Bazı kelimelere ya da düşüncelere hastalık derecesinde alışmış, düşünceleri taşlaşmış, taşlaştığı için de akışkanlığını ve canlılığını yitirmiş; yeni bir düşünce ve düşünüş ile karşılaştığında kendini kaybediyor hissine kapılan ve en küçük bir hayali engelin durdurabileceği kişilere değil; sadece anlamak isteyen ve anlamak istidadını/kapasitesini yitirmeyenlere sesleniyoruz. Fanilerden kendisine bir tanrılar tapınağı döşeyenlere sesleniyoruz.; fanilerin, iğreti yorum ve jargonlarından kendilerine kutsal öğretiler devşirdiğini düşünenlere sesleniyoruz.
Belki de şöyle yapmayı denemelisiniz: Her gün doğru sandığınız bir yanlışı unutmaya ne dersiniz…
Kimlere sesleniyoruz?
Zihinlerinden ırmaklar akan kişilere sesleniyoruz; bir akarsu gibi çağlayanlara sesleniyoruz. Tarihte donup kalanlara değil, tarihin sonucu olanlara değil, tarihi seyre dalıp kendinden geçenlere değil; tarihin sıcaklığına sığınıp bugünün kışından kaçanlara da değil; tarihinin farkında olanlara, farkındalığın ışığıyla yaşayanlara sesleniyoruz; tarihin çukurlarından birine düşüp debelenenlere değil; acı çekenlere, kahkahalar atanlara, hüzünlenenlere, sevinenlere değil; tüm duygusallıklarından ve ön yaşantılarından ve de bu ön yaşantıların dayattığı ön yargılardan bağımsız bir şekilde, insanlık geçmişiyle yüzleşebileceklere sesleniyoruz; ta ki geçmişin değmediği gözlerle yaşayabilmeyi öğreneseniz, ta ki geçmişin sizin için gerçekten ne olduğunu, sizi nasıl ve hangi şekillerde kullandığını görebilesiniz. Geçmişin değmediği bakışlara sahip olamazsınız belki de, ama o bakışların farkında olup yüreğinize doğru bir yolculuğa çıkabilirsiniz.
Kimlere sesleniyoruz?
Yüreğinin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkabileceklere sesleniyoruz.Kendi tarihini okuyabilenlere, kendi bireysel geçmişini anlamak isteyenlere ve bu geçmiş ile yüzleşip bunu analiz edebileceklere sesleniyoruz. Yıkanmak istemeyen yaramaz çocuklar gibi olabileceklere sesleniyoruz…
Kimlere sesleniyoruz?
Kendini tanıyabilenlere, tanımak isteyenlere, tanıyabileceklere sesleniyoruz. Her biriniz bir bakın kendinize: Evrendeki her bir birey, bir dizi yaşantının, üzüntünün, sevincin, gururun, hırsın, endişenin, korkunun, istek ve arzunun, nefret ve sevginin, gözyaşı ve kahkahanın toplamıyız. Her birimizin üzerine yapışmıştır bütün bunlar; gün be gün yoğurmuştur hamurumuzu ve bizi şekillendirmiştir. Biz dediğimiz zaman kastettiğimiz aslında bir dizi duygu ve zihin durumudur aslında, biz dediğimiz bir dizi anılar toplamıdır aslında.
Çocuklar gibi olmak bütün anılardan, bütün duygu durumlarından azade olmaktır. Alışmamaktır, farkındalığını yitirmemektir ve de kirlenmemektir toplumsallaşma denilen süreçlerle.Bu evrene, olaylara, olan bitene kayıtsız kalmamaktır, durmamaktır hiç bir zaman; her an sorgulamaktır, her dem farkında olmaktır. Her dem yeniden doğmaktır, her doğan güne hayret edebilmektir çocuklar gibi olmak. Ve yüreğinden ırmakların akmasıdır sürekli olarak.
Daha ne zamana kadar durgun bir göl gibi kirlenmeye devam edeceksiniz? Dağa doğru bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz! Irmağın doğduğu dağa gitmeye ne dersiniz!
