Hieronymus Bosch’un üç kanatlı, ünlü tablosunda (The Garden of Earthly Delights; Dünyevi Zevkler Bahçesi) âlem yapan çıplak figürler, cennetvâri masumiyete bir methiye, bir övgü gibidir. Bu tablo, püriten uzmanlarca sıklıkla ileri sürülen “ahlakın çöküşü” ve “günah tasviri” olarak yorumlanabilmesi için bana kalırsa fazla mutlu ve huzurlu görünmektedir. Daha ziyade, insanoğlunun dünyaya düşmeden önceki utanç ve suçluluk duygularından muaf halini temsil etmektedir. Benim gibi primatologlar için, çıplaklık (cinsellik ve doğurganlığa referansla), kuşların ve meyvelerin bolluğu ve gruplar halinde hareket etmek oldukça tanıdıktır ve dini ya da ahlaki yorumlamaları gerektirmez. Bosch, insanlığı en doğal haliyle tasvir etmiş görünmekle birlikte, kendi ahlaki bakış açısını da üç kanatlı tablonun orta kısmında resmettiği eğlenen insanların değil de, en sağdaki kısmında rahiplerin, rahibelerin, açgözlü oburların, kumarbazların, savaşçıların ve ayyaşların cezalandırılması resmederek gösterir.
Beş yüzyıl sonra, hala dinin toplumdaki rolünün ne olduğu ile ilgili tartışmaya devam ediyoruz. Tıpkı Bosch’un yaşadığı dönemde de olduğu gibi, ana temamız “ahlak”. Tanrısız bir dünya öngörebilir miyiz? Böyle bir dünya “iyi” olur muydu? Bir dakikalığına günümüzde biyoloji ile köktendincilik arasındaki savaşı bir kenara bırakalım. Günümüzde, evrimden şüphe etmek için kanıtlara karşı oldukça dirençli olmak gerekmektedir; bu yüzden de evrimden şüphe duyanları ikna etmek amacıyla hazırlanan kitaplar ve belgeseller, aslında boşa emek kaybıdır! Bu materyaller dinlemeye hazır olanlara yardımcı olabilir;ancak esas hedef kitleye ulaşmada başarısızdır. Tartışma gerçeğin ne olduğundan ziyade, bu gerçekle nasıl baş edeceğimizle ilgilidir. Ahlakın doğrudan yaratıcı Tanrı’dan geldiğine inananlar için, evrimi kabul etmek ahlaki bir cehenneme açılan kapı gibidir.
Bu Reklamı Kapat
Gurur Duyduğumuz Frontal Lob
Peder Al Sharpton yakın zamandaki bir video konferansının açılışında, yukarıdaki görüşü yeniden dile getirmiştir:
Eğer evrende bir düzen yoksa ve dolayısıyla düzeni sağlayan biri, bir güç yoksa, o halde neyin iyi, neyin kötü olduğunu kim belirleyecek? Eğer hiç kimse görevli değilse, o halde hiçbir şey de gayri ahlaki değildir.
Benzer şekilde, insanların Dostoevsky’den referansla Ivan Karamazov’un şu sözlerini hatırlayalım:
Eğer Tanrı yoksa, o halde komşuma tecavüz etmekte özgürüm!
Dürüst olmak gerekirse, kimsenin bu tür iğrenç davranışlar ile kendileri arasına sınır koyan tek şeyin inanç sistemleri olduğunu düşünmek güçtür. Neden insanlığımızın, yaşanabilir toplumlar için gerekli olan “benlik” kontrolümüz de dahil, içimizde oluştuğunu varsaymıyoruz? Dinden önceki zamanlarda yaşayan atalarımızın sosyal normlardan muaf olduğuna gerçekten inanan biri var mı? Yardıma ihtiyacı olan birine hiç yardım etmemiş ve âdil olmayan anlaşmalar karşısında hiç şikayet etmemiş olabilirler mi? Mevcut dinler var olmadan önce, ki bu sadece birkaç bin yıl öncesiydi, insanlar kendi topluluklarının düzgün işleyip işlediği hakkında endişe taşıyorlardı. Din, ahlaktan bağımsız değildir (buna daha sonra döneceğim); ancak ahlakın kökeni olmaktan ziyade, onun üzerine inşa edilmiştir.
