Modernleşme fenomeni Batılı ve Batılı olmayan toplumlarda farklı anlamlar taşır. Batılı toplumların geleneksel yapılarından sıyrılıp moderniteye doğru yol alışları tedrici olarak ve kendi iç dinamiklerinin etkisiyle gerçekleşti. Öte yandan, Batılı olmayan toplumlarda modernleşmenin daha çok dış dinamiklerin tazyiki ile, yukarından aşağı dayatılan bir “muasır medeniyet” ideali olduğu, her şeyden evvel kendi tarihimizden malûmumuzdur. Başka bir deyişle, modernleşme Batı için içsel, kendi bünyesinden çıkan, yani batılı; Doğu için ise dışsal ve yabancı bir olgudur. O yüzden, her kim ki moderniteden, modernizmden bahsediyorsa, aslında Batı’nın ve kapitalizmin hikayesini anlatıyordur. Kapitalizmin kendini inşası sürecinde, ekonomik, kültürel, siyasal, teknolojik ve bilimsel veçheleriyle bir anlam ve değerler bütünü olarak modernite, kapitalizmin, toplumun hücrelerine sirayet eden ruhu olmuştur. Modernite, onun yarattığı dünyanın düşün formları, alışkanlıkları ve davranış kalıplarıdır. Bu bütünlüğü (kapitalizm-modernite) özellikle vurguluyoruz. Zira, birbirlerinden koparılarak ele alınmalarının son derece sağlıksız sonuçları ( ileride göstereceğiz) vardır. Teferruatı bu yazının ölçeğini aşacak olan modernite sorunsalının bizi ilgilendiren kısmı ise kendi tarihimizde onu bir travma olarak yaşamamız. III.Selim’den Kemalist Cumhuriyete doğru şiddeti katlanarak artan modernleşme süreci, esasen bir “modernleştirme” süreci olarak kendini baskı ve terör yöntemleriyle ifade etmiştir. Devlet bu topraklarda “modernleştirici” olarak modernliğin yöneticisi ve yaratıcısı vazifesini görmüştür. Başka bir deyişle söylersek, devlet kadroları politik hedeflerle toplumsal doğanın kendiliğinden seyrine cebren müdahale etmiş, toplum mühendisliğine soyunmuştur. Bülent Somay bu travmatik süreci şöyle betimliyor:
“ Şarkın sonu kapitalizme var(a)mayan üretim ve yaşam tarzları, hızla gelişen kapitalizmle aynı dünya içine çekilerek tahrip edilince, o güne kadar kurulmuş olan öznelliğin varoluş biçimleri de dengelerini yitirir. Osmanlı impatorluğunun görkemi, büyük ailenin koruyuculuğu, yerel halk müziğinin içtenliği, halk oyunlarındaki cemaat ruhu, artık kendisine geri dönülemeyecek olan bir altın çağa duyulan arzunun nesnelerinden ibaret kalır. Baba, iktidar, özenilecek olan, bizi içerebilecek olan tek varlık, kapitalist Garp’tır artık. “1
Bu süreç, (yukarıda bahsettiğimiz gibi) Kemalist Cumhuriyet ile başlamadı. Gelgelelim Kemalizm, Batı’ya entegrasyonun topraklarımızdaki en pervasız sembolü olarak, İslami izlerle dolu eski değerler kümesine karşı gaddarca bir saldırı başlattığı için, Türkiye’li müslümanlar nezdinde zulmün diğer adı olmuştur. Batı’ya entegrasyonun harareti ile hızını alamayan kemalist kadrolar, son derece kibirli bir şekilde, İslami kurum ve yapıları ve İslamı çağrıştıran sembolleri, gericiliğin simgeleri olarak aşağılayıp tasfiye etmeye, ya da en azından absorbe etmeye çalıştılar. Cumhuriyetin ilk 10-20 yılı bu yoğun çaba ile yüklüdür.
Peki bu anti-islami girişimler hangi bütünün parçasıydı?