Tarih okumak dağa çıkmak misalidir, dağa yani en tepeye, en yükseğe çıkmaktır; çünkü dağ kaynakların fışkırdığı yerdir, dağ suyun akıp geldiği ve susuz çölünüze hayat verdiği yerdir, dağ yücedir ve yüceliklere gebedir; dağ yücelere bir yol bulmatır ve dağ gündelik aklın egemenliğine son vermektir. Dağa gitmek cüzden ayrılıp bütüne varmaktır, parçadan geçip küllü bulmaktır; ama unutmamamaktır yüce dağların bile toprak zerrelerinden oluştuğunu. Tarih okumak her zerrede anlamlı bütünü bulmaktır, her zerrede dağı görebilmektir. Bir kum tanesinde sonsuzu görebilmektir tarih okumak.
Tarih okumak görüşünüzü keskinleştirmektir. Unutmayın ki, ancak dağın tepesine çıkabilirseniz manzaranın hepsini kucaklayabilirsiniz, ancak en tepede insanlık ırmağının nerden doğup kıvrıla kıvrıla hangi vadilerden geçtiğini görebilirsiniz, ancak kaynağa ulaşabilirseniz suyun saf halini tadabilirsiniz. Unutmayın ki su kaynaktan çıkar çıkmaz binlerce etkiyle değişecek, tadı farklılaşacak, rengi değişecek ve geçtiği yollar boyunca günbe gün bulanacak, kirlenecek ve kendisinden içenlere başka başka tatlar verecektir.Kaynaktan uzaklaştıkça bulanacaktır su ve o su artık kaynaktaki suyun kendisi olmayacaktır. Siz ırmağın neresinden ve ne kadar içtiğinizin farkında mısınız? Acı sulara alıştınız da tatlı suyun tadını unuttunuz mu? Kendi evinizin önündeki kuyudan her gün içtiniz de o suyun geldiği dağa gitmeyi hiç düşünmediniz mi?
Tarih okumak dağdan gelen ırmağı dinlemektir. Bilin ki insanlığın bütün öyküsü bu ırmaktadır; bilin ki ırmak sizin milyonlarca yıllık bütün davranışlarınızı içinde taşır; yeter ki onu dinlemeyi bilin, yeter ki onunla konuşmaya başlayın. Göreceksiniz ki o size bütün öyküsünü anlatacaktır.
Bazı tarihçiler, ırmağa balık tutmaya giden kişi gibidir. Ama o kişi tuttuğu balıkların ırmağın malı olduğunu unutmamalıdır, balıklardan kafasına göre bir yemek yapmamalıdır. Bilmelidir ki daha o nehirde milyonlarca balık vardır ve milyonlarcası da geçip gitmiştir; herbirinin farklı bir tadı, herbirinin farklı bir adı ve herbirinde farklı bir öykü vardır. Balıklar tarihçinin tarihte topladığı belgeler misalidir, her belgenin ayrı bir öyküsü varsa da tarihçi belgeyi kafasına göre dillendirmemeli, zevkine göre onu pişirmemelidir. Tarihçi belki o belgeyle nehri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmalıdır; bilmelidir ki her suyun balığı aynı değildir. Balıktan suyu anlayabilirse eğer, belgeden süreci de aydınlatmış olacaktır. Balık tutarken nehrin ruhunu da dinlemeyi öğrenmelidir aynı zamanda.