Yaratılışçılar da, özünde gerçeklere dayalı bilimsel tartışmaları hiçbir zaman kazanamayacaklarının farkındalar. Evreni Akıllı Tasarım olarak adlandırmaları gibi kendi bilimlerini kendilerine göre yorumlamalarının ve bu iddialarını doğrulayacak her haberin üzerine hevesle atılmalarının nedeni budur.
En yakın fırsat, Hauser olayıyla çıkmıştır. Harvard öğretim üyesi Marc Hauser, veri uydurmak da dahil olmak üzere 8 ayrı etik dışı davranışta (bilimsel bilginin kötüye kullanılması) bulunmakla suçlanmıştır. Hauser primat davranışı çalıştığı ve ahlakla ilgili yazılar yazdığı için, Hıristiyan internet siteleri seve seve “Hauser gibi tüm insanlar, insanlığın 1000 yıllık deneyimine ters düşen, ispatlanmamış önerileriyle terk edilmişlerdir” (Chuck Colson, 8 Eylül 2010) gibi iddialarda bulunmuşlardır. Önde gelen gazeteler “Eğer Hauser skandalı ahlak çalışan bilim insanlarının entelektüel açıdan aşağılanmasıyla sonuçlansaydı, bu o kadar kötü bir şey olur muydu?” (Eric Felten, 27 Ağustos 2010) diye sormuşlardır. Hatta bir dilbilimci bile bu durumun insan ile hayvan arasındaki ayrımı doğruladığı fikrine direnememiş ve “naif evrimsel varsayımlar”a karşı uyarılarda bulunmuştur.
Eğer kendi türümüzü son birkaç bin yıldaki teknolojik ilerlemeler olmaksızın düşünürsek, (her ne kadar şempanzelerinkinden üç kat daha büyük de olsa onlarınkinden farklı yeni bölgeler içermeyen) bir beyne sahip etten ve kemikten yaratıklar görürüz. Gurur duyduğumuz prefrontal korteksimiz kendine özgü boyutunda sonuçlandıysa bile, yeni nöron sayma teknikleri ile insan beyni maymun beyninin doğrusal olarak gelişmiş halinden ibaret olarak sınıflanmıştır. Kimse zekamızdan şüphe etmese de, yakın akrabalarımızda olmayan hiçbir temel arzu ve ihtiyacımız yoktur. Her gün maymun ve kuyruksuz maymunlarla etkileşim içindeyim ve tıpkı bizim gibi güç peşinde koşarlar, cinsellikten zevk alırlar, güvende olmak ve duygusal yakınlık isterler, bölgeleri için öldürürler ve güven ve işbirliğine değer verirler. Cep telefonları ve uçaklar kullandığımız bir gerçek, ama psikolojik altyapımız hala sosyal primattır. Hatta Washington D.C.’de kasıla kasıla gezen ve anlaşmalar yapan “alfa erkekleri” de buna istisna değildir.
Yardım Etmenin Hazzı
Charles Darwin ahlakın insan-hayvan kontinuumuna nasıl uyduğu ile ilgilenmiş ve İnsanın Türeyişi isimli eserinde şöyle önermiştir:
Her türden hayvan dikkat çekici sosyal içgüdülerle donanmıştır (…) ki kaçınılmaz olarak ahlaki sağduyu ya da bilinç kazanacaklardır; ta ki zihinsel güçleri iyi gelişene kadar. (…) insanda olduğu gibi.
Ne yazık ki, modern bilim camiası bu içgörüden sapmıştır. Robert Wright’ın Ahlaklı Hayvan (The Moral Animal) isimli kitabında yazdığı gibi, doğa %100 bencil olduğu için gerçek ahlaki eğilimlerin ne insanda ne de herhangi bir insan-dışı hayvanda var olamayacağını iddia etmişlerdir. Ahlak, bir kazan dolusu kötü eğilimin üzerini örten ince bir ciladır. Bu tutuma sahip “Maske Teorisi (Veneer Theory)” (Peter Railton’un “ahlaki kamuflaj” teorisine benzer) ile 1996 yılında yayınlanan İyi Huylu (Good Natured) isimli kitabımdan beri mücadele ederim. Asil özelliklerimizin kendimizden kaynaklandığını iddia ederken, zalim davranışlarımız için biyolojimizi suçlayacağımıza (bkz: “Hayvanlar gibi davranıyoruz!”), neden tüm hepsini evrimin bir ürünü olarak görmüyoruz?
