Emine Arslaner hanım; benim yenice sonlandırdığım Twitter maceramın, ilk günlerinde tanıştığım, ilk gözağrılarımdandır. Kalemine, fikirlerine ve duruşuna saygı duyduğum, tanıdıkça daha çok sevdiğim, dünya görüşünü ‘şudur’ diye kesin ve keskin çizgilerle sınırlayamayacağım kadar kendine özgün, renkli bir kişilik.
Öncelikle, kendi dilinden kendisini nasıl tanıtmış, isterseniz onu okuyalım:
Cemil Meriç şakirdi bir Islamic Relief elemanı. Muhacir, müslüman, muhalif… Reha Melih ve Rabia Hanna isimli iki pamuk cücenin deli prensesi, eee yani annesi…. Almanya’da yaşadığı sanılır ama aslında Onuncu Köyün müzmin sakinlerindendir. Az çalışır, çok yazar.
***
Emine hanım merhaba. Öncelikle beni kırmayıp, aramızda ülkeler olan mesafeye rağmen, online röportaj isteğime olumlu yanıt verdiğiniz için çok teşekkürler. Sitenizde kendinizden çok kısa ve öz bahsetmişsiniz. İstiyorum ki; sizi daha çok insan tanısın ve okusun. Bu konuda birazcık katkım olabilirse ne mutlu bana. Bize kendinizden, hayatınızdan bahsedebilir misiniz lütfen, kimdir Emine Karahocagil Arslaner?
Kendimden bahsedecek düzeye gelmediğimi düşündüğüm için detaylı bilgi vermedim sitemde ama bu soruyu soran kişi sen olunca sevgili Yüksek Ökçe, cevapsız kalmak da mümkün olmayacak. Amasya doğumluyum… İl müftüsü olan muhterem pederim ömrünün büyük bir miktarını memleketin ucra kuytularında, köşesinde bucağında devlet-i alimize hizmet için savurup dururken, yanında bizi de sürüklediği içindir ki; ilk, orta ve lise tahsillerime Erzurum, Rize, Ankara`da devam ettim. Ailenin postu Elazığ’a serdiği sıralarda doğduğum şehre döndüm ve Amasya lisesinden mezun oldum.
Ancak bu ayrılık uzun sürmedi ve üniversiteyi kazandığım sıralarda babam din hizmetleri ateşesi olarak Almanya’nın Nürnberg eyaletine atandı. Türkiye’de başörtüsü yasağı kısa süreli kesintilerle devam ediyor, istikrarlı bir politika izlenemiyordu. Yeniden çocuk oldum ve annemin, babamın elinden tutarak Avrupa’ya açıldım. Kendimi Almanya`da, Erlangen Üniversitesinde İktisat okurken buldum. Niye İktisat okuduğumu hiçbir zaman anlamadım. Ama okudum. O sıralarda evlendim. İktisadi ilimlere karşı duyduğum yetersiz ilgi nedeniyle başka mecralara sürüklendim. Bir iki semestir sosyoloji okudum ama onu da yarım bıraktım. Sonra geniş ihatalı, iyi niyetli bir maceracı olayım bari dedim. Cemil Meriç sitesini kurdum. Çeşitli mecralarda yazılar yazmaya başladım. Bir grup gazeteci arkadaş dunyabulteni.net sitesini kurmuştu. İlk ciddi ve düzenli gazetecilik çalışmalarıma bu sitede başladım. Sitenin Almanca sayfasını yönettim. Daha sonra Timeturk.com sitesinde bu çalışmalara devam ettim. Maddi sorunlardan dolayı çalışmalar yürümedi ve atıl kaldı. Haber10 sitesinde ve Özgün Duruş gazetesinde yazılar yazdım. Şimdi habertaraf.com sitesinde yazmaya devam ediyorum. Yazmaya hiç ara vermedim ama çok da hırslı değilim bu konuda. Bir derdim olduğu için yazıyorum. Öldükten sonra anlaşılanlardan olamasam da, ardından dualarla anılanlardan olabilmek tek umudum.
