Yükselen Batı uygarlığının baskıları karşısında ‘devleti kurtarma’ endişesine kapılan Osmanlı aydınları iki gruba ayrılmışlar. Bir grup, Osmanlı’yı geri bırakıp yenilmesine neden olanın ‘din’ olduğunu söylemiş ve topyekûn modernleşerek/batılılaşarak devleti kurtarabileceklerine inanmıştır. Zaten Türklerin dininin İslam olmadığını, o nedenle İslam’ın tamamen terk edilmesi gerektiğini söyleyenler olduysa da esas yapılmaya çalışılan İslam’ın kamusal alandan çıkartılarak insanların vicdanı ve özel hayatlarına hapsedilen bir dine dönüştürülmesidir. İttihat ve Terakki’den başlayarak “Türk modernleşme projesini” uygulayan bu gruptur.
Devleti Kurtarmak
İkinci grup, yani İslamcılar, sorunun din olmadığını, Osmanlı’nın yenilmesinin sebebinin düşmanın elindeki fen/bilim ve teknoloji silahının olduğunu söylemişler ve “düşmanın silahı ile silahlanın” emrinin gereği olarak, Batı’dan sadece ‘fenni’ almaya yönelmişlerdir.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında yaklaşık elli yıl bu iki grup kıyasıya kavga ettikten sonra “İkinci Meclis Darbesi” ile İslamcıları tasfiye eden Batıcılar, “Türk modernleşme projesi”ni yürürlüğe koymuşlardır. Türk modernleşme projesi, yeni kurulan “modern Türk Devleti”ne “modern bir Türk ulusu” ve yine “modern bir ülke” yaratmayı amaçlamaktaydı. Bu amaç, Cumhuriyetin onuncu yılında “Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan, on yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan” denilerek ifade edilmiştir.
Tek parti diktatörlüğü döneminde onbeş milyon genç yaratılırken her renkten Müslüman halk büyük baskılar görmüş, İslam kamusal alandan bütünüyle çıkartılmıştır. Dindarların yeniden nefes alması, 1950′den sonra “demokrasi” ile sağlanan nispi serbestlik ortamında mümkün olmuştur. Ne var ki o zamana kadar İslamcı entelektüellerin neredeyse kökü kazınmış, “şehirli İslam” neredeyse yok edilmiştir. İslamcılık adına boy gösterenler daha çok kırsaldan gelenlerin yeni yeni okuyan çocuklarıdır, yeniden filizlenen İslamcılık ise ilk dönem İslamcılığından entelektüel kapasite olarak oldukça zayıftır. Hala “İslam” demek riskli olduğundan Müslüman aydınlar ancak “milliyetçilik, mukaddesatçılık ve komünizm karşıtlığı” söylemi çerçevesinde tutunabilmektedirler.
1960 darbesi ile İslamcılar tekrar baskı altına alınır, ancak artık Anadolu şehirlere akmıştır; yeni şehirliler ise Anadolu’dan getirdikleri değerlere daha sıkı sarılmaya başlamışlardır. Anadolu ile bağlantılı kurslar, yurtlar, İmam Hatipler, bunları yaşatmak ve yaymak için kurulan dernekler ve vakıflar giderek artmaktadır. Öte yandan Anadolulu esnaf, tüccar ve zanaatkârı da yavaş yavaş ‘iş adamı’ olma yolundadır ve birikimin aracı olan devlete uzanmak için müthiş bir istek duymaktadır.
Müslümanlığı kurtarmak
“Yeşil kuşak” projesi de bu döneme denk gelmiştir. Yeşil kuşak projesi, komünizme karşı “sağcı, milliyetçi, mukaddesatçı İslam”ı desteklemektedir. Bütün bunlar yeni bir politik bilinci de yavaş yavaş büyütmektedir. Tam da bu sıralarda kendilerine yıllarca baskı kuran, İslam’ı ve Müslümanlığı kamusal alandan kovan CHP, ortanın solu politikalarını benimsemeye başlamıştır. Bu, ikinci kuşak İslamcılar için büyük bir kolaylık sağlamıştır. ‘Komünistlere’ ve ‘solculara’ karşı kurulan cephelerde yer almışlar, bu sayede bürokraside ve kısmen de olsa siyasette kendilerine yer bulmuşlardır.
İkinci kuşak İslamcılar da ilk İslamcılar gibi “Batı’nın bilimini al ama kültüründen/yaşam tazından uzak dur” diyorlardı. Ancak bu yeni İslamcılar için kültür/din/yaşam tarzı daha da önemliydi; çünkü Batıcılar, dinlerini/kültürlerini/yaşam tarzlarını ciddi bir şekilde geriletmişler, bozmuşlardı. O nedenle siyasi mücadelelerini daha çok yaşam tarzı üzerinden yapıyor, toplumun tekrar dindarlaşması, kendi kültürlerini geliştirmesini istiyorlardı. Bu durum aynı zamanda onların şehirde tutunmalarını da kolaylaştırıyordu.