Neyse ki, ahlakın sosyal bir içgüdü olarak büyüdüğünü söyleyen Darwinci görüş yeniden yeşermekte… Psikologlar, beynin duygu işleyen bölgelerinin aktive olmasıyla sezgisel olarak ulaştığımız ahlaki yargılara vurgu yaparken, ekonomistler ve antropologlar insanların bireysel çıkara dayalı modellerin önerdiğinden çok daha fazla işbirliğine eğilimli, özgeci ve adil olduklarını göstermişlerdir. Benzer şekilde, primatoloji içindeki yeni yapılan deneyler yakın akrabalarımızın kendileri hiçbir şey kazanmayacak olsa bile diğerlerinin çıkarına olacak şekilde davrandıklarını göstermiştir.
Şempanzeler ve bonobolar, bir kısmını kaybedecek bile olsalar, tanıdıkları birinin de yiyeceğe ulaşabilmesi için kendiliklerinden kapıyı açarlar. Kapuçin maymunları ise diğerleri için ödül aramaya hazırdırlar, örneğin ikisinden biri bizimle değişik renklerdeki markalarla değiş tokuş yapabilir konumda olan, yan yana kafeslere koyduğumuzda olduğu gibi… Markalardan biri “bencil”, diğeri “yardımsever”dir. Eğer değiş tokuş yapan maymun bencil markayı seçerse karşılığında bir parça elma alıyor; ancak yanındaki maymun herhangi bir şey alamıyordu. Diğer taraftan, yardımsever marka her iki maymunu da ödüllendiriyordu. Çoğu maymun baskın olarak yardımsever markayı seçme eğilimi geliştirdiler ve bu tercih, tepkiyle karşılaşma korkusu yüzünden değildi; çünkü dominant maymunlar (en az korkusu olan) en cömert olanlardı.
Özgeci davranışlar (altruizm) bir takım avantajlar sağladığı için evrimleşmiş olsa da, bu durum altta yatan motivasyonun bencil olduğu anlamına gelmez. Gelecekteki getirileri hayvanların zihninde nadiren canlanır. Örneğin, hayvanlar cinsel ilişkiye üremeyle sonuçlanacağı bilmeden girerler ve hatta insanlar, tam olarak bu nedenle ertesi gün hapı geliştirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum, cinsel motivasyonun cinsel ilişkinin var olma nedeniyle ilişkisiz olmasından kaynaklanır. Aynısı, evrimsel sonuçlarıyla ilgisi olmayan özgeci dürtüler için de geçerlidir. Evrim ile motivasyon arasındaki bağlantısızlık, Maske Teorisyenleri için kafa karıştırıcıdır ve her şeyin nedenini bencilliğe indirgemeye yönlendirmiştir. Bu literatüre ait en fazla alıntılanan şu deyiş, onların görüşlerini güzelce özetler: “Özgeci birinin derisini kaldırın ve akan ikiyüzlü kanı görün!”
İçten gelen özgeci davranma yeteneğine sadece insanlar değil, diğer hayvanlar da sahiptir. Bunu her gün görüyorum. Yerkes Primat Merkezi’ndeki yaşlı dişilerden biri, Peony, zamanını diğer şempanzelerle birlikte dışarıda geçiriyordu. Artiritlerinin alevlendiği kötü günlerinde yürümekte ve tırmanmakta zorlanırdı, ancak diğer dişiler ona yardım ederlerdi. Örneğin, pek çok şempanzenin tımarlanmak için toplandıkları tırmanma yerine çıkmak için Peony zorlanırdı. Akrabası olmayan daha genç dişiler Peony’nin arkasına geçer, Peony dinlenmeye katılana kadar, ellerini onun arkasına yerleştirerek itmek için çaba harcarlardı.