Olurum inşallah :)….
-Genel olarak, sıradan bir gününüz, sabahtan akşama kadar nasıl geçer?
İki civcivim var. Sabah onları hazırlayıp okullarına bırakıyorum. Eşimin iş yerinde bana ayrılmış bir ofis odası var. Sabahtan öğleye kadar çalıştığım yardım teşkilatı için yaptığım çeviri ve redaksiyon işlerini tamamlamaya gayret ediyorum. Öğleden sonra okumalar yapar, üzerinde çalıştığım kitabım için malzeme toplar, gazetelere bakarım ve yeni yazımla ilgili kafamda bir taslak oluşturmaya çalışırım. Akşam çocukları alır, eve gelirim. Yemekten sonra çocukların ödevleriyle ilgileniyorum. Onlar yattıktan sonra evdeki çalışma odama çekilir, internette dolanır ve yazımı yazarım. Yazılarımı genellikle gece yazarım.
-Türkiye’den Almanya’ya gidenler; orada bir Türkiye microcosmosu oluşturmuşlar diye tahmin ediyorum. Bize Türkiye diasporasının, buradakinden farklı olan iç çelişkilerini ya da takdir ettiğiniz yönlerini biraz anlatabilir misiniz? Ekonomik koşullarınız eşdeğer olmak kaydıyla, Türkiye’de yaşamak ve çocuklarınızın burada yetişmesini ister miydiniz?
Aslında İsmet Özel’in İslam ve Türkler konusunda ileri sürdüğü tezlerden bir kısmı oldukça isabetlidir. Avrupalı İslam’ı Türkler vasıtasıyla tanımış ve onlarla özdeşleştirmiştir. Cemil Meriç bu gerçeği en veciz şekilde dile getiren düşünürdür. Umrandan Uygarlığa kitabı şu sarsıcı satırlarla başlar; Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli ve düşman bir yığın!”
Almanya Avrupa medeniyetinin merkezidir. Avrupa düşünmeye Almanya’da başlar ve Orta çağın karanlıkları bu coğrafyadan başlanarak kovalanır. Bu yüzden belki de Avrupa’nın sömürgesi olmayan bir ülkesi olmasına rağmen en kanlı katliamların işlendiği mezbahalardan biridir Almanya. Tenakuzları çoktur Almanya’nın ve Almanların. Türklerle ilgili kökleri Orta çağa kadar uzanan saplantıların en fazla rastlandığı Avrupa ülkelerinden biri olması ilginç değildir çünkü Martin Luther bir Almandı ve vaazlarında ‘İslam’ veya ‘Müslüman’ kelimeleri yerine hep ‘Türkler’ ifadesini kullanarak Almanların zihinlerinde İslam’ı Türklerle eşitledi. Türkler, yani müslümanlar Tanrının kırbacıydılar, onlarla savaşmak günahdı, onlara karşı sabırlı olunulmalıydı. Ayrıca Türkler deccal de olabilirlerdi. Deccal kötüydü ama aynı zamanda Isa’nın geri dönüşünün yaklaştığını muştuluyordu. Martin Luther vaazlarında Türkleri o kadar çok dile getirmiştir ki ,o yıllarda her gün öğlen saatlerinde bütün Almanya’da kiliselerde çanlar çalınarak Hıristiyan ahali Türklere karşı verilen mücadelede muvaffak olunabilmesi için duaya davet edilmiştir. Bu özel çan seremonisine “Türk çanı” denilmiştir. Halen Pazar günleri çalınan çanın o günlerden kaldığını söyleyenler vardır. Almanların Türklerle ilgili kanaatleri Orta Çağa kadar uzanır ve çok mühim bir araştırma konusudur. Bu kökleri çok derinlerde olan sağlam ön yargıların yıkılması imkansızdır diyebilirim.
