Yusuf Tuna Koç
BirGün Pazar olarak geçen hafta başlattığımız 2024 Forumu bu hafta Türkiye gündemiyle devam ediyor. Geçen hafta bu sayfalarda 2024’te dünyayı bekleyen gelişmeler hakkında konunun uzmanlarından değerlendirmelerini almıştık. Bu hafta ise Türkiye’yi 2024’te bekleyen gelişmelere dair farklı başlıklardan sorularımızı ilgililerine yönelttik. Ülkemizin, bu yıl içerisinde ekonomide, dış politikada, siyasette bekleyen gündemleri, sorunları ve siyasal çözümleri konuştuk. Orta doğuda süregiden savaş ve çatışmalar içerisinde Türkiye’nin geleceği ve emperyalizm ile saray arasındaki ilişkiyi, Şimşek’in kemer sıkma politikaları karşısında yerel seçim dinamiğini, 2023 seçim yenilgisi sonrası muhalefetin durumunu, tarikatlaşma ekseninde rejimin dönüşümünü konuştuk.
Türkiye dış politikasında kurulan bağımlılık ilişkileri artık hem dış hem iç sorunların konusu haline geldi. AB ile yapılan göçmen pazarlıklarının sonucu olarak kontrolsüz göçün Türkiye’ye hapsedilmesi, göçmenlere yönelik hak gaspını ve ülkenin batı çıkarlarına göre yönetildiği gerçeğini ortaya koymanın yanında, içeride düşmanlığı daha fazla körüklüyor. Bunun yanında, Bunun yanında, Suriye’de ABD’nin yıkım politikalarına eklemlenerek yürütülen fetih hayallerinin bedelini gecekondulara, deprem çadırlarına mahkum edilmiş yoksul çocuklar ödemeye devam ediyor.
Ekonomide popülist politikaların şişirdiği döviz ve enflasyon krizinin yarattığı yoksullaşmanın bedeli yıllardır halkı daha fazla borçlandırarak, patronların vergileri silinerek sürdürülmeye çalışılıyor. Geçen genel seçimlerin ardından ekonominin devredildiği Mehmet Şimşek, şimdi bu politikaların cezasını yine halka kesecek, ‘tabana yayılmış’ bir vergi politikası ve kemer sıkmayı gündeme getiriyor.
Seçimlerin ardından iktidarını koruyan saray, hem sokakta hem yükselen tarikatlaşma, gericileşme ile gücünü tahkim etme çabasında. Neredeyse Gezi direnişinden bu yana sürekli sandıkta zaferi işaret eden muhalefet biçimi ise seçimlerle iflas etti, masada başlayan koltuk krizleri parlamentoya sirayet etti. Yukarıdan aşağı inşa edilen gerici-neoliberal rejime direnç gösteren fakat verili muhalefet biçimlerini kabul etmeyen toplum kesimlerini, kendi gücüyle birleşerek büyütecek yeni bir siyaset ihtiyacı gün geçtikçe daha çok kendini gösteriyor.
Mustafa Sönmez, Cangül Örnek, Önder İşleyen ve Bülent Forta’ya dış politikada, ekonomide, rejimin gelişiminde ve muhalefette 2024’ün getireceklerini sorduk. Orta doğuda süregiden savaş ve çatışmalar içerisinde Türkiye’nin geleceği ve emperyalizm ile saray arasındaki ilişkiyi, Şimşek’in kemer sıkma politikaları karşısında yerel seçim dinamiğini, 2023 seçim yenilgisi sonrası muhalefetin durumunu, tarikatlaşma ekseninde rejimin dönüşümünü konuştuk.
***
Ekonomiyi seçim sonuçları belirleyecek
“2024 yılı ekonomi politikalarını mart seçimleri belirleyecek. Şimşek’in planı sıkılaşmaya gitmek, döviz fiyatlarını serbestleştirmek, ekonomiyi soğutmak, bu şekilde enflasyonu yavaş yavaş düşürerek yılı yüzde 35 enflasyon ile kapatmak. Şimdi Şimşek’in hesabı ile Erdoğan’ın hesabı birbirine uyacak mı bunu gösterecek bu yıl. ”
Türkiye’yi 2024’te ekonomik olarak nasıl bir yıl bekliyor, Şimşek’in kemer sıkma politikaları söylendiği gibi seçimlerden sonra mı belirleyici olacak?
Mustafa Sönmez: 2024, 2023’ün enkazını devralacak. Bunda tabii seçim sonrasında Şimşek’in rasyonel politikalar diye adlandırdığı tercih de etkili olacak. Bugüne dek seçime odaklı, seçim kazanmak için her türlü dengeyi bozmayı göze alan politikalar kullanıldı, bunun bedelleri kabul edildi. Şimdi bu enkazı kaldırabilmek için dışarıdan kaynak, kredi sağlamaları gerekiyor. Rasyonel politika diye bahsedilen bu, dış kaynak için makul bir noktaya geçmek. Bir de tabii faizleri yükseltmek, dövizi serbest bırakmak, bunlara yönelik adımlar atıldı ama tam da gereği yapılamadı çünkü 31 Mart seçimleri Erdoğan açısından önemli. Böyle bir geçiş tam olarak sağlanmadı o yüzden. Bütçe maliye politikalarında esas değişim henüz yaşanmadı.
