Selcen Ergun’un ilk uzun metrajlı filmi “Kar ve Ayı” festival gösterimlerinin ardından yarın vizyona giriyor. Ergun, Merve Dizdar’ın başrolünü üstlendiği filmi, “Karanlık ve atmosferik, neredeyse zamansız ve mekânsız bir masal” olarak tanımladı.
Emrah KOLUKISA
Selcen Ergun’un ilk uzun metrajlı filmi “Kar ve Ayı” festival gösterimlerinin ardından vizyona girdi. Merve Dizdar’ın başrolünü üstlendiği filmin serüvenini Selcen Ergun ile konuştuk.
Dünya prömiyerini geçen yıl bu zamanlra Toronto’da yapan “Kar ve Ayı” genç bir sağlık çalışanının karlar altındaki bir kasabaya tayin oluşuyla başlıyor. Sert kış koşullarının yanı sıra bir ayının da kasabada yarattığı gerilim duygusu kısa sürede Aslı’yı da ele geçiriyor ve film hızla psikolojik gerilim türünün sularında ilerlemeye başlıyor. Kasabadaki erk ilişkilerinin oluştuduğu dinamiklerden rahatsız olan ve kendisine dayatılan rolleri reddeden Aslı’nın hikayesi etkileyici bir filme dönüşüyor Selcen Ergun’un bu ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesinde. Haliyle filmin çıkış noktasını konuşarak başlıyoruz sohbetimize.
Kar ve Ayı’ festival gösterimlerinin ardından nihayet vizyona girdi. Senaryosu da (Yeşim Aslan ile birlikte) size ait filmin, oradan başlayalım isterseniz, neydi filmin çıkış noktası sizin için?
Evet, filmin dünya prömiyerini geçen eylül ayında Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yaptık. Ardından Antalya Film Festivali ile devam eden ve Palm Springs, San Francisco, Hamburg, Sydney, Brüksel, Şanghay, Kuala Lumpur gibi bambaşka şehirlerde seyirci ile buluştuğumuz uzun ve keyifli bir festival yolculuğu oldu. Türkiye’de vizyona girerken de bu yolculuk hala devam ediyor. Filmin ilk tohumlarının atılması ise 2017 yılına dayanıyor. Kar ve Ayı’yı karanlık ve atmosferik bir masal olarak tanımlamayı seviyorum. Neredeyse zamansız ve mekânsız bu masalda, kışın bir türlü bitmek bilmediği hayali bir kasabada, benim, Yeşim’in ve farklı coğrafyalardan birçok kadının günlük hayatındaki basit ilişkilerde bile çevresini saran erk ilişkileri dengesi ve her zaman görünür olmasa da sık sık varlığını hatırlatan bir güvende olmama hissi hikayenin çıkış noktası. Akşam bir sokakta yalnız yürürken elinde tuttuğu anahtarın hayali korumasından güç almaya çalışan ya da mesleğindeki uzmanlığını erkek bir meslektaşına kıyasla tekrar tekrar ispat etmesi gereken her kadının deneyimini dışarıyla bağları kesilmiş masalsı bir kasaba üzerinden anlatmak her şeyi daha elle tutulur kıldı bizim için. Bu mikrokosmosda, iç içe geçmiş ilişkiler, erk kavgaları kadar umut ve cesaret de daha görünür oluyor. Bu çıkış noktası ile aynı toplumsal temelden beslenen ve beraber ilerleyen diğer tematik kaynak ise üzerine sıkça düşündüğüm, insan olarak doğaya ve onun tüm canlılarına karşı kendimizi nasıl üstün konumlandırdığımız, kendimizi dünyanın merkezinde kabul edip tüm canlılara zaman zaman hak gördüğümüz muamele.
‘Kar ve Ayı’ benim aklımda hep ‘siyah ve beyaz’ zıtlığını da getiriyor nedense, siz bunu net bir şekilde reddettiğiniz halde… Siz bu metaforu nasıl yorumladınız filmde? Kar ve ayı nelere tekabül ediyor hikayenin içinde, dahası memleketin içinde?
İyilik ve kötülük arasında net sınırlara, hayatta olduğu gibi sinemada da ‘siyah ve beyaz’ keskinliğinde bir zıtlığa inanmıyorum evet. Benim için ayı insanların korkusunun yarattığı hayali bir düşman. Onun etrafında yaratılan efsane ve endişe kendisinden daha büyük. Tüm kasabalıyı bir araya getiren bu yaratılmış düşmanın bu yüzden günah keçisi olması da bir o kadar kolay. Bitmek bilmeyen kış, ayı, Aslı yan yana ve aynı dünyaya ait. Kötülüğün sınırında dolaşan, belki daha az empati kurduğumuz diğer karakterler de aynı dünyaya aitler. Film tam da bu bahsettiğiniz ‘siyah ve beyaz’, ‘iyi ve kötü’ zıtlığının inandığımız ya da inanmak istediğimiz netlikte olmadığı üzerine de. İnsan uzaktan çok güzel ahkam kesiyor ama kendisi sınırda bir durum ile burun buruna gelmeden de nasıl davranacağını bilmiyor bence. Bu hayatta da böyle. Bu yüzden yazdığım karakterler için de aynı şeyler geçerli. Belki en az yakınlık hissedeceğimiz Hasan karakterini bile dinlerseniz derdi ne, niye böyle bir adam olup çıktı anlatması için filmde açtığım bir alan var.