Peony’nin suya ulaşmak için kalkıp epey uzakta olan musluğa doğru yavaşça hareket ettiğini görürdük. Genç dişiler bazen önden gider, biraz su alır ve Peony’ye getirirlerdi. Başta, ne olduğu hakkında hiç bir fikrimiz yoktu çünkü tek gördüğümüz bir dişinin ağzını Peony’ninkine yaklaştırdığıydı, fakat bir süre sonra durum açıklığa kavuştu: Peony ağzını genişçe açıyor ve genç dişi ağzından Peony’ninkine su fışkırtıyordu!
Bu tarzda gözlemler, sadece primatlarda değil aynı zamanda köpekler, filler ve hatta kemirgenlerle yapılan hayvan empatisi alanındaki araştırmalarla tutarlıdır. En tipik örnek, içlerinden birinin sıkıntısı olduğunu gördüklerinde şempanzelerin onu sarılarak ve öperek nasıl teselli ettiklerine dair gözlemlerdir. Ki bu davranışlar, bilim insanları tarafından binlerce örnekle analiz edildiği üzere, oldukça öngörülebilirlerdir. Memeliler birbirlerinin duygularına karşı duyarlıdırlar ve diğerlerinin ihtiyaçlarına tepki verirler. İnsanların evlerini iguana ve kaplumbağalarla değil de, kürklü etoburlarla doldurmalarının tüm nedeni memelilerin sürüngenlerin asla veremeyeceği şeyleri sunmasıdır. Sevgi verirler, sevgi isterler ve duygularımıza bizim diğerlerine gösterme şeklimizle aynı şekilde tepki verirler.
Memeliler, başkalarına yarım etmekten haz elde ediyor olabilirler, aynı insanların iyilik yaparak iyi hissetmeleri gibi… Doğa genellikle yaşamın olmazlarını -cinsellik, yemek, emzirme- haz verecek şekilde donatır. Bir araştırmada insanların bağış yaptıklarında beynin haz merkezinin aktive olduğu gösterilmiştir. Dolayısıyla, bu tür davranışlara bencil demek için herhangi bir neden yoktur. Bencil birey, ihtiyacı olan birinin yanından geçip giderken herhangi bir sıkıntı hissetmez. Biri boğulurken “bırak boğulsun”, biri ağlarken “bırak ağlasın” der. Bunlar gerçekten bencil davranışlardır ve empatik davranışlardan epey bir farklıdır. Biz vermenin hazzını gerçekten yaşarız ve büyük olasılıkla bunu yaşayan tek tür de biz değiliz, ancak bu haz bize diğerleri -ve yalnıca diğerleri- aracılığı ile ulaşır, dolayısıyla yardım etme gerçekte diğerleri yönelimlidir.
Aşağıdan Yukarıya Ahlak
Araştırmalar, primatların bir görevi salatalık karşılığında memnuniyetle yaptıklarını göstermektedir. Ta ki diğerlerinin tadı çok daha iyi olan üzüm aldığını görene kadar… Salatalık yiyenler sinirlenir, değersiz sebzelerini fırlatır ve grev yaparlar. Önceden oldukça iyi olan yemek diğerinin daha iyisini aldığını gördüklerinde tatsız hale gelir.
Bu duruma “eşitsizlik antipatisi” adı verilmiştir ve eşitsizlikten rahatsız olma, köpekler dahil diğer hayvanlarda da gösterilmiştir. Herhangi bir ödül almasa da öğretilen numarayı tekrar tekrar yapan köpeğin bir başka köpeğin aynı numarayı yapması karşısında sosis aldığını görünce artık numara yapmayı reddettiği görülmüştür. Bununla birlikte, araştırmacılar yakın geçmişte eşitsizlik konusunda beklenmedik bir durum rapor etmiştir: Şempanze çiftleriyle deney yaparken, daha iyi ödülü alanın da anlaşmayı reddettiğini görmüşlerdir; sanki her ikisi de aynı şeyi aldıklarında tatmin oluyorlarmış gibi gözükür. Primatlarda adalet duygusunun keşfine yaklaşıyoruz.