Son yıllarda izlenen uyum politikaları konusunda bir iki şey söylemem gerekirse diyebilirim ki; Almanya’nın bir göçmen ülkesi olduğunu kabul etmesi çok fazla zaman aldı. Son bir iki yıldır ‘misafir işçi’ kavramını bırakıp, ‘göçmenler’ sıfatını kullanmaya başladılar. Uyumla ilgili icraatlarını bizim kodlarımıza uydurulamıyorlar ve başarısızlıklarını Türkleri uyumsuz ilan ederek örtmeye çalışıyorlar. Almanya devasa bir huzur evidir ve hızla yaşlanan nufusuna rağmen global gerçekleri kabul etmekde halen zorlanabilmektedir. Theodor W. Adorno; “Bir Alman, söylediği yalana inanmak zorunluluğunu duyan kişidir” der. Adorno çok haklıdır. Siz bir Almanı; yabancıların leylekler tarafından Kaf dağından getirilmediğine, kötü kaderlerinden kaçanların onların ülkesinde Bremen müzik topluluğunu kurabilecek kabiliyete sahip olabileceklerine, cam bir tabut icinde derin uykulara gömülen prensesin en doğal haliyle ülkelerindeki Türkler olabileceğine, bu garibanların bir gün sihirli bir buse vasıtasıyla gözlerini aralayabileceklerine inandıramazsınız… . Almanya’yı alınlarının teriyle sulayarak vahalaştıran bu insanların bahçelerindeki ayrık otu olduklarına inanmışlardır; en az onlar kadar insan olduklarını, kendilerine özgü bir mentaliteleri, kültürleri, yaşama biçimleri olduğunu kabul ettirmek zordur. Bizim insanımız bu dalgakırana sığınmak zorunda bırakılmış zavallı bir mahluktur. ‘Misafir işçi’ denildiği için kendisine, 40 yıldır yaşadığı ülkeyi sahiplenememiş ve bir sığıntı psikolojisiyle hareket etmiştir. İkinci nesil bu psikolojiyle eğitilmiş olmanın ezikliğini yaşar. Üçüncü nesil daha yüreklidir ve “burası benim de ülkem” diyebilecek kıvama gelmiştir ama karşı taraf için o her daim yabancıdır, muğlaktır…
-Benim ağırlıklı olarak ilgimi çeken yönünüz, kaleminizin kuvveti yanı sıra, geleneksel İslâmi bakış açısına oldukça muhalif diye tanımlayabileceğimiz, emin duruşunuz oldu. Yanlış hatırlamıyorsam, “başörtüsü yasak olmasa, başımı açardım, yasak olduğu için örtüyorum” mânâsında cümleler sarfetmiştiniz. Sizi bir tür ‘anarşist’ diye tanımlasak hata etmiş olur muyuz?
Kurban bayramını niçin kutluyorsam veya oğlumu niçin sünnet ettirdiysem, başımı da o yüzden örtüyorum. Kur’an’da kurban bayramını kutlamamızı veya çocuk sünnetini emreden, dahası saçımızı başımızı kapatmamızı emreden bir ayet yoktur ama belli bir gelenek, bir mutabakat ve pratik vardır. Kur’an’da ise takva örtüsü, yani tesettür emredilir. Tesettür asil bir duruş, davranış ve niyet meselesidir. Zahiri olduğu kadar ruhanidir de. Kılık kıyafette İslami standart; dikkatleri celbetmemek ve karşı cinsi tahrik etmemek olmalıdır. Güzel bir kadın tahrik etmez, güzellik estetikle ilgilidir. Derin dekoltesiyle bedenini teşhir eden, abartılı ve şuh makyajıyla cinsel duyguları istismar eden kadın kadar, bunların hiçbirini yapmadan sadece art niyetlerle karşı cinse yaklaşan ve kirli bakışlarıyla, şuh kahkasıyla, erotik ses tonuyla erkekleri baştan çıkartmaya çalışan başörtülü kadın da günahkar, yani çıplaktır. Güzel görünme tutkusu kadının doğasında vardır ve kadının doğasına mudahale etmek onu dolaysız mutsuzluğa sevkeder. Bu iki meseleyi birbirinden ayırmalıyız. Hafif makyajlı ve şık bir bayan tahrik etmez, saygı uyandırır. Başörtüsü ise salt tercih meselesidir. Başımı örtüyorum çünkü aidiyet duygumun örselenmesini istemediğim gibi, bir parçası olduğumu hissettiğim camiayla karşı karşıya gelmek de istemiyorum. Gerçek şu ki; daha kronik sorunlar mevcutken, böyle suni ve gayet basit sayılabilecek bir nedenden dolayı ters düştüğünüz insanların sayısı katlandıkça katlanır. Başınız açık olduğu için doğrularınıza kulak asılmaz örneğin ve hakikaten yardıma muhtaç ve sizin yardımcı olabileceğiniz insanlara seslenebilme şansını en başından kaybedersiniz. Başörtüsü laik kesim açısından ne denli düşman bir simgeyse, standart müslüman için de o derece güçlü bir samimiyet nişanesidir. Beni yıllarca en doğal haklarımdan mahrum bırakan insanları öfkelendirirken, muhafazakar camiadan insanlarımıza samimiyetimi ispatlamış oluyorum.
