ABD ve Rusya’nın Suriye’de “ateşkes” için vardıkları anlaşma cumartesi gece yarısından itibaren yürürlüğe giriyor.
Ateşkes günü yaklaştıkça, Suriye krizine siyasi çözüm için “sözü” olan ülkeler arasında da olağanüstü bir diplomasi trafiği yaşanıyor.
Obama ile Putin telefon görüşmesi yapıyor, Lavrov’la Kerry neredeyse gün aşırı görüşüyor. Ürdün Kralı Washington’a gidiyor, Putin’le Suudi Kralı Selman’ın Suriye’de birlikte çalışmak için anlaştıkları, Suudi Arabistan Kralı’nın Moskova’yı ziyaret edeceği açıklanıyor. Rusya ile İran arasında da çok çeşitli kademelerde görüşmeler yapılıyor. Esad bütün bu gelişmeler içinde kendisinden beklenenler konusunda açıklamalarıyla diplomasiye müdahale ediyor.
TÜRKİYE BU DİPLOMASİ TRAFİĞİNİN NERESİNDE!
Bütün bu görüşmeler ve ziyaretler haber bültenlerinde, TV’lerin haber ve tartışma programlarında gündem oluyor.
İlginçtir; Suriye ile komşu olan ülkeler ya da Suriye’ye müdahale eden ülkeler arasında diplomasi giderek medyada daha geniş yer alırken bölgenin en güçlü ülkesi Türkiye’nin esamesi okunmuyor.
Türkiye, bölgenin sadece ekonomisi güçlü, ordusu en güçlü, 80 milyon nüfusuyla en büyük ülkesi olarak değil, aynı zamanda Suriye krizinin çözümünde, Cenevre görüşmelerinde, Suriye Destek Grubu ülkeleri içinde de yer alan ülke olarak “önemli” gibi görülüyor. Ama Erdoğan-Davutoğlu yönetimi izledikleri yeni Osmanlıcı dış politikayla; Suriye politikasını cihatist örgütlerle açık ya da el altından iş birliği eşliğinde, önce Esad rejimini yıkmayı, sonra da PYD-YPG’yi terörist örgüt ilan etmeyi “kırımızı çizgi” yaparak, “sorunun çözümü” tartışmalarının dışına düşmeyi başarmıştır!
MUHTARLAR TOPLANTISI TARZI DIŞ POLİTİKA
Ama Cumhurbaşkanı ve Başbakan her gün birkaç kez çeşitli kürsülerden ve TV kanallarından saatlerce konuşuyorlar. Bu konuşmaların en büyük ağırlığını Suriye’deki iç savaş ve bu savaşın Türkiye’nin iç meselesi olmasından PYD-YPG’nin teröristliğine, Esad rejiminin zulüm rejimi olduğuna, mülteci sorunundan ABD ve Rusya’nın rolüne… Her konu konuşuluyor. Ama tamamen iç politika kaygısıyla, yığınları hükümetin politikasına yedeklemeyi esas alan bir üslup ve içerikle yapılıyor bu konuşmalar.
Bu diplomasinin nereye gelindiğinin en somut ifadesi Saray’da yapılan “muhtarlar toplantısı”dır. Çünkü Türkiye’nin Suriye politikası adeta “muhtarlar toplantı”larında ya da benzer anlayışla oluşturulan “kürsüler”den “Ey…” diye başlayan konuşmalarda ilan edilmekte, aynı üslup dışişleri ve Hükümet tarafından da biraz frekansı düşürülerek yinelenmektedir.
Yeni Osmanlıcı hayallerle, bölgede hegemonya peşinde koşmanın belirlediği dış politika, kendisine muhtarlar toplantısında simgelenen bir tarzı da getirmiştir. Onun için de Ürdün ve İran, Türkiye’nin terörist, halk düşmanı ilan ettiği Suriye rejimi, terörist gördüğü PYD-YPG, bölgedeki savaş, barış konusunda, bölgenin geleceği konusunda söz söyleyebildikleri, daha önemlisi ne söyledikleri dikkate alındığı halde, koskoca Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ve Başbakanının ne dediği önemsenmemektedir. Onun için de bölgedeki yoğun diplomasi trafiğinde Türkiye’nin rolünün olmadığı görülüyor. Türkiye’nin ne dediği önemsenmiyor.
Belki bunun tek istinası “mültecilik”le ilgili olarak Avrupa’ya bir sığınmacı akınını önlemek üzere ne dediği, ne yaptığı önemseniyor. Merkel’in Ankara’ya gelmesi, Erdoğan ve Davutoğlu ile görüşmesinin, AB’nin diplomatlarının Türkiye ile ilişkilerini sıkılaştırma, “özel toplantılar” düzenleme ihtiyacı duymalarının nedeni budur.
Türkiye’nin Suriyelileşmesinin en kısa yolu
Cumhurbaşkanı Erdoğan, HDP’ye yönelik suçlamalarını HDP’li vekilleri “terörist” ilan etmeye kadar götürdü.
Cumhurbaşkanı, Saray’da yaptığı 21. muhtarlar toplantısında, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için Meclise çağrı da yaptı.
Meclis bu çağrıya yanıt verecek mi, verirse nasıl verecek bunu herhalde önümüzdeki günlerde göreceğiz.
“Terörle mücadele” demagojisi etrafında oluşturulan toz bulutundan yararlanarak Erdoğan-Davutoğlu yönetimi, Meclisi 1 Kasım seçimlerinden bekledikleri gibi, “milli ve yerli vekillerden” oluşturacak bir kompozisyona getirmek için uğraşıyorlar.
CHP’nin geldiği “kıvam” dikkate alındığında, HDP’nin de olmadığı bir Meclisten her tür özgürlük kısıtlamasını kolayca geçireceklerini, toplumun geniş kesimlerinden ciddi bir tepki olmadan da yollarına devam edeceklerini umuyorlar.
Sayısal bakımdan bakıldığında bugün de AKP-MHP ittifakı yasaları çok büyük bir hızla geçirip bir “Davutoğlu-Erdoğan rejimi” için lazım olan yasal dayanakları sağlayabilir. Ama CHP’nin bu ikiliye “kısmen” bile katılması, Erdoğan-Davutoğlu için, Türkiye’deki demokrasi talebi eden güçlerin, Türkiye’nin aydınlarının, demokrat kamuoyunun bölünmesi ve etkisizleşmesi bakımından önemlidir. HDP Mecliste oldukça CHP’nin AKP’nin oluşturduğu konsepte bağlanması kolay olmamaktadır. Onun için de Erdoğan-Davutoğlu ekibi, yarattıkları “terörle mücadele” baskısıyla CHP’yi terbiye ederken, HDP’yi de 1994’te olduğu gibi “dokunulmazlıkların kaldırılması” yoluyla Meclis dışına iterek yoluna devam etmek istemektedir.
Cumhurbaşkanı bunu 1 Kasım seçiminden beri başarmak istiyordu; ama dayanakları yeterince güçlü olmadığı için bir adım atıp sonra duruyordu. Cumhurbaşkanı şimdi, Ankara saldırısının yarattığı hassasiyetleri kullanarak hamlesini yeniledi.
Peki, Cumhurbaşkanının hayali olan HDP’siz, “milli ve yerli bir Meclis”, Türkiye’nin sorunlarını çözer mi?
Sözü uzatmadan belirtelim ki, bırakalım Türkiye’nin iç ve dış politikasının kangrenleşmiş sorunlarını çözmeyi, böyle bir Meclis sadece Türkiye’nin Suriyelileşmesine giden en kısa yolu açacak bir Meclis olacaktır!