Dağa gitmek bir yolculuğa çıkmaktır. Yolculuğa çıkmak ise yola revan olmaktır; yani yol vardır, yolcu vardır ve yolun gittiği bir menzil vardır. Bu noktada durun ve bir an düşünün: Şunun farkına varın öncelikle; dağa giden tek bir yol yoktur; dağa kıvrılan bir çok yol vardır ve her biri diğerinden farklı olabilir; her biri diğerine göre uzun kısa, zor kolay ya da dar ve geniş olabilir. Ama asla unutmayın ki bütün yollar eninde sonunda dağa gitmektedir. Önemli olan en kısa ve dosdoğru olan yoldan dağa gitmektir. Ama önemli olan bir diğer şey de tek yolun sizinkisi olmadığını ve diğer yoların ve o yolların yolcularının da bir şekilde dağa gitmeye çalıştıklarıdır. Dağın eteğindeyken ya da henüz dağa yönelmemişken her biriniz kendi yolunu beğenip diğer yoların yanlış olduğunu düşünebilir. Bu gayet normaldir, ama zirvede tüm yollar birleşecektir, bütün yollar tek bir noktaya gelecektir. İşte o nokta evrensel doğrunun ve evrensel gerçekliğin kaynağıdır. Orası çalılıktaki ateşin tutuştuğu yerdir, orası bütün yoların başlangıcıdır: Musanın asasını yere attığı yerdir orası; nuhun gemisinin konduğu doruktur orası; İsanın vaaz ettiği dağdır orası ve Muhammed’e oku denilen yerdir orası. İnsanlığın kaderi hep kutsal bir dağ başında şekillenmiştir; dağa çıkmak bu kadere iştirak etmektir, dağa çıkmak kendi varoluş kaynağına dönmektir ve dağa yönelmek ilahi çağrıya cevap vermektir…
DAĞA TIRMANACAĞIZ; AMA ZİRVEYE GİDEN TEK BİR YOL OLMADIĞINI ASLA UNUTMAYACAĞIZ. TEK HAKİKAT BİZİMKİ DEĞİLDİR ASLA UNUTMAYACAĞIZ. BİLECEĞİZ Kİ BİZİM DE BİR BAKIŞ AÇIMIZ VARDIR AMA BU BAKIŞ AÇISI HAKİKATİN KENDİSİ DEĞİLDİR, ONUN SADECE BELLİ BİR YERDEN BAKILARAK BELLİ BİR ZAMANDA VE BELLİ ŞARTLAR ÇERÇEVESİNDE OLUŞTURULMUŞ/ŞEKİL VERİLMİŞ/RENKLENDİRİLMİŞ ÖZEL BİR HALİDİR. SADECE DAHA ESNEK OLMAYA İHTİYACIMIZ VAR, ŞEFKATLİ OLMALI VE DOLU BAŞAKLAR MİSALİ DURMALISINIZ. UNUTMAYIN Kİ, KİBİR VE GURUR ŞİDDETTEN BAŞKA BİR ŞEY DOĞURMAZ.
Hakikat tek ve birdir. Unutmayın ki tek olan başlangıçta Tek idi ve şimdi de aynen öyledir. Değişen sadece o Tek hakikate giden yolların çoğalmış olmasıdır. Yolların yolunu kaybetmesidir belki de. Çünkü her yolun bir yolu da vardır, her yolun kıvrıldığı dağda uçurumlar vardır; düşebilecek kayalar vardır başınıza. Yolun çıkmazları vardır, yola açılmış çukurlar vardır ve yol boyunca işaret taşları da vardır. Yolcu yol azığını toplaya toplaya yola gider, aksi halde asla zirveye varamayacaktır; onun yolu çıkmaz sokaklarda son bulacaktır belki de. Yollar çoktur yolcular da çoktur ve bilinmelidir ki her yol da dağa gitmez; bazısı dağa sırtını dönmüştür adeta. Çünkü O Tek olan her bir kaynağa bir yol ve yöntem vermiştir; çünkü O Tek olan her bir ümmete dağa kıvrılan yolda bir yol ve yöntem armağan etmiştir.
İşte tarihçi bu yolların yolcusudur. Tarihçi başlangıçlara gitmeye çalışan yolcudur; başlangıçlara, yani uygarlıkların doğuşuna, kahramanların şahlanışına, halkların dalgalanmasına, azizlerin haykırışlarına; başlangıçlara; yani birliklere, huzurlu günlere, sözün tek olduğu günlere, öz yurda, vatana gitmeye çalışan kişidir tarihçi.
Tarihçi hep gurbettedir, hep sürgündür, hep yolcudur o; hiç durmaz, göçebedir o; asla yerleşik olmaz, fırtınalı dağ başlarına gitmektedir o; asla ovada kalıp ruhunu teskin etmez. Tarihçi öz yurduna vurgundur, hep ona gitmektedir, tarihçi hakiki varlığını kaybetmiş gibidir, hep onu aramaktadır; tıpkı yitiğini/hikmeti arayan kişi misalidir o.