Deislamizasyon ve Kapitalistleşme
Kemalizmin, islamcıları ( beni de ) adeta gıcık eden bu otoriter aydınlanmacı tavrı, buz dağının suyun üstünde kalan kısmıdır. Politik demagojilere teşne islamcılar kafalarını suyun altına sokma zahmetini göstermemektir. Kemalizmin, “modernleştirici” güç olarak Batı’dan buraya ithal ettiği sadece onun kültürel-düşünsel formları olmamıştır. Bu entegrasyonun esas motor gücü coğrafyamızın kapitalist sisteme eklemlenişi; yani onun üretim biçimi ve tüketim ilişkilerinin ikame edilişidir. Kemalist rejim bir yandan kendince gericilik, ilkellik olarak mimlediği dinsellik ile mücadele ederken, öte yandan da sanayileşiyor, ticari anlaşmalar yapıyor, Batı-Sovyetler gerilimini kendi topraklarına kaynak aktarıcı bir fırsat olarak kullanıyordu. Geç kapitalistleşen bir ülke olarak Türkiye’nin kemalist kadroları, Batı’yı yetişilip binilmesi gereken bir tren, kendi geleceğinin onda varlık kazandığı bir ben ideali olarak görüyordu. Batı ise bizi kendi dünyası içine onun yaşam tarzı ve zenginliğini paylaşalım diye değil, sömürüsünün nesneleri, ticari pazarları olalım diye davet etmekteydi. Bu hikayeye bütünsel olarak baktığımızda görürüz ki, deislamizasyon, Türkiye’nin kapitalistleşmesinin esası değil, seremonisidir. Onun ritüel dışavurumudur. Batı’nın kendi tarihinde, kapitalizmin gelişimine eşlik eden güçlü bir aydınlanmacı ve din karşıtı gelenek vardır. Bu geleneğin Batı tarihi içindeki fonksiyonu ( kabaca söylersek) üretici güçleri, kilisenin hegemonyasının kısıtlayıcılığından kurtarmış olmasıdır. Tarihi ve toplumu tahlil etmekten aciz kemalist kadroların Batı’yı bu manada kopyala-yapıştır yapması ise bizim talihsizliğimiz olmuştur bir bakıma. Bugün ise kapitalizm kanseri bütün yeryüzüne sirayet etmiş, küresel bir sistem haline gelmiştir. Türkiye sathında yaşanan siyasi hesaplaşma, kemalist kurucu ideolojiyi ait olduğu yere ağır ve emin adımlarla göndermektedir. AKP’li bakanların da ifade ettiği gibi, “devlette süreklilik esastır.” Kemalizm, coğrafyamızı kapitalist sisteme entegre eden jakoben unsur olarak görevini ifa etmiş, miadını doldurmuştur. Ona sadakatle bağlı geleneksel kadrolarının direncine rağmen, tarihin akışı bu yöndedir.
İslamcıların Denklemdeki Yeri
Bir kısım İslamcı abilerimiz, AKP iktidarının da rüzgarını arkalarına alarak anti-kemalizmin dozajını büyük bir şehvetle yükseltmiş vaziyetteler. Kendileri kadar bu söylemi kullanmayanlara ise oldukça ölçüsüz yaklaşıyorlar. Konu ne vakit kapitalizme, sömürüye, mala mülke gelse, adeta obsesif bir şekilde sürekli aynı frekansta karşılık veriyorlar : “Hani anti-kemalizm?”. Öncelikleri doğru belirlemek gerektiğini düşünüyorum.
Bu muhteremlere, 90’larda yoğun bir anti-kapitalist söylem geliştirmişken, şimdi niye AKP iktidarından beridir dillerinin lâl olduğunu sormak gerekiyor. Kemalist rejim ülkemizi sisteme entegre etmiş, vazifesini görmüş, değişen dünyanın yarattığı iklim varlık koşullarını ortadan kaldırdığı için tasfiye edilmektedir. Devletin rasyonal aklı bu sürece adapte olmuştur. Artık devletin ana gövdesini kemalist kadrolar temsil etmemektedir. Ergenekon, balyoz operasyonları ile hapishanelere tıkılanlar eski rejimin anakronik kalıntılarıdır. Bunca değişim arasında değişmeyen tek bir şey kalıyor: Ülkemizin hâlâ küresel sisteme göbekten bağlı olduğu, aynı üretim-tüketim tarzının parçası olduğu. Hal böyleyken, kemalizmin kamusal alandaki ve devlet içindeki sembolleriyle kavga üzerine kurulu bir siyaset, önceliğini yanlış belirlemiştir. Dün anti-kapitalizmde mangalda kül bırakmayan muhteremlerin bugün müslümanların bağrından çıkan anti-kapitalist söylemi komünistlik olarak etiketlerken yaptıkları anti kemalizm, yel değirmenleriyle dövüşmekten farksızdır. Önceliklerini yanlış belirleyenler, ferasetlerini yitirmiş durumdadır. Şunu bilmeleri gerekiyor: bu küresel tuğyanın (kapitalizm) bir parçası olmaya devam ettiği müddetçe, ülkelerdeki rejimlerin islami mi, yoksa laik mi olduğu ikincil bir meseledir. Bu öncelik sırasını doğru kuramayanlar bizi kendi demagoji düzeylerine hapsetmeye çalışıyor. Onların şahsında, İslam’dan ayrı olarak islamcılık, yaşamdan kopuk, soğuk bir ideoloji haline gelmiş. Bu muhteremler kafalarını “yüksek politika”ya gömmüş, nasıl olur da güç dengelerine etki eder, rejimi biraz daha islamileştiririz diye çırpınıyorlar. Bu son derece derin bir yabancılaşma halidir. Haliyle bu yabancılaşmayı yaşayanlar, sokaktan gelen, açlıktan, yoksulluktan, sömürüden bahseden bir çığlık duyduklarında rahatsız olmakta, konforları bozulmaktadır. İşte o vakit, dernek odalarındaki ehemmiyetli işlerini terk edip, bu çığlığı boğmak için klavye başına geçmektedirler. Tavsiyem, islam davasının bu çağdaki temsilcileri olmak iddiasında olanların, o davanın açlık ve yoksulluğu merkezine alarak başladığını hatırlamalarıdır. Çünkü, İmam Ali’nin de dediği gibi: “ Aç insanın dini yoktur. “
1) Somay, Bülent. Çokbilmiş Özne, s: 55, Metis Yayınları