Anarşizme gelince… Aslında aşağı yukarı her anarşistin kendine göre bir anarşizm tarifi vardır. Örneğin Bakunin şiddeti savunur ama Herzen buna karşı çıkar. Savunduğum ‘anarşizm’de şiddet yok, sabırlı ve sürekli bir isyan var. Her türlü tahakküme ve direktife isyan. Başımı örterek başörtüsü yasağını protesto ediyorum. İran’da yaşıyor olsam tersini yapardım. İnsanları zorla namaz kılmaya, tesettüre, hacca gitmeye -vesaire- zorlamak onları riyakarlığa, ahlaksızlığa sevketmektir… Din yürek işidir, yürek zaptu rapt kabul etmez, kaldırmaz, direnir…
-Yine, evrim teorisi hakkında da, genelin ve bazı meşhur/güçlü cemaatlerin hışmına hedef olabilecek türden görüşleriniz olduğunu biliyorum. (Bu konuda değişik internet sitelerinde yayınlanmış ilginç yazılarınıza röportajın sonunda link de vereceğim.) Sizce, evrim konusunda müslümanlar niçin bu kadar rijitler? Siz bu konudaki geleneksel görüşleri nasıl aştınız?
Müslümanlar okumuyorlar… Kronik bir hastalık bu, okumayı sevmiyorlar. Şifahi bilgilerle iman eden, hareket eden ve yetinen bir guruh ömür boyu birileri tarafından güdülmeye mecbur bir sürüdür. Evrim en yalın haliyle sünnetullahtır ve ‘evrim teorisi’ ile çelişen bir tarafı yoktur. Bütün müslümanlar cahil, o yüzden evrim düşmanlığı yapıyorlar diyebilmeyi çok isterdim çünkü bunun çözümü çok kolay olurdu. Ellerine birer kitap tutuşturur ve öğrenmelerini sağlarsınız. Ne yazık ki gerçeği çok iyi bilen ancak bilinçli olarak İslam’ı bilimle karşı karşıya getirmeye çalışan parazitler var.
Bakın, Amerikalı biyoloji profesörü Kenneth R. Miller bir konferansında şöyle diyor; “İslam dünyasının tarihinden çıkarılacak çok ders var. 13. ve 14. yüzyıllara bakarsanız, Ortadoğu ve Afrika’ya yayılmış büyük İslam halifeliği; eğitimin, bilimin, kozmopolit düşüncenin merkeziydi. İslam dünyası matematikte, astronomide ve birçok bilim dalında dünya lideriydi. İslam dünyasında öyle birşey oldu ki, bugün İslam aleminde kayda değer bilimsel araştırma sayısı maalesef sıfıra yakın. İşte o ‘birşey’ teokratik düşüncenin yükselişiydi. Eğer aynısı Batının bilimde önder ülkesi olan Amerika’da olursa, aynı gerilemeyi biz de yaşarız. Bu beni çok tedirgin ediyor.” Kenneth R. Miller, Amerika’da Evrim teorisi aleyhinde çalışan ve ülkemizdeki uzantılarına da her türlü desteği sağlayan Amerikalı ‘akıllı tasarımcılar’ın tezlerini bilimsel olarak çürüttüğü bir konferansda bunları dile getiriyor ve üstelik ülkemizdeki en ünlü evrim düşmanıyla (isim vermek istemiyorum) ilgili yöneltilen bir soruya cevap verirken bu cümleleri kuruyor. Dini bilimin önüne koymak veya tersini yapmak bir ülkeyi madden ve manen yıpratmanın en pratik yoludur.