Tarih okumak bir hikmet arayışıdır; doğruyu gerçeği bulmak ve onu anlamlandırmak sürecidir.Önemli olan bir bütün olarak yolu ve yolları/bütün uygarlıkları/medeniyetleri/yorumları/bakış açılarını anlamaktır.Geçmişe bakarken doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi kalıplar çerçevesinde değil, nereden başlamalı ve nasıl anlamalıyım sorularıyla bakmalısınız. Tarihi süreçler/kırılma noktaları/dönümler, sizin içlerinden seçki yapacağınız, onlar karşısında tavırlar geliştireceğiniz, bu iyi şu kötü, bu doğru şu yanlış diyebileceğiniz, kimini yargılayıp mahkum edeceğiniz, kimini ise aklayıp yücelteceğiniz fenomenler değildir. Tarihçi gaddar bir yargıç değildir, tarih de asla bir mahkeme salonu olamaz. Tarihi süreçler bugününüzü anlamlandırıp, geleceğinize dair vizyonlar oluşturacağınız anlamlı bütünlerdir sadece.
Tarih insanlığın hafızasıdır ve o hafızada siz de varsınız. O hafızada kendinizi de bulmalısınız, kendi içinize doğru bir yolculuğa çıkıp kendi bireysel tarihinizi insanlığın genel tarihiyle paralel okuyabilmelisiniz. Kendi anılarınız ve üstüste birikmiş jeolojik katmanlar misali yaşantılarınız insanlığın genel ve evrensel tarihinin bir minyatürüdür bilmelisiniz.
Bütün insanlık tarihi içinizde kayıtlıdır, bunun farkında mısınız? İçinizde kayıtlı olan bu tarihi çözümlemek ve ondan azade olmak zorundasınız. Şu ya da bu şekilde geçmiş –bu sizin özel geçmişiniz ya da insanlık geçmişi olabilir- sürekli olarak size fısıldar: Şunu yap bunu yapma, bu doğru şu yanlış, bu iyi şu kötü, şunu sev bunu sevme, şuna yaklaş bundan uzak dur, şu senin dostundur o ise düşmanın; şöyle şöyle yap, böyle hareket et, bu şekilde davran, şu şekilde düşün/düşünmelisin; böyle düşünmen normaldir der size her an. Siz de sanırsınız ki kendiniz düşünüyor, kendiniz karar alıyor ve kendi bağımsız kişiliğinize sahipsiniz, halbu ki düşünceleriniz başkalarının düşünceleri, duygularınız başkalarından alıntı, huylarınız birer taklit ve bir bütün olarak kişiliğiniz size giydirilen bir elbise misalidir.Baştan sona ikinci el bir kişiliksiniz farkında mısınız? Kişiliğiniz yıllar yıla yontulan ve üzerinizden hiç çıkarmadığınız bir maske gibidir; biri çıkıp bu bir maskedir, bu sahtedir, gerçek sen bu değildir dediği zaman hemen o maskeniz ve kişilik heykeliniz incinir, yara alır, darbe alır, çatlar ve kırılır.
Neden kırılırsınız anlıyor musunuz?
Toplumlar neden çöker, neden acı çeker biliyor musunuz?
Biri size aptalsınız, cahilsiniz, çirkinsiniz, kötüsünüz, aç gözlü ve sefilsiniz dediğinde; aşağılandığınızda, gerçek, yüzünüze vurulduğunda neden kırılırsınız? Neden incinir ve acı çekersiniz farkında mısınız? Çünkü hep yıkandınız, hep parlattınız kişilik heykelinizi, onu bezediniz, rengarenk ve muhteşem bir görüntü verdiniz ona ve gerçek kişiliğinizi hapsettiniz o maskenin içine. Hiç olduğunuz gibi olmadınız, çocuklar gibi saf ve temiz kalamadınız. Her geçen gün kirlendiniz ve kapkara oldu yürekleriniz; öyle ki kötülükleri sever oldunuz ama kendinizi hep o sahte iyilik maskesiyle sundunuz çevrenize.
Biri çıkıp bu maskenizi size gösterdiğinde, size hakikati tüm çıplaklığıyla söylediğinde o maskeniz incinir. İncinenlerin ve acı çekenlerin maskeleri vardır; çünkü gerçek çırılçıplaktır, çünkü gerçek acıdır, çünkü gerçek çok acıtır; çarpar maskelerinize ve yere düşürür onları. Düşürünce de siz çırılçıplak kalırsınız ortada. Saf gerçek kalırsınız; tıpkı Adem ve Havva gibi. Tek gerçek kalır ortada; tıpkı kıyamet günü misali. Hüküm gününde tüm maskeler düşer ve gerçek görünüp size acı verince de ona katlanamayıp maskelemeye çalışırsınız onu tekrar. Keşke toprak olsaydım, yokolup gitseydim dersiniz, çünkü yıllar yılı üstü örtülen, sürekli karanlıklara mahkum edilen, sürekli izole edilip parlatılan, paklanan, öyleymiş gibi gösterilen bir kişilik aniden karanlık dehlizlerden çıktımı ışığa karşı korumasız kalacaktır.