Bir kadın hikayesi diyebilir miyiz ‘Kar ve Ayı’ için? Öyleyse eğer nasıl bir hikaye? Ne söylüyor kadınlara, kadınlığa, Türkiye’deki kadının dertlerine dair?
Genç bir kadının bilmediği bir dünyayla yüzleşme, kendi güçlü ve zayıf taraflarıyla hesaplaşma hikayesi diyebiliriz. Aynı zamanda bitmek bilmeyen insan-doğa mücadelesinin ve her şeyi erkeklik meselesi haline getiren bazı adamların da hikayesi. Farklı coğrafyalarda, farklı ölçeklerde de olsa pek çok insanın yaşadığı duygulardan besleniyor. Ama tabii ki bu senaryo benim, Yeşim’in ve çevremizdeki birçok kadının hikayelerinden şekillendiği için ana karakteri de bir kadın ve onun deneyimini anlatıyor. Bu duyguları sadece kadınların yaşadığını da söylemiyorum. Bu genç kadın, koşulların onu taşıdığı psikoloji içinde ne yapardı sorusunu samimiyetle sorup, hatalarıyla, insani zaaflarıyla, endişeleri ve cesareti ile gerçekçi bir karakter yaratmayı amaçladık. Kasabayı metaforik küçük bir evren olarak tanımlayıp, dünyanın pek çok köşesinde, paralel evrenlerde yaşanan benzer hikayelerin, kadın deneyiminin, insan deneyiminin peşine düştük aslında.
Bir yandan da bir suç hikayesi… Buradan bakınca Aslı’nın Samet’e karşı sertleşen tavrını nasıl anlamlandırmak gerek? Suçluluk hissi, vicdan, toplumsal baskı gibi unsurlar ne derece etkili Aslı karakterinin davranışlarında?
Kar ve Ayı’da bazen gerilim bazense küçük kasaba polisiye ve suç türünün sınırlarında gezinirken bu türlerin kuralları ile kısıtlı kalmadan, kendine özgü bir sinema dili denemeye niyetlendim. Hikayesini, gerilimi ve merakı koruyarak ama sakinlikle anlatan, izledikçe bunların yanında alt anlam katmanları açığa çıkan, karakter ile birlikte seyircinin de durumlar ile ilgili düşünmesine alan açan bir film yapmaya çalıştım. Buradan bakarsak Aslı’nın Samet’e karşı giderek sertleşen tavrında şaşılacak bir şey yok. Aslı’nın iç dünyasındaki çatışma ve psikolojisinden önce Samet’in somut eylemlerine bakarsak bu gerilimin nedeni daha kolay görünür olur. Samet, belki benim hayvana, doğaya, insana dair düşüncelerimin sözcüsü olduğu için ona karşı şefkatli davransam da, yaptığı şey iyi niyetli olsa da bir sınır ihlali. Aslı da bunu çok net bir şekilde söylüyor o kırılma sahnesinde. Ona karşı tavrı da bu noktadan sonra dönüşüyor. Ve normalleştirdiğimiz bu sınır ihlali, Aslı’yı mesleki pozisyonuna rağmen otorite olarak görmeyi reddeden Hasan’ın ya da Aslı’nın fikrini sormadan bağlantılar kurdurup tayinini kendi yanlarına aldırmaya çalışan babasının tavrıyla aynı toplumsal kaynaktan besleniyor. Bu vesile ile bunu konuşmaya alan açılması da beni mutlu ediyor. Bir söyleşide ‘Aman canım Samet de ne yaptı işte, yardım etmeye çalıştı’ yorumuna benden önce cevap yine seyirci içinden, çok genç bir kadın arkadaştan ve kendisinin deneyimlerinden geldi.
Filmdeki dramatik kurgudan hareketle sormak istiyorum: Doğa, insan, toplum üçgeninde ağırlık noktanız nerede?
