İkinci Harpten sonra doğmuş olup bugün altmışlı yaşlarını süren nesil, dünyada büyük değişimlere, ibretlik büyük olaylara şahit oldu. Bu nesille arkadan gelenler, hâlâ bu olayları anlamaya, bunlara mana vermeye çalışıyoruz.
Bir kere harpten sonra kapitalizmin merkez toplumları refah devletini inşa etmiş, kapitalizmin gelir ve servet adaletsizliğini törpüleyen kurumlar inşa etmiş iken, 1980li yıllarda bu toplumlar tornistan ederek liberal politikalar benimsedi. Harpten sonra çevre toplumları kendine yeten ulusal ekonomi kurma yönünde 30 yıl çabaladıktan sonra, 1980li yıllarda bu emeli tamamiyle terk ettiler.
Harpten sonra burjuvalar da, sosyalistler de kalkınmayı modernleşme ile, modernleşmeyi de laikleşme ile ilişkilendirirken, ABD, İsrail, Hindistan gibi bazı ülkelerde din toplumsal ve siyasî hayatta daha çok rol oynamaya başladı. 1979’da İran’da halk devrim yaparak modernleşmeci laik bir rejimi yıkıp yerine din adamları hâkimiyetinde bir rejim kurdu. İran İslam Cumhuriyeti neticede emekçilerin sömürüldüğü bir burjuva toplumudur; bununla birlikte dış politikada bağımsız duruşu saygı uyandırmakta, bilim ve teknolojide atılımları modernleşmeci önyargıları sarsmaktadır.
1970lerin sonunda Çin Komünist Partisi Çin’de kapitalizmi yeniden ihya etti. 1980li yılların sonlarında Sovyet Komünist Partisi SSCB’yi yıkarak Rusya’da ve Orta Asya’da kapitalizmi ihya etti. Dünyada sosyalistlerin çoğunluğu eski duruşlarını terk etti; kimi sosyal demokrat oldu, kimi anarşist oldu, kimi siyasî liberal oldu.
Yoksul ülkelerde merkez devletlerinin müdahalelerine (emperyalizme) karşı mücadelede sosyalistler geride kaldı. Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da emperyalist devletlere karşı direnişin ön saflarına Müslüman akımlar geçti. Latin Amerika’da ve Asya’da kapitalize karşı mücadelede köylü örgütleri yer yer etkili hâle geldi.
Bu hâdiseler, 1945-1980’de dünyada yaygın olan, bunu yazanın da o zamanlar benimsediği bazı kanaatleri gözden geçirmeyi gerektirmektedir.
Tarihsel tecrübenin sorgulamaya açtığı kanaatlerden biri 19. yüzyıla ait, tarihi pozitivist ilerlemeci algılayıştır. 20. yüzyıl, toplumların adalet veya adaletsizlik yönünde ilerleme kanunları olmadığını gösterdi. Bütün kusurlarına rağmen SSCB ve Mao Zedung zamanında Çin, sonradan kurulan düzenlerden bariz şekilde çok daha adildi. Bu ülkelerde emekçi halkın bütün sosyal kazanımları yok edildi. Demek ki, bir toplumda adaletin mi adaletsizliğin mi ağır bastığını sadece sınıf mücadelesi belirlemektedir. Bu mücadelenin ucu açıktır; nihayeti yoktur. Nihayetine ilişkin kehanetler birer itikattan ibarettir. Sınıf mücadelesinin sonunu, tarihin nihayetini kestirebilecek bir bilim yoktur, olamaz. Çünkü tarihin öznesi insanlardır; insanların iradesine hükmeden tarih yasası yoktur.
28 Nisan 2010 tarihinde Evrensel gazetesi “2010 Türkiye’sinde 1800’lerin koşulları” manşetli haberiyle tarihin bu gelgitine bir kanıt daha verirken, manşetin kendisi de gerçeği ifade ediyordu.
Tarihsel tecrübenin sorgulatması gereken kanaatlerden ikincisi, sosyal sınıfların oluşumuna ilişkindir. Sosyal sınıfı üretim araçları mülkiyetine göre tanımlamanın isabetsizliğini SSCB’de kapitalist ihya süreci gözlere batırırcasına gösterdi. SSCB’de bütün üretim araçları kamu mülkiyetinde iken, üretim araçlarına malik olmayan bir egemen sınıf oluştu. Üstelik bunlar Komünist Partinin üst kademelerdeki yöneticileriydi. Bu sınıf SSCB’yi yıktı. Aslında, üretim araçlarının kamulaştırılmış olduğu toplumlarda sınıfların olabileceğini, sınıf mücadelesinin süreceğini Mao 1960lı yıllarda söylemişti. Ölümünden sonra Çin’in ve SSCB’nin akıbeti onu haklı çıkardı. Demek ki adil sınıfsız toplum inşasında, üretim araçlarının kamulaştırılması sınıfların tasfiyesi için şarttır; ama yeter değildir.
Kanımca, 20. yüzyılda tarihsel tecrübe, dinin toplum hayatındaki yerine ilişkin modernleşmeci kanaati de sorgulamayı gerekli hâle getirdi. 1980li yıllardan sonra, dünyada adaletsizliğin, sömürü ve zulmün artıp yayıldığı dünyamızda gerek İslam ülkelerinde, gerek diğer coğrafyalarda egemenlerin dini hâkimiyetlerini perçinlemek için kullanmaya çalıştığını görüyoruz. Buna mukabil her yerde mümin emekçilerin adalet mücadelesinde yer aldığını, mücadelede dinî inançlarından ilham, kuvvet aldığını da görüyoruz. Dünyada kapitalizmin zulmüne karşı mücadede ortaya çıkan safları görenler, aydınlanmacı fikirleri yeniden değerlendirmek durumundadır.
Bu sorunlara kafa yoranlar var. Ama daha çok tartışmak gerekmektedir; çünkü hepimizde geçmişten kalan yargılar sürmektedir. Bu da toplumsal gerçekliğe dayanmayan hizipleşmelere yol açmakta, adalet mücadelesini kösteklemektedir. Sorgulanacak eski görüşler, 20. yüzyıl başlarında devrimcilerin tarihsel malumattan, tarihsel tecrübeden çıkardıkları derslere dayanmakta idi. Oysa ki 2010 yılında elimizde değerlendirebileceğimiz, eski çağlara ve kapitalizm çağına dair çok daha fazla tarih malumatı, ve ilâve yüz yıllık kapitalizm ve 70 yıllık sosyalizm tecrübesi var.
Kapitalist dünya sisteminin iktisadî buhranla sarsıldığı günlerdeyiz. Kapitalizme karşı mücadele edenler yeni, gerçekçi bir toplumsal siyasal projede birleşemez ise, bir fırsat daha kaçacaktır.
Elbette ki burada kısaca değindiğim konuları çok daha uzun tartmak, tartışmak gerekir. Bu konuları ve başka sorunları tartışmak, daha iyi anlamak, başkalarının yazdıklarını okuyup irşad olmak ümidiyle adilmedya sitesinin kurulmasını sevinçle selamlıyorum; adilmedya sitesini kuran arkadaşlara teşekkür ederim. 1 Mayıs emekçi mücadele ve dayanışma günü adalet, eşitlik ve dayanışma mücadelesinde azmimizin artmasını, birliğimizin güçlenmesini dilerim.