Tarihinizi okumak karanlıklardan aydınlıklara çıkmaktır. Zulmetten nura gitmektir. Gazaba uğramışların ve sapmışların yollarını görebilmek ve nimet yoluna, nimete/kurtuluşa/hakikate giden yola düşebilmektir. İşte bu yüzden de bütün denizlerin suyu bile temizlemeyecektir kalbi kötülükleri seven insanı. Çünkü o yıkanmak istemeyen çocuklar gibi olamadı hiçbir zaman; çünkü o gündelik aklın pragmatist kuyusuna atlayıp bütün varlığını tüketti ve bu şekilde kaldıkça da göklerin melekutuna asla giremeyecek. O kokuşmuş kuyudan çıkıp suyun doğduğu yere gitmen gerekiyor; Mısıra sultan olmanın tek yolu budur; kuyu senin kör benliğin ve geçmiş karanlık anılarındır. Daha ne zamana kadar karanlık bir geçmiş üzerine ağıt yakacaksınız? Kevseri tatmayana acı su bal gibi gelir bilmez misin?
Tarih okumak insanlığın binbir yüzünü tanımaktır. Her birinizin binbir yüzü var, her duruma göre taktığınız maskeleriniz vardır. Hayatınız her döneminde kendinize farklı bir maske eklediniz, her dönemeçte bir yara aldınız; yaralarınız yoktu çocukken. Belki yaramazdınız, ama o yaramazlıklarınız biraz da yaralarınızın azlığından dı. Yara aldıkça yüzünüzdeki gülümseme gitti ve sevinciniz donup kalan bir mimiğe dönüştü farkında mısınız? Yaralarınız gün be gün azdı ve siz de kapladınız onları; sakladınız birbirinizden hatalarınızı, öfkelerinizi, kinlerinizi, acılarınızı, umutlarınızı ve düş kırıklıklarınızı içine attınız o maskelerin.Günden güne günahlarınızı akıttınız maskelerin ardına, ama gün geldi gerçek beniniz binlerce maskenin ardında ulaşılmaz hale geldi; anılarınız birikti ve siz de bir dizi anı ve ilişkiler toplamı oldunuz. Kişiliğiniz ve kimliğiniz zamanın bağrında şekillenmiştir, asla kutsal ve mutlak değildir farkında mısınız? Ondaki tek kutsal yön belki de mutlak hakikate karşı olan olumlu tavırda gizlidir, geri kalan ise tamamen zamanın tortusudur.
Siz tarihin biricik unsurusunuz. Tarihi yapan, toplumu oluşturan, ona kendi gerçekliğini veren yegane şeysiniz. Öyle ya tarihi yapan insandır ve o tarihi iyi anlamak için de onu yapan insanı iyi tanımak gerekir. Bilin ki toplumların ve medeniyetlerin süreç ve tavırları, kişinin ömrü ve bu ömür boyunca geçirdiği evreler ve tavırlar misalidir. Her insanın halleri, değer verdikleri, nefretleri, umutları, uğruna çalıştıkları, korudukları ve yıktıkları bir uygarlığın tavırlarıyla paraleldir. İnsan ömrünün nasıl bir ilkbaharı varsa, uygarlığın da bir doğuşu vardır ve her insan ömrünün nasıl ki bir sonbaharı ve kışı varsa, uygarlığın da bir sonbaharı ve medeniyet kışı vardır. Kendini bilmek tarihini bilmektir yani.