İslam devleti kurmak
Entelektüel kapasitesi görece yüksek olan Pakistan ve Mısırlı İslamcıların yazılarının yoğun bir şekilde Türkçeye tercüme edilmesi Türkiyeli İslamcıları önemli ölçüde etkilemiştir. İslam devleti isteyen Seyyid Kutup ve Mevdudi gibi yazarlar, Türkiye İslamcılarının bir bölümünü daha ‘devrimci’ bir çizgiye çekmiş, kısmen de olsa kendilerini sağcı-milliyetçi-mukaddesatçı cepheden ayırmalarını sağlamıştır.
Seyyid Kutup ve Mevdudi İslam devleti önermekteydiler. Bu İslam devleti “Allah’ın indirdikleri ile hükmeden” bir devlettir. Kutup ve Mevdudi’nin önerdiği İslam devleti aslında “modern” bir devlettir. “Allah’ın indirdikleri” denilen de İslam’ın bir yorumudur; bu yorum devletin ‘resmi’ ideolojisi olacak, sonra toplum bu yorum çerçevesinde devlet gücü kullanılarak şekillendirilecektir. Bu arada 1979 İran İslam Devrimi’ni de zikretmek durumundayız; mezhep üzerinden sürekli bir mesafe konulsa da İran Devrimi, Türkiyeli İslamcıların “İslam devleti”, yani “Allah’ın indirdikleri ile hükmedilen” bir ülkenin mümkün olduğu güvenini kazanmalarına katkı yapmıştır.
Sözden eyleme: Milli Görüş siyaseti
İslamcı siyasetin, merkez sağ partilerden kopması ve aktif siyasette bağımsız olarak boy göstermesi, biraz da tesadüfen olmuştur. Adalet Partisi’nden adaylığı reddedilen Necmettin Erbakan Konya’dan bağımsız milletvekili seçildikten sona 1969’da ilk Milli Görüş partisi olan “Milli Nizam Partisi”ni kurmuştur. MNP, kısa sürede, daha sonra kurulacak üç Milli Görüş partisinin başına geleceği gibi, “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu” gerekçesi ile kapatılmıştır. Ancak hemen ardından kurulan “Milli Selamet Partisi” 70′li yıllar boyunca üç kez iktidar ortağı olmuş, bu şekilde İslamcılar uzun bir aradan sonra iktidar nimetleriyle tanışmışlardır. Erbakan tipik bir İslamcıdır; maddi kalkınma/ağır sanayi hamleleri ile Batı’nın fennini/teknolojisini alırken manevi kalkınma hamleleri ile de Cumhuriyet döneminde kovulan ‘İslami ahlakı’ ve ‘yaşam tarzını’ yeniden kamusal alana sokmaya çalışmıştır.
Bugünkü İslamcı muhayyileyi anlayabilmek için 24 Ocak kararları ve 12 Eylül’ü de hesaba katmak zorundayız. İslamcı serpilme ve piyasacılığa savrulma, 12 Eylül sonrası devletin tekrar Türk-İslam sentezini desteklemesi ve muhafazakâr Özal’ın birinci neo-liberal dalga ile Anadolu’yu piyasaya dâhil etme gayretleri etkili olmuştur. Özal, İslamcılıkla ile muhafazakârlık arasında önemli köprülerden birdir.
Özal’ın önce cumhurbaşkanlığı köşküne çıkması, sonra da vefatı, Erbakan’ın tekrar önünü açmış, merkez sağın iki partiye bölünmesi de tekrar iktidarı getirmiştir. Ne var ki bu sefer daha güçlü ve hükümetin büyük ortağı olarak iktidar olma Kemalist çekirdekle kavgayı da getirmiş, 28 Şubat müdahalesi yaşanmıştır. 28 Şubat bugünkü İslamcı muhayyilenin oluşmasında en önemli olaydır.
Yeniden tutunma: Reel politik
“Topyekûn savaş” manşetlerinin atıldığı 28 Şubat’ta sadece İslamcı kadrolar değil, muhafazakâr/mütedeyyin kitlenin tamamı, tüm kazanımlarını kaybetme korkusu yaşamış, sonra da tekrar nasıl tutunuruz, nasıl iktidarı koruruz sorusunu sormuştur. Özallı yıllardan sonra “liberalliğin, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler ve serbest piyasacılığın” tekrar keşfi bu dönemde olmuştur.
“İslamcı” AKP’nin iktidara gelmesi ve tutunmasında 28 Şubat’la birlikte başlayan baskılar karşısında liberallerle kurdukları ittifak ve uluslararası camiadan aldıkları desteğin önemli bir katkısı vardır. Türkiye’deki Kemalist çekirdeğin direnci bu ittifak sayesinde azaltılmıştır.
