ve militarist devlet anlayışından kaynaklı olduğunu belirtmiştir. (Din olgusu da günümüzde suni dengenin oluşmasında en önemli belirleyicilerden birisi haline gelmiştir.):
‘’… Kısaca özetlediğimiz bu yeni-sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken, öte yandan geri bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlere kıyasla, izafi olarak –feodalizmin etkin olduğu, eski sömürgecilik dönemine kıyasla- belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, geri bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla) halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. Emperyalist işgal gizlendiği için –emperyalizm aynı zamanda içsel bir olgu haline geldiği için- halk kitlelerinin milliyetçi tepkileri, gâvura alerjisi etkisizleştirilmiştir. Merkezi devlet aygıtı, geçmiş döneme kıyasla çok güçlenmiş ve ittifak projeleri, ikili anlaşmalar, askeri pakt ilişkileri ile oligarşik devlet cihazı, devrimci iç savaş dikkate alınarak militarize edilmiştir. (Emperyalist yardımların ¾’ü askeri yardımlardan oluşmaktadır).
Artık geri bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşi devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini –buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için, emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış olmayacaktır- uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin özellikle geniş emekçi yığınlarının pasifize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. (Bu durum, pasifizmin, revizyonizmin bu ülkelerdeki maddi dayanağını teşkil etmektedir.)’’
Bu bağlamıyla İslamcılar, emek sömürüsüne ve sınıfsallaşmaya karşı değil; modernizme, sekülerleşmeye ve batılı değerlere karşı mücadele etmişlerdir. Oysa kapitalist modernitenin ve emperyalizmin üst yapı dizaynına karşı mücadele, ayakları yere basan sağlam bir antikapitalist ekonomi politik paradigmayla olabilmektir. Bu paradigmaya sahip tek akımda bilimsel sosyalizmdir. Üretim ilişkilerinde köklü değişimler yapmayı gündemine almadan yapılan her emperyalizm eleştirisi, çürük bir ipliğe hülya düzmekten başka bir şey değildir. Üretici güçlerde değişim yapılabildiği ölçüde, yaşam tarzında da değişim yapılabilir. (Devamı gelecek)