Kendini bilmek, kendi hayat hikayeni anlamlandırabilmektir. Kendi ömrünün dönemeçlerini görebilmek, hayatının her aşamasına hükmeden kanunu anlamak ve bu kanunun her mevsim farklılaştığını duyumsayabilmektir. Tarihin de dönemeçleri, kırılma noktaları, mevsimleri ve kanunları vardır; yani her bir anı o an içinde değerlendirmeli ve onun özel durumunu algılamalıyız. Her dönemi kendi içinde değerlendirmeli ve asla genellemeler yapmamalıyız; genellemeler tehlikelidir. Ama genelleme olmadan da tarihte kanunlar olduğu düşüncesini işlemek mümkün değildir, çünkü her kanun bir genelleme içerir; ama önemli olan bu genellemeleri hırsız/polis anahtarı cinsinden her kapıyı açan maymuncuklara dönüştürmemektir. En temel derslerden biri budur: Her kapıyı açan sihirli bir anahtar yoktur. Marks’ın üretim araçları, Toynbe’nin çatışmaları, Carly’nin kahramanları, Şeriati’nin hak batılı ya da İbn Haldun’un asabiyeti gibi. Sahi siz hayatınızın her döneminde tek bir şey için yaşayıp aynı şeyleri sevip aynı şeylere değer verip aynı umutlar için mi yaşadınız? Hayatınızın her dönemindeki doğrularınız ve hayatı algılama şekliniz hep aynımıydı? Yoksa bunlar hayatın her döneminde hep değişti ve hala da değişiyor mu?
Tarih okumak dağa çıkarken yamaçlarda boyvermiş ormanın içinden geçmektir aynı zamanda. Her ağacın farkını görmektir, her bir yaprağın ayrı bir ahenkle salındığını duyumsamaktır; her dala konan kuşun binbir rengini görmek ve bu sonsuz çeşitlilik içinde yolunu kaybetmemektir. Yürüyüşünü durdurmamaktır asla. Bir ağaca takılıp kalmamaktır; ormanın güzelliğini ve ruhunu algılamaktır tarih okumak. Her ağacın bir uygarlık ve kültür olduğunu her kültürün dallarının, yapraklarının, çiçek ve meyvelerinin farklı farklı olduğunu bilebilmektir. Her ağacın meyvesi onun kökünden anlatılan bir öykü misalidir; işte bu öyküyü okuyabilmektir tarihçi olmak; köklere, kökenlere, başlangıçlara gidebilmektir. Her ağacın tohum olduğu, her medeniyetin yüreklerde bir kıvılcım olduğu güne dönebilmektir tarih okumak. Ama ormanın güzelliğinin de bu sonsuz çeşitliliğin muhteşem uyumunda olduğunu unutmamaktır. Her kültür kendine has güzeldir, her medeniyet kendine göre biriciktir ama hepsi de bu insanlık ormanının bağrında yetişen ağaçlar misalidir.
Ormanda bir ağaç görürseniz bilin ki o ağaç kendince evrenin merkezidir. Her uygarlık kendisini böyle görür. Zaten görmese iç dinamiklerini yitirir ve çürümeye, solmaya ve kurumaya yüz tutar. Bilmeniz gereken sizin yolunuzun tek yol olmadığı, sizin kültürünüzün biricik olmadığı, sizin medeniyetinizin evrenin merkezinde durmadığıdır. Siz, ne ormanın tümüsünüz, ne de dağa giden biricik yolsunuz. Siz de bu evrendeki sonsuz çeşitlilikte sadece bir fenomensiniz. Belli bir zamanda oluşmuş, belirli bir coğrafyanın kokusu üzerine sinmiş ve oluştuğu zamanın endişe ve korkularını yüreğinde taşıyan bir fenomensiniz. Hakikatin belli bir yorumusunuz sadece. Daha ne zamana kadar neden diğerleri böyle düşünüyor diye kendinize sorup duracaksınız? Ben neden bu şekilde düşünüyorum acaba diye sormaya ne dersiniz?
İhtiyacınız olan sadece bir yaklaşım esnekliği; bilin ki siz manzaranın tümünü asla göremezsiniz. Bu nedenle de kendi gördüğünüz parçayı diğerlerine bütünün hepsi olarak dayatmaktan ve onların rölatif görüşlerini yanlışlamaktan vazgeçmelisiniz. Sizin bireysel doğrunuzun varlığı evrensel hakikatin kuşatıcılığına engel değildir ve asla onun yokluğunu gerektirmez.
Şöyle düşünün…
Nereden bakıyorum?
Ne için bakıyorum?
Hangi niyetle bakıyorum?
Neden böyle düşünüyor ve bu şekilde görüyorum?
Hangi geçmiş etkilerden dolayı bu şekilde düşünüyorum?