Bu bulgular, insan ahlakı açısından anlamlıdır. Filozofların çoğuna göre, kendimizi belirli bir ahlaki pozisyona yönlendiririz. Bir Tanrı inancımız yoksa bile, eğer ahlaki ilkeleri formüle ediyor ve bunları sonradan insan davranışına uyguluyorsak, bizim için bu süreç hala yukarıdan aşağıya doğrudur. Ancak, eğer biz de doğal bir eğilim yoksa, o halde insanları diğerlerini düşünmeleri için zorlamak ne derece gerçekçidir? Adalet ve eşitsizliğinin olmadığı durumlarda güçlü tepkiler geliştiriyor olmasaydık, insanları buna yönlendirmek ne kadar mantıklı olurdu? Kuşaklar boyunca bize miras kalan ilkelere karşı almamız gereken her bir kararımızın detaylı incelenmesi gerekiyor olsaydı bunun getireceğin bilişsel yükü düşünün. Bunun yerine, Hume-vari şekilde altta yatan nedenin arzularımızın esiri olmamız olduğuna inanmak mümkündür. Ahlaki sezgiler ve duygularla işe başladık, ki bunlar, aynı zamanda diğer primatlarla aramızdaki muazzam süreğenliği bulabileceğimiz yerdir. Deriyi kaldırdığımız yerden başlayarak ahlak geliştirmek yerine, sosyal hayvanlar olarak kendi altyapımızdan gelen kocaman yardım elini aldık.
Bununla birlikte, şempanzelere “ahlaki varlıklar” demek konusunda tereddüt etmek oldukça makuldür. Bunun nedeni, duyguların yeterli olmayışıdır. Mantıksal olarak tutarlı bir sistem oluşturmanın peşinde koşarız, ölüm cezasının yaşamın kutsallığı ile ilgili iddialarla nasıl uyuşacağını ya da seçilmemiş cinsel yönelimin yanlış olup olamayacağını tartışırız. Bu tartışmalar insana özgüdür. Diğer hayvanların kendilerini hiç etkilemeyen davranışların uygun olup olmadığını tartıştıklarına dair bir kanıtımız yok. Ahlak araştırmalarının en büyük öncülerinden Finn Edward Westermarck ahlaki duyguları neyin özel yaptığını şöyle açıklar:
Ahlaki duygular birinin o andaki durumundan bağımsızdır: iyi ve kötüyle çok daha soyut, kendilerinden bağımsız bir seviyede uğraşırlar.
İnsan ahlakını diğer türlerinkinden ayıran şey budur: Ayrıntılı düşünülmüş bir meşrulaştırma, denetleme ve ceza sistemlerinin, evrensel standartlarla birleşime göre hareket etme…
Tam bu noktada din devreye girer. “İyi Samiriyeli” gibi şefkati destekleyen öyküleri ya da adalete meydan okuyan ünlü “Sonuncu ilk ve ilk sonuncu olacak” sonuyla “Üzümbağı İşçileri” gibi sözlü eserleri düşünün. Buna bir de neredeyse Skinner tarzı ödül ve cezayı -cennete kavuşan bakirelerden günahkarları bekleyen cehennem ateşine kadar- ve Adam Smith’in deyişiyle “methedilme” arzumuzun sömürüsünü ekleyin. İnsanlar toplumun düşüncelerine karşı o kadar duyarlıdır ki, iyi davranmak için ihtiyacımız olan tek şey duvara yapıştırılmış bir çift gözdür, ki bu da bazı dinlerdeki her yerde aynı anda var olabilen Tanrı’yı simgeleyen, her şeyi gören göz imgesini açıklar.
Ateist İkilemi
Son birkaç yıldır Tanrı’nın yüce olmadığını (Christopher Hitchens) ya da bir yanılgı olduğunu (Richard Dawkins) savunan ve sesleri eskisinden daha gür çıkan ateizme alışmış durumdayız. Yeni ateistler kendilerine “zeki olanlar” derler, dolayısıyla inananların o kadar da zeki olmadıklarını ima ederler. Bilime güvenilmesi konusunda ve etiğin kaynağının doğalcı dünya görüşü çerçevesinde aranmasında ısrar ederler.