Tam da tespit ettiğiniz bu üçgenin merkezinde. O yüzden bu merkezi olabildiğince koruyabilmek için, doğanın – kışı, karı ve tüm canlıları ile – filmin diğer karakterleri gibi karakter olduğu bir dünya nasıl yaratırız üzerine hem senaryo aşamasında, sonrasında da görsel dünyayı ve ses evrenini kurarken sıkça düşündük. Film boyunca değişen, dönüşen, bazen sakinlikle karaktere eşlik eden bazen de hiddetlenip sertleşen bir kış senaryoda dahi karakterlerden biri gibi anlatılıyordu mesela.
Merve Dizdar ilk tercihiniz miydi, nasıl bir casting süreciydi?
Merve, senaryo aşamasında zihnimde canlanan birkaç oyuncudan biriydi. ‘Yutmak’ oyununu izlemiştim o dönem ve karakteri çok güçlü bulmuştum. İlk görüştüğümüz andan itibaren enerjilerimiz, oyunculuk anlayışımız, film üretme heyecanımız örtüştü. O da senaryo ile ilgili heyecanını ilk okuduğu andan itibaren dile getirdi. Merve çok çalışkan bir oyuncu. Çekim sırasında tüm zihni, kalbiyle, ruhuyla orada olmayı başarıyor. Sadece Merve değil bu filmde beraber çalıştığımız diğer yetenekli oyuncuların hepsi kendi sahnelerini güçlendiren, nüanslı, ve birbiriyle denge içinde var olan oyunculuklar çıkardılar. Bu yola beraber çıktığımız için çok mutlu olduğumu söylemeliyim.
Kadın bir yönetmen olarak sektörde yerinizi bulmakta zorlandınız mı? Hatta şunu da ekleyelim; hala zorlandığınız anlar oluyor mu?
Bu ilk uzun metrajlı filmim olsa da 2010 yılından beri farklı alanlarda yönetmenlik yapıyorum. Bu süreç zarfında tabii ki durumun iyiye gittiğini gözlemliyorum. Ama daha alınacak çok yol var ve fırsat eşitliği için çok daha fazla çaba gerekiyor. Yönetmenlik alanındaki deneyimin de birçok mesleki alandaki kadın deneyiminden farklı olmadığını düşünüyorum. Son birkaç yıldır dünyanın her yerinde yetenekli kadın yönetmenlerin artık kendilerine biraz da olsa alan bulabildiğini, derinlikli kadın karakterlere odaklanan filmlere de yer verildiğini görüyoruz. Bunun, geçmişte var olan finansman dengesizliğinin üstesinden gelmek için adımlar atılması ile de ilgisi var. Bunu bir eğilim olarak değil, uzun zamandır var olan garip bir dengesizliğin ortadan kaldırılmasına yönelik ilk küçük adımlar olarak görüyorum. Kişisel olarak hayatımın bu döneminde, bildiğim, hissettiğim, içinde var olduğum, içinde savaştığım ve en çok bildiğim şey olduğu için bu kadın karakterin hikâyesini anlatmayı seçtim. Ama yönetmen kelimesinin önüne ‘kadın’ ya da ‘erkek’ eklemeye ihtiyaç duymadığımız, erkek ya da kadın karakterlerden değil, sadece güçlü karakter hikayelerinden bahsedeceğimiz zamanları da sabırsızlıkla bekliyorum.
Yurt dışındaki festivallerde izleyicinin tepkileri nasıl oldu? Sizi şaşırtan bir şey yaşadınız mı?
Yönetmenlik yaparken en çok yaşam enerjisi ile dolduğum anlardan ilki sette oyuncular ve tüm ekip ile zihnimdeki filmi yeniden keşfetme süreci. İkincisi ise sinemada filmin gösterimi sona erip ışıklar açıldığında seyirci ile göz göze geldiğiniz o an. Birçok ulusal ve uluslararası ödül aldık ve tabii ki bu ödüller çok değerli. Ama benim için en heyecan verici olan ödül törenleri değil de yeni tanıştığınız bir ülkede seyirci ile buluşmak oldu. Geriye dönüp bakınca hep onları hatırlıyorum farklı ülkelerdeki gösterimler ile ilgili. Film üzerine konuşmak, bazen hiç aklımda olmayan yorumlara hak vermek, bazen de bir seyircinin filmin derdini, karakterin duygusunu bende bile daha iyi ifade etmesi sürprizlerle dolu tabii ki.
Birçok film salonlarda vizyona çıkmaktansa dijitalde izleyiciyle buluşmayı tercih ediyor. Sizin vizyon tercihinizin özel bir sebebi var mı?