İnandığım dini sorgulamaya başladığım yıllarda evrim meselesi üzerinde de birkaç kez düşünmüş ancak bu konudaki sorularım cevapsız bırakıldığı veya tepkiyle karşılandığı için çok mesafe katedememiştim. Uzun yıllar önce üniversitedeki bilgisayar labaratuarından internetle ilk tanıştığım gün hayatımda bir dönüm noktası olmuştur. Akşamları okuyor, sabahları okula gidiyor ve takıldığım bir forumda öğrendiklerimi tartışmaya açıyordum. Ağırlıklı olarak İslam’da kadın meselesine ve kadın aleyhtarı hadis rivayetlerine yoğunlaşmıştım. Hadisleri İslamın bir referansı olarak kabul etmiyor, kapitalizme karşı tasasvvufu bir alternatif olarak sunuyor, çok eşliliği savunanlarla uzun soluklu ve hararetli tartışmalara giriyor, salih amelin İslam’ın ihmal edilen en önemli unsurlarından biri olduğunu savunuyordum. Takıldığım forum kapatılınca başka bir foruma düştü yolum. Forumun bizzat kurucusu olan bir iki editör dışında yazan kimse yoktu. Kısa bir süre içerisinde İnternetin en çok takip edilen sanal tartışma platformlarından biri haline geldi. O forumda evrim konusunda yazan ve benim gibi çok sayıda müslümanın tabularını yıktığına inandığım bilge kişiye yaşadığım sürece minnettar kalacağım. Evrimle ilgili ilk bireysel devrim o forumda oldu. Daha sonra Mehmet Bayraktar hocanın kitabı geçti elime. Kitabı bir gecede okuduğumu hatırlıyorum. Ve tabi Darwin’in kitaplarını okudum. Yaratılışla ilgili ayetleri değişik meallerden ve Arapçasından çözmeye çalıştıkça da hakikat peçesini indirmeye başladı….
-İhsan Eliaçık hocanın, son zamanlarda oldukça öne çıkan, bazı kesimleri huzursuz edecek türden açıklamaları konusunda sizin de yakın/paralel görüşleriniz olduğunu biliyorum. Rahatsız edici bulunuşunun sebebi; islami burjuvazinin de içinde olduğu ‘müesses nizamı’ ciddi derecede sarsmak ihtimali midir, sizce de böyle bir ihtimal var mıdır? Eğer bu insanlar yeterli sayıya ulaşırsa, etrafında toplanacakları adres Prof. Numan Kurtulmuş liderliğindeki Saadet Partisi olabilir mi, yoksa sıfırdan yeni bir parti tüzüğü ile yola çıkmaları mı gerekecektir?
Bugün iktidarda olan liderlerimizin çocuklarını düşünüyorum. Birçoğu her ne hikmetse ticarete atıldı veya üst pozisyonlarda kariyer yaptılar. Siz hiç bilim adamı, yazar, araştırmacı, düşünür, idealist bir devrimci falan olan bir beyzade tanıyor musunuz? Ben tanımıyorum… Paraya veya kariyere endeksli; kapitalist, pragmatist, konformist bir trend, bir İslam anlayışı ülkeyi yönetiyor. Şimdi böyle bir saltanatı ilga etmeye kalkışan ve “kral çıplak” diyen biri düzen paryalarını rahatsız eder tabi….Hocayla bu konuda tamamen aynı düşünüyoruz ancak hadis külliyatı, Kur’an’ın nuzul usulü, Peygamberin makamı ve ehemmiyeti, Tevrat ve İncil’in İslam akaidindeki yeri gibi mevzularda ve hatta yaratılışla ilgili konularda kendisine katılmadığım yerler var tabi. Bizim savunduğumuz özgürlükçü hareket birini rehber ilan edip hemen her sözünü, fiilini veya kararını onaylamayı engeller zaten. İhsan hocayı takdir ederim ama yapıcı şekilde tenkid etmekten de çekinmem. Hocanın müridi gibi sunulmak beni de, hocayı da rahatsız ediyor.