2024 yılı ekonomi politikalarını mart seçimleri belirleyecek. Şimşek’in planı sıkılaşmaya gitmek, döviz fiyatlarını serbestleştirmek, ekonomiyi soğutmak, bu şekilde enflasyonu yavaş yavaş düşürerek yılı yüzde 35 enflasyon ile kapatmak. Şimdi Şimşek’in hesabı ile Erdoğan’ın hesabı birbirine uyacak mı bunu gösterecek bu yıl. Erdoğan’ın önceliği iktidarını tutmak, eğer bu seçimde istediği sonucu alamazsa, şapkasını önüne koyup düşünecek. Bunu seçmenden gelen bir uyarı olarak görürse, Şimşek ile yolları ayrı düşebilir. Dolayısıyla beklenen kemer sıkmayı uygulamak yerine kendine göre bir politikaya geçebilir. Ama eğer yerel seçim sonuçları istediği gibi geçerse, Şimşek’e ekonomi politikaları için “dilediğin gibi uygula” diyecektir. Bu durumda Ortodoks politika yabancı kaynak girişini sağlayabilir, istenen finansal kontrol sağlanmış olur, döviz fiyatları açısından belli bir dengeleme yaratabilir. Ama bu yolun seçilip seçilmeyeceğini yerel seçimler belirleyecek.
Erdoğan için ekonomi bir araç, burada nasıl bir rota izleneceği siyaseten alınacak sonuca bağlı. Siyaseten bir sorun çıkmazsa rasyonel politikalara dönülebilir, ama bir gerileme yaşanırsa yeniden alaturka bir politikaya dönülebilir, o zaman da Mehmet Şimşek ile yola devam edilmeyebilir.
***
Siyasal İslam’ın kurumsallaşma sürecine girildi
“Ülkenin dört bir yanında küçük küçük çoban ateşleri gibi yanan işçi direnişleri, çevre ve kadın mücadeleleri, gençlerin üniversitelerde ve yurtlardaki protestoları yaşanıyor… Öyle görülüyor ki laikliğe, barışa sahip çıkan on binlerce insan kendi hayatları, ülkenin geleceği için teslim olmayacaktır.”
Türkiye yeni yıla ağır seçim yenilgisinin etkileriyle başladı. 2024’te parlamento muhalefetini, toplumsal muhalefeti nasıl bir yıl bekliyor, muhalefet hangi mücadeleler ve sorunlar etrafında şekillenecek?
Bülent Forta: Mayıs seçimleri Cumhuriyet tarihinin önemli dönemeçlerinden biriydi. Sembolik olarak Cumhuriyetin 100. yılına denk gelmesi bir yana 20 yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten siyasal islamcı bir partinin iktidarını pekiştirip pekiştiremeyeceği sorusuna yanıt vermek için de “tarihsel” bir dönüm noktasıydı.
Kuruluş felsefesi bağımsızlık, aydınlanma, laiklik ve “çağdaş uygarlık” olan Cumhuriyet yüzyıl boyunca çeşitli kırılmalara uğramış ve sonuçta başlangıç ilkelerinden uzaklaşmıştı. Geriye dönüp bakıldığında siyasal İslamcı bir cumhuriyete dönüşmenin taşları muhalefetin de katkılarıyla yıllar içinde döşenmişti.
Baskı ve yasaklamalarla, askerî darbelerle sol sosyalist akımların bastırılması sonucunda önce devletin resmî ideolojisi Türk-İslam sentezi olarak ilan edilmiş, kendi ifadeleriyle bir ABD projesi olan “Büyük Ortadoğu” başkanlığını üstlenen siyasal İslamcılık iktidara taşınmıştı.
“Ilımlı islam”dan BOP başkanlığına uzanan bu süreçte muhalefet esas olarak AKP’nin yükselişini kolaylaştıran bir rol oynadı. Baykal’ın Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasal olarak yolunu açması ve sonrasındaki muhalefet çizgisi, Kılıçdaroğlu’nun MHP ile birlikte Ekmelettin İhsanoğlu’nu aday göstermesi ve en son seçimde sağın bütün renkleriyle koalisyon oluşturarak solun renklerini silikleştiren Kılıçdaroğlu adaylığı.
Sadece CHP değil, Kürt hareketinin referandumda “boykot” yoluyla ve liberal kesimlerin “yetmez ama evetçilikle” yarattıkları fikirsel karışıklıklar da Cumhuriyet’in İslamcı dönüşümünde rol oynadı.
Mayıs seçimlerine gelindiğinde bütün yıpranmışlığına karşın hegemonya esas olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğu gerici bloğun elindeydi. İktidarı yıpratacak bütün toplumsal talepler seçim sürecinde kuru vaatler dışında dile getirilmedi. Seccade, başörtüsü vb konularında sürdürülen tartışmalar ve “terör” başlıca konulardı. Muhalefet cephesi bir bütün olarak milletvekili olma yarışına girince bir kez daha “atı alan Üsküdar’ı geçti”.