Bu daha çok pandemi döneminde, tekrar büyük perdede hep beraber bir araya gelip filmler izleyebilecek miyizi bile sorguladığımız o belirsiz zamanlarda başlayan bir eğilim. Ama ateş başında bir araya gelip hikaye anlatma deneyimine kadar uzanan, bir süre için karanlıkta oturup bir hikayeyi beraber deneyimleme, o duyguların senkron hale geldiği büyülü anı yaşamaya adım adım geri dönüyoruz bence. Kar ve Ayı özelinde ise görüntüsü ve sesi ile atmosferik bir film olduğu, anlam katmanlarını deneyimlemeye büyük perdede, güçlü ve insanı saran bir ses sistemi ile izlemenin daha fazla katkısı olacağını düşündüğüm için vizyon öncelikliydi. Ama örneğin HBO Europe filmin Avrupa haklarını erken bir dönemde almak istedi ve Avrupa’da vizyonun ardından HBO Europe’ta yer alacak film. Türkiye’de dijital için görüşmelerimiz de devam ediyor.
Filminizin Uluslararası Oscar’a aday gösterilmesi gibi bir durum ilginizi çeker mi?
Bu soruya samimiyetle hayır diyecek bir yönetmen olduğunu sanmam. 🙂 Dünya prömiyerini yaptığımız Toronto Film Festivali uluslararası sektörde özellikle Amerikan filmleri için Oscar adaylığının habercisi olarak görülür. Avrupa’dan Oscar potansiyeli olan filmler de Akademi’nin gözü Toronto’da olduğu için orada olmaya çalışır, yeni yönetmenlere ve filmlere de görünür olma şansı tanır bu festival. Mesela Toronto’da Kar ve Ayı’yı izleyen bir seçiciden Golden Globe’a başvurmamız için davet geldi o dönem.Tabii bu davet ve başvuru aşamasının sonrasının gelmesi için tahmin edebileceğiniz gibi tanıtımın ve uluslararası sektörel gücün önem kazandığı bir süreç olduğunu biliyorduk. Uluslararası Oscar aday adaylığı için ise o dönem vizyona giren diğer filmler, sektörel eğilimler, zamanın ruhu, seçici kurulun ilgilisi gibi sonsuz değişken var.
Oscar demişken, malum Hollywood’da büyük bir grev yaşanıyor. Benzer sorunlar (ve belki de çok daha fazlası, siz daha iyi analiz edersiniz elbette) Türkiye’de de yok mu, sizce bizim sektörde de bir grev yaşanır mı, yaşanmalı mı?
Türkiye’de maalesef henüz senaristler ve yönetmenler değil ama teknik ekipler son yıllarda çok daha örgütlü olarak taleplerini dile getiriyor ve bu sayede hepimizin çalışma koşullarını geliştiren adımlar da atıldı. Ama iyileştirilecek daha çok fazla şey var ve Hollywood’daki grevin etkileri şimdiden başka ülkelerde de konuşulmaya başladı.
Sırada ne var peki? Yeni filminizde de yine kırsalda mı kalacaksınız, yoksa kente odaklanma gibi bir niyetiniz var mı?
Yeni bir filme başlarken, özellikle bağımsız bir filmde o an içinde olduğum duygu, sorguladığım, üzerine kafa yorduğum fikirler, durumlar, karakter bir hikayede bir araya geliyor ve sonra kendi mekanını buluyor. Kar ve Ayı’yı karanlık bir masal olarak görüyorum demiştim ve bu hikaye özelinde dışarısı ile bağları giderek kesilen, dış dünyadan kopan, ama doğa ile ve onun beklenmedik yüzü ile yakın ilişki içinde olan, ana karakterin sonsuz açıklık içinde kendini sıkışmış hissedebileceği bir filmik mekan gerekiyordu. Her şeyin içine en basit hali ile sığacağı ve ilişkilerin daha görünür olacağı bir mikrokosmos. Bunu bir şehirde yakalamak güç ama aynı hikayeyi Mars’a giden bir bilim insanı üzerinden anlatabilirim size mesela. Bu cümleyi başlığa taşımayacağınızı umarak söylüyorum 🙂 Kar ve Ayı kasabada geçiyor evet ama derdi kasaba ve kasaba insanı ile değil. Aslı’nı deneyimi, benim ve çevremde her yaştan, dünya üzerinde farklı coğrafyadan birçok kadının deneyimleri. Film sektöründeki ya da beyaz yakalı çalışanların olduğu bir şirketteki karakterlerin, erk ilişkilerinin, ataerkil önyargıların Akçeken’den farklı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Şu sıralar üzerine çalıştığım, kendi mekanını bulacak, Kar ve Ayı’dan da önce aklıma düşen bir senaryo var. Yine masalsı bir dünyası olan sert bir büyüme hikayesi bu sefer. Bir de yönetmen bir arkadaşım ile beraber yazdığımız, çok sevdiğim suç, polisiye ve gerilim türünün tam merkezinde ama komedisi de eksik olmayan bir mini seri var heyecanla hayat bulmasını beklediğim.