Numan Kurtulmuş İktidarın en zayıf noktasını keşfetti. Çok iyi çıkışlar yaptığını da söyleyebilirim lakin Saadet partisinin mazisi sosyalist çizgideki insanların Numan beyin etrafında bir araya gelmesini önler. Yeni bir parti mi olur yoksa yeni bir hareket mi, bilemiyorum ama bizim sesimizin daha gür çıkmasını sağlayacak yeni bir platforma ihtiyacımız var.
-Gözleyebildiğim kadarıyla, ataerkil/erkek egemen düzene karşı da muhalif bir duruş sergiliyorsunuz. Sizin için ‘Feminist’ tanımı ağır kaçabilir belki, ama, en azından ifade kolaylığı olması bakımından, kadın olarak duruşunuzu, bir zamanlar ‘islâmi feminist’ diye tanımlanan grubun(Cihan Aktaş, Hidayet Tuksal vb.) içerisine dahil etmek mümkün müdür? Dünya üzerinde, yönetim biçimini ‘islam rejimi’ olarak tanımlayan ülkelerin kadınlar konusundaki uygulamalarına katılmamak dışında, islam hukukunda yeraldığı söylenen bazı kurallara nasıl bakıyorsunuz? Veraset hukuku, çok eşlilik, dövme ile terbiye etme, şahitlik gibi çok tartışılan mevzuları siz nasıl yorumluyorsunuz mesela?
Hayır, yeşil feminist gibi yakıştırmalardan veya başka yazarlar veya düşünürlerle birlikte bir değerlendirmeye tabi tutulmaktan hoşlanmıyorum. Bunun ucu cemaatleşmeye kadar gider. Yok böyle bir tek renklilik.
İslam, yani Kur’an bir beşeri nizam önermez, sadece daha adil ve insani bir düzen için tavsiyelerde bulunur. Siz bunun adına ister Cumhuriyet dersiniz, ister Şeriat… Bütün bu şer’i hükümlerin birer açıklaması var. Burada örneğin şahitlik konusunda Musa Carullah ‘Hatun’ adlı eserinde, “kadının şahitliği kabul edilmiyorsa Hz. Aişe’den rivayet edilen hadislere nasıl itimat ettiniz?” diye sorar. Çok kullanılan “İslam birden fazla kadınla evliliğe izin veriyor” cümlesi absürttür. İzin bir ‘yasak’ söz konusu olduğunda verilir. Çok eşlilik cahiliye devrinde yasak değildi ki böyle bir izin çıkmış olsun. Mezkur ayetin konusu erkeklerin uçkurları değil, ‘yetimlerin hakları’ dır. Ayet yetim kızlarla evlenen yaşlı abazalara “durun!” der. Daha açık ifade edersek, bugün bu ayeti ileri sürerek ve genç yaşta kızları mağduriyetlerinden istifade ederek yatağına alan adamların cahiliye devrindeki versiyonları aynı ayette titretilmek istenmiştir. Yani, “benim çok kadınla evlenmeye iznim var” diyen adamlar destek aldıkları ayetle lağvediliyorlar. Çok evliliğin legal olduğu bir çağda ‘izin’den değil, ancak ‘yasak’tan veya ‘bir düzenleme’den bahsedilebilir. Allah bu ayette yapılan çok evliliklerden hoşnut olmadığını dile getirerek, tek eş tavsiyesinde bulunmuş, çok eşlilerin eş sayılarını düşürmelerini dilemiş ve yetim, yani çaresiz, sahipsiz kızlarla yapılan vicdansız izdivaçları yasaklamıştır. Dayak Kur’an’da hiçbir yerde bir terbiye metodu olarak tavsiye edilmez. Dayak, yani kırbaç ‘zina’ günahını işleyenler için bir terbiye değil, ceza metodu olarak tavsiye edilir. İlgili ayette dayak olarak çevrilen ‘darb’ kelimesi; uzaklaştırma, ayrı bırakma anlamında kullanılmıştır.