Uluslararası sistemin Ortadoğu’ya yeni yönelişleri ile AKP’nin yükselişinin birlikte olması hiç kuşku yok ki tesadüfen olmamıştır. Erdoğan’ın daha siyaseten yasaklıyken ve “muhtar bile olamaz” manşetlerinin atıldığı bir dönemde ABD Başkanı Bush tarafında Beyaz Sarayda görülmemiş bir protokolle karşılandığı günlerde ilan edilen BOP, Batı’nın yeni Ortadoğu stratejisidir ve Ak Parti iktidarının önünün açılması ile BOP’un birebir ilişkisi vardır. AKP, “ılımlı İslamcığı” ve “serbest piyasacılığı” ile Ortadoğu’yu uluslararası sisteme entegre etme projesinin önemli bir ayağı olmuştur. O nedenle AKP’yi anlamak için BOP’u önemli durak noktalarından biri olarak görmek gerekir.
Ve sadece iktidar
Görüldüğü gibi Türkiye’deki İslamcı serüvenin birçok durağı ve etkilendiği çok sayıda olay var. Farklı dönemlerde farklı eğilimler öne çıksa da bir siyasal akım olan İslamcılığın kaçınılmaz olarak hedefi iktidardır. İktidar, İslamcı amaçları gerçekleştirmek için gereklidir. İslamcı amaçlar derken, bilim ve teknolojide ilerleme/kalkınma ve İslami yaşam tarzınızın önündeki engelleri kaldırarak İslam medeniyetini ‘diriltmek’ kast edilmektedir. O nedenle Erdoğan partisine Adalet ve Kalkınma Partisi adını vermiştir. “Adalet”ten kasıt, ‘Müslümanlara’ yapılan haksızlıkları ortadan kaldırmak, “kalkınma” da düşmanın silahlarına, yani teknolojiye, sermayeye, maddi imkânlara sahip olmaktır.
İktidarın tabiatı ise hiçbir zaman sorgulanmamıştır. Devletin dağıtım ve tahakküm aracı olması sorun olmamıştır. Vesayet sistemi ile sorunlu olmak, sadece vesayetçilerin kimliği ve amaçları ile sınırlı kalmıştır. İyi insanlar, ‘Müslümanlar’ devlete gelince her şeyin hallolacağına inanılmıştır.
Bir de İslamcılığı taşıyan sosyoloji var; çevreye itilen insanların merkeze gelme, maddi imkânlara kavuşma, karar sahibi olma isteği. Bu insanlar modernleşmek, modernleşmenin imkânlarını kullanmak istiyorlar. Bu sosyoloji, böylesine tarihsel ve psikolojik arka planı olan “İslamcı kadroları” iktidara taşımıştır. 1924 Anayasası ile temeli atılan, 1961 ve 1982 Anayasası ile tahkim edilen vesayet sistemi, sadece İslamcı amaçları gerçekleştirmek için değil, aynı zamanda ve esasen İslamcı kadroları iktidara taşıyan sosyolojinin ihtiyaçlarını karşılayacak uygun bir araçtır.
AKP uzun bir süre amorf/şekilsiz bir görüntü vermiştir, bazen öyle bazen böyle olmuştur, bir taraftan her şey diğer taraftan hiçbir şey olarak görülmüştür. Bunun nedeni İslamcı kadroların ve onları taşıyan sosyolojinin pragmatizmidir; iktidara gelmek ve iktidarda tutunmak istiyorlar ve bunun için her şey olmaya, her şeyi yapmaya hazırlar. Nitekim öyle yapıyorlar; Başbakan Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’nde söylediği, “Beni ve eşimi buraya sokmayanlar utansın” sözü, bunun sembolik ama önemli bir göstergesidir. Şu söz de Erdoğan’a aittir: “Cumhuru hor gören, istismarcılar gitmiş, cumhuru kucaklayan, onu bağrına basan gerçek cumhuriyetçiler gelmiştir”. Evet, biri gitmiş diğeri gelmiştir; yeni gelenler yine ‘cumhur’ değil, ‘cumhuru kucaklayanlar’dır.
“İktidar” ise belirleyicidir; mahiyeti sorgulanmadan ele geçirilen devlet mekanizması işlemeye ve yeni muktedirleri şekillendirmeye başlamıştır. Birikimin ve tahakkümün aracı olan devlet, kayda değer bir değişime uğramadan yoluna devam etmektedir. Yeni muktedirlerin ideolojik arka plan ise sadece meşrulaştırmanın aracıdır. Örneğin; geniş kitleleri rahatsız ettiği için eleştiri konusu olan neo-liberal uygulamalar; özelleştirmeler ve taşeronlaşma “başörtülüler fiilen üniversitelerde okuyor, ondan sonra özel kurumlarda çalışacaklar” denilerek savunulmaktadır. Yani aslında özelleştirmeleri istemiyorlar ama bunu başörtülülerin çalışması için yapıyorlar.
Artık AKP’yi iktidara taşıyan sosyolojinin ihtiyaçları esas olmuştur; bu da “demokrasi”den çok “kalkınma” ve “piyasacılığı” gerektiriyor. “Adalet” ise sadece bir söylemdir.
Görüldüğü gibi AKP’nin kendisinden önceki muktedirlerden iktidarı anlama ve kullanma açısından büyük bir farkı yoktur. Sonuçta bir iktidar kavgası yaşanmaktadır ve her iktidar kavgası gibi sert geçmektedir.
Mehmet Bekaroğlu – Fikir Zamanı