Dini kurumların ve temsil ettiklerinin -rahip, psikopos, mega vaizler, Ayetullah, ve haham – eleştirilmesini meşru görüyorsam da, dini değerleri olan insanları aşağılamanın kime ne faydası var? Ayrıca daha temel bir soru olarak, alternatif olarak bilimin önerdiği şey ne? Bilim, hayatın anlamının ne olduğunu ya da hayatlarımızı nasıl yaşayacağımızı söylemez. Biz bilim insanları, şeylerin neden oldukları gibi olduğunu ya da nasıl işlediklerini bulma konusunda iyiyizdir ve inanıyorum ki biyoloji bizim hangi tür hayvanlar olduğumuz ve ahlakımızın neden böyle şekillendiğini anlamada yardımcı olabilir. Ancak buradan hareketle ahlaki rehberlik önermesi abartılı görünür.
Batı toplumlarında büyüyen en katı ateistler bile, Hıristiyan ahlakının temel öğretilerini benimsemekten kaçınamazlar. Toplumumuz bunun içinde yoğrulmuştur: yüzyıldan fazla bir süredir başardığımız her şey (bilim bile!), ya din ile el ele ya da dine karşı gelişmiştir, ama asla ondan bağımsız değildir. Din olmadan ahlakın nasıl olacağını bilmek imkansızdır. Bunun için de ne şimdi ne de geçmişte herhangi bir zaman bir dini olmamış bir insan toplumunu ziyaret etmemiz gerekir. Böyle bir toplumun var olmayışı bizi bu konuda düşündürmelidir.
Bosch da aynı konuyla -ateist olmayla değil; çünkü bu o zamanlar için bir seçenek değildi- bilimin toplum içindeki yeri konusuyla uğraşmıştır. Resimlerinde kafalarında ters tüpler olan küçük figürler ya da şişe, damıtma balonu, tav fırını şeklindeki yapılar kimyasal araç gereçlere gönderme yapar. Simya o zamanlarda henüz ilerlemeye başlamıştı ve sahte doktor, büyücü ve şarlatanlarla ayırt edilemeyecek durumdaydı, ki Bosch bunları kolayca aldatılabilir seyirci kitlesiyle eğlenirlerken resmetmiştir. Simya, kendini bu etkilerden kurtardığında ve uydurma verilerle başa çıkmak için kendi prosedürlerini geliştirdiğinde bilimleşmiştir. Yine de bilimin toplumsal ahlaka katkısı, eğer varsa bile, sorgulanabilirdir.
Diğer primatlar kuşkusuz bu sorunların hiçbirine sahip değildir, yine de belirli türde bir toplum yaratmanın peşinde koşarlar. Örneğin, dişi şempanzelerin kavganın ardından taraf olan isteksiz erkekleri barıştırmak için birbirlerine doğru sürükledikleri, ellerinden silahlarını aldıkları; ve hiyerarşide üst sıralardaki erkeklerin topluluk içindeki kavgayı yatıştırmak için genellikle tarafsız arabulucu olarak davrandıkları gözlenmiştir.
Toplumu gözeten bu ipuçlarını, ahlakın insanoğlundan önce inşa edilmeye başladığının işareti olarak görmek mümkündür. Bugün olduğumuz yere nasıl geldiğimizin açıklamasında Tanrı’ya ihtiyacımız yoktur.
Diğer taraftan, eğer dini toplumdan koparabilseydik ne olurdu? Bilimin ve doğalcı dünya görüşünün bu boşluğu doldurabileceğinden ve insanları iyiye yöneltmek için gerekli ilham kaynağı olabileceğinden şüpheliyim. Belirli ahlaki bakış açısını savunmak için geliştirdiğimiz her tür sistem kendi ilkelerini, peygamberlerini ve kendini adamış müritlerini üretir, yani bir süre sonra herhangi bir din gibi görünmeye başlar.
- Türev İçerik Kaynağı: The New York Times | Arşiv Bağlantısı
- S. Herculano-Houzel. The Human Brain In Numbers: A Linearly Scaled-Up Primate Brain. (1 Ocak 2009). Alındığı Tarih: 25 Şubat 2019. Alındığı Yer: NCBI | Arşiv Bağlantısı
- M. H. Ghiselin. (1974). The Economy Of Nature And The Evolution Of Sex. ISBN: 0520024745. Yayınevi: Univ of California Pr.
- F. D. Waal. (2018). Bonobo Ve Ateist: Primatlar Arasında İnsanı Anlamak. ISBN: 9753421064. Yayınevi: Metis Yayınları.