Ve tarih ne işe yarar, ne söyler bize? Her tarih kurgusu bir şeyler fısıldar bize: Kendi hayallerine ortak olmaya çağırır bizi, aynı şeyleri görmemizi ister, aynı yalanlara inanmamızı, aynı ön kabullerle geçmişe ve geleceğe bakmamızı isterler. Geçmişi belli bir kalıba döküp o kalıp çerçevesinde belli bazı duyarsızlıklar edinmemizi ve bazı duyarlılıklar geliştirmemizi ister. İnsanlığın geçmişi ve hayal edilen özel geleceğine dair bir kurgudur her tarih felsefesi. Size ne olduğunuzu, nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi söylerler. Sizi bir tür determinizme mahkum ederler, baştan sona tüm insanlığa bir kader biçerler. Artık bu tarih felsefesinin tanrısı ya da tanrılarıdır size buyuran: Neyin nerede nasıl ve ne şekilde anlaşılması gerektiğini. Siz bu determine edilmiş süreçte tarihin kaçınılmaz kaderi karşısında iradesiz bir piyonsunuzdur; cüzi iradeniz varsa da bu genel kaderin içinde size biçilen role uygun davranmaktır sadece. Hegel’den Marks’a, Sarte’den Avrupa-merkezci modern tarih felsefesine kadar bütün tarih felsefeleri insanlık hakkında genel söylemler üretirler. Size bir kader verirler, kaçınılmaz bir son biçerler herbirinize; siz ise rüzgar önündeki sap ve saman gibi sanki hep belli bir yönden esen rüzgar önünde savrulup gidersiniz. Önemli olan bir tarih felsefesinin doğru söyleyip söylemediği değildir; önemli olan ne söylediği ve neden öyle söylediğidir. Sahi siz neden belli bir şekilde düşünüyorsunuz da başka bir şekilde düşünmüyorsunuz. Halbu ki yıllar yılı kendinizi merkeze koyup en mükemmel düşünüş ve düşüncelerin sizinki olduğunu sandınız; düşündükleriniz sizin düşünceleriniz mi, yoksa size tekrar etmeniz için telkin edilenler midir?
Asla unutmayın ki tarih boyunca sadece bir kaç kişi gerçekten düşünmüştür, geri kalanlar ise onların düşündüklerini tekrar etmişlerdir. Geviş getirmiş ve tekrar tekrar bu harmanı dövmüşlerdir öküzler misali. Ama aynısını bile değil, kendi özel gerçeklikleriyle yoğurarak ve kendi karakterlerinin süzgecinden geçirip ona belli bir şekil vererek. Bu durum peygamberlerin ümmetleri için de böyledir, büyük düşünürlerin tilmizleri ve kitleler halindeki takipçileri için de böyledir. Önüne set çekilen ya da kuyuya hapsedilen su artık kokuşmaya başlayacaktır.
Tarih okumaya başlamak mutluluğunu yitirmektir; hüzünle dolup taşmaktır, kaygı duymaktır ve bilmektir cehaletin bu dünyada mutluluk olduğunu. Hakikatin şekle giremeyeceğini, dile vurulamayacağını bilebilmektir tarih okumak; çünkü hakikat şekle girmez, ona bir form biçemezsiniz, onu sınırlayamazsınız.. Çünkü o sonsuzdur, çünkü şekil maddedir, maddidir, profan ve pagan olandır, şekil zahir olandır ve her şekil baştan sona putperestliktir. Sahi siz gökyüzünü avuçlayabilirmisiniz? Özgürlüğü gökyüzüne çizebilir misiniz? Çizemezsiniz tabi ki, çünkü özgürlük asla iz bırakmaz; ne gökyüzünde ne de yüreklerde. Sahi siz güneşin patentini alabilir misiniz?
Ortada bir kötülük mü var?
Evet var. Bir şeyi saptırmak ve yanlış anlaşılmasına neden olmak en büyük kötülüktür. Çünkü sapan şey artık o şey değildir; o artık başka bir şeydir.
Ortada büyük bir kötülük var!
O kötülük de bilgi krizi ve tek bir sapkın epistemolojinin tüm evrene dayatılması kötülüğüdür.
Evet ortada bir kötülük var! Ama asla unutmayın ki kötülüğe ayar getiremezsiniz. Onu ortadan kaldırmanız gerekir. Onunla yaşamayı reddetmeniz gerekir…
Devam edecek…