-Cemil Meriç şakirdi olarak tanımlıyorsunuz kendinizi. Şakird kelimesinin ülkemizde çağrıştırdığı mânâ ise daha ziyade Risale_i Nur talebesi oluyor biliyorsunuz:) Öncelikle şunu öğrenmek istiyorum: Cemil Meriç tek bir ideolojiye intisaplı kalsaydı ve bu da Marksizm olsaydı, sizin dünya görüşünüzü nasıl etkilerdi?
Bazı kavramların sembolleştirilmesi ve bir takım fırkalara, gruplara mal edilmesi bizde yerleşik bir gelenektir. ‘Emek’ veya ‘yoldaş’ derseniz sosyalist; ‘mesaj’, ‘erdem’ derseniz Edip Yüksel hayranı; ‘şakird’, ‘diyalog’ derseniz Fetullahçı olarak algılanırsınız. Kötü aslında çünkü kelimeler hepimizin… Lugatımızı da paramparça ettiler. Şakirt; talebe, yani ilim talep eden demektir. Azeriler hala bu anlamda kullanırlar. Cemil Meriç’den düşünmeyi, tabularımı devirmeyi öğrendim. Bu yüzden de onun şakirdiyim.
Cemil Meriç Marksist olarak yaşadı ve bir Marksist olarak öldü. Karl Marks kilisenin aklı ve ahlakı sıfırlayan, tahakkümcü ve kurumsallaşmış biçimine karşı çıktı. Darwin hakkındaki şehir efsaneleri Marks için de uydurulmuştur ve aydınımız doğru dürüst okumadığı ve kulaktan edindiği bilgilerle irfanını inşaa ettiği için bu efsanelere iman etmiş, araştırma ihtiyacı hissetmemiştir. Marks “din halkın afyonudur” derken dini kötülemez, onun bir araç olduğunu vurgular. Afyonu burada ‘ağrı kesici’ gibi kullanır ve dinin insanların acılarını giderdiğini ve kendilerini iyi hissetmelerini sağladığını savunur. Diğer taraftan din kilisenin silahıdır ve kitleleri bu silahı kullanarak uyuşturur, düşünme ve idrak etme melekelerini körelterek kendi egemenliği için hizmet etmeye sevkeder. Karl amcamız yine haklıdır 🙂
-Cemil Meriç dışında beslendiğiniz kaynaklar neler? Kimleri okursunuz daha ziyade? Gençlere/bizlere tavsiye edeceğiniz okuma sırası ne olabilir?
Nurettin Topçu’yu okuyalım artık. Rus anarşistlerini okumadan isyan ahlakını öğrenemeyiz ve kafamızı kaldırıp göğsümüzü gerebilme cesaretine kavuşamayız. Tolstoy, Dostoyevski, Turgeniev okusunlar. Cengiz Aytmatov okusunlar. Klasikleri okumadan olmaz. Balzac Meriç’in üstadıdır. Stendhal, Zola aklıma gelen diğer yazarlar… Oğuz Atay yurdumuza ve yurdum insanımızın ruhuna yakınlaştırır bizi, onu her haliyle sevmemizi sağlar. Ahmet Hamdi Tanpınar, onu okumayanlar için utanma nedeni sayılabilecek kadar önemlidir. Okuyanlar yeniden, yeniden okumalıdırlar. Ve tabi Kur’an’ı değişik meallerden karşılaştırmalı olarak okuyalım.
-Köşe yazarı grubundan, her gün mutlaka okurum dediğiniz, beğendiğiniz isimleri de merak ediyorum..
Neden bilmiyorum ama Zaman gazetesi yazarları önde geliyor. Kerim Balcı (düşüncelerine bazen katılmasam da) uslubuyla etkilemeyi başarabilen bir yazar. Ahmet Turan Alkan’ı her zaman takip ederim. Hilmi Yavuz, İskender Pala, Ahmet Tezcan beğenerek takip ettiğim diğer yazarlar. Dücane Cündioğlu bazen kızdırsa da, favori yazarlarımdan biridir. Mehmet Barlas ve Nazlı Ilıcak da takip ettiğim yazarlardır. Bunların dışında, bayan yazarların büyük bir kısmını takip etmeye çalışıyorum.
-Peki, köşe sahibi olmak istediğiniz ve gönlünüzde yatan herhangi bir gazete var mı ? Bir ara Ahmet Altan’la tanışmayı çok istediğinizi biliyorum, Taraf gazetesinde yazmayı ister misiniz?
Ahmet Altan küçük Ceylan olayında çok yürekli yazılar yazdı. Taraf gazetesi Ceylan’a sonuna kadar sahip çıktığı için hayranlığımı kazanmıştı. Ne yazık ki aynı içtenliği Siirtli çocuklar için gösteremediler. Buna rağmen “Taraf gazetesi bana köşe verse yazmam” diyemiyorum çünkü bu konuda beklediğim duyarlılığı gösterebilen başka bir gazete olmadı. Zaten bir seçim yapma lüksüm de yok. İdealimdeki gazete olmadığı için; yazılarıma yerli yersiz mudahale etmeyecek; kendi kendimi frenlememe, otosansür uygulamama fırsat verecek; yazdıklarımdan dolayı yazar olarak sadece kendimi mesul hissetmemi sağlayacak her yerde yazarım. Ha, onlar bana yazdırırlar mı? Sanmıyorum.
Şunu belirtmeden geçmeyeyim; Sosyalist tandanslı ve İslami bir hassasiyete sahip, yüksek idealleri olan ve iddialı bir yayın organının kurucu kadrosunda yer almak muhteşem birşey olurdu. Bakın bunu çok çok isterdim…
-Cevaplamak zorunda değilsiniz ama cidden merak ettiğim bir konudur. Zaman’da yazmayı kabul eder misiniz? Etmezseniz niye?
Asıl sorulması gereken soru; Zaman gazetesi bana köşe verir mi?:)
-Emine Hanım, kıymetli vaktinizi ayırıp, sorularıma cevap verdiğiniz ve değerli görüşlerinizi açık yüreklilikle paylaştığınız için tekrar teşekkür ederim. Birgün doğru zaman ve doğru gazetede güzel yazılarınızı paylaşabileceğiniz bir köşeniz olacağını biliyorum. (Belki de ilk röportajınızı yapmış olmak şansını yakalamış olmakla da övüneceğim kadar meşhur da olacaksınız.) Size kurtlar sofrası denilen medya mahallesinde, başarılar, sabırlar ve kuvvet diliyorum. Sağlıkla kalın..
Çok teşekkür ediyorum sevgili Yüksek Ökçe. Çok keyif alarak cevapladım ve hayatımın en değerli hatıralarından biri olarak itinayla saklayacağım bu söyleşiyi. “Eşref saat bir dostla konuştuğumuz saat” der Ustad Cemil Meriç. Bana bu eşref saatini yaşattığın için, güzel temennilerin ve hiçbir karşılık beklemeden gösterdiğin bu hummalı çalışmaların için de ayrıca teşekkür ediyorum. Sevgiyle…
bknz:
Evrim, Darwin, vesaire../ Emine Arslaner
Siirt’te İnsanlığın Irzına Geçtiler/ Emine Arslaner
İhsan Eliaçık Susunca/ Emine Arslaner
Türk okulları iyilik mi yatırım mı / Emine Arslaner