Şimdi siyasal İslamcı rejimin toplumun bütün dokularına yayılmak isteyeceği, muhalefet kesimlerinin etkisiz bırakılacağı yeni bir evreye giriliyor. Bu evre siyasal İslamcılığın başkanlık rejimi etrafında kurumsallaştırılmasıdır.
Evet, iktidar kazanmanın özgüveniyle başta eğitim olmak üzere bir dinselleştirme dalgası yaratmayı hedefliyor. Gazze bahanesiyle Hilafet özlemlerinin dile getirilmesine ortam yaratıyor. Tarikatları sivil toplum örgütü sayan açıklamalar yapıyor. Ancak bütün bunlara karşın kendini siyasal alanda ifade edemese de toplumsal olarak bir karşı koyuşun önüne geçemiyor. Bazen bir futbol maçı, bazen bir yumruk, 29 Ekim kutlamaları, 10 Kasım’lar iktidara yönelik tepkilerin biçimleri olarak ortaya çıkabiliyor.
Evet, iktidar seçimi kazandı ve muhalefet kaybetti. Şimdi yenilginin derslerinden yeni bir mücadele süreci başlıyor. Seçime sıkıştırılmış, sağa karşı sağın düşünceleriyle karşı çıkan, siyasal İslama karşı mücadeleyi TV’lerde sert nutuklar atarak sürdürebileceğini sanan bir muhalefet anlayışı giderek zayıflıyor. Bütün muhalefet partilerini değişime, dağılmalara, farklılaşmalara sürükleyen budur.
HAYATIN İÇİNDE GELİŞEN MUHALEFETİ ÖRGÜTLEMELİ
Çok net görüldü ki toplumsal taleplere sahip çıkan, onun sözcüsü olan; hayatın her alanında mücadele eden bir muhalefet çizgisi izlenmeden kazanabilmek mümkün değildir. Bu elbette zor ve uzun soluklu bir mücadeledir.
Unutulmasın ki iktidarın yüz yüze kaldığı sorunlar çok daha zordur. Derinleşen ekonomik kriz, yalpalayan dış politika; devlet kurumları arasında apaçık süren çatışmaların yarattığı siyasal kriz ve ülkenin sığınmacılar, Kürt sorunu vb kadim sorunları bugünkü iktidar eliyle çözülemez. Yönetememe hali önümüzdeki dönemin en önemli kriz kaynaklarından biri olacaktır. İktidar içindeki çatlakların derinleşeceği bir iç kavga İslamcı-milliyetçi bloğun en önemli fay hatlarından biridir.
Ülkenin dört bir yanında küçük küçük çoban ateşleri gibi yanan işçi direnişleri, çevre ve kadın mücadeleleri, gençlerin üniversitelerde ve yurtlardaki protestoları yaşanıyor… Öyle görülüyor ki laikliğe, barışa sahip çıkan on binlerce insan kendi hayatları, ülkenin geleceği için teslim olmayacaklardır. Sorun bu parçalı direniş eğilimlerinin hayatın bütün alanında birleşik bir mücadeleye dönüştürülmesidir. Türkiye’nin ilerici devrimci geleneği, bugünün direngen pratiği ülkenin üzerine bir kâbus gibi çöken siyasal İslamcı iktidara son verecek tarihsel bir birikime sahiptir.
***
Barbarlık çağında direniş ve umut
“Her şeye rağmen ülkenin en az yarısını oluşturan gerçek mücadele dinamikleri bir umut ışığı olarak yanıp sönmeye devam ediyor. Her fırsatta rejime karşı sokakları dolduran ülkenin ilerici dinamikleriyle de metal fırtınaya hazırlanan işçilerin mücadelesiyle de faşist saldırılara karşı üniversitelerine sahip çıkan gençleriyle de…”
Türkiye’yi rejimin dönüşümü, tarikatlaşma ve mücadele başlıklarında nasıl bir yıl bekliyor?
Önder İşleyen: Sadece ülkemiz açısından değil dünya açısından da zor günlerden geçiyoruz. Ülkemizde olduğu kadar bütün bölgede, dünyada adeta yeni bir barbarlık çağı yaşanıyor. İsrail, Filistin’e yönelik acımasız bir kıyım ve katliamlarla bir din savaşı yürütüyor. Avrupa’dan Amerika’ya tüm kapitalist dünya –onlarca yıldır yarattıkları yıkımın sonucu olarak yaşanan– göçmen krizi üzerinden neofaşizme teslim oluyor.
Toplumsal mücadeleler ve sokak isyanları üzerine yükselen sol dalga geri çekiliyor. Che’nin doğduğu topraklarda uzun yıllar neoliberalizme karşı çetin direnişlerin ve sol iktidarların ardından şimdi radikal bir kadın ve emek düşmanı, “organ satışı savunacak” kadar ileri giderek Trump, Mondi, Bolsonaro ve diğer benzerlerini dahi aşan faşist bir psikopat olan Javier Milei’nin iktidar gelmesi her şeyi anlatıyor sanki…
Gerçekçi olmak gerekirse buradan kolay bir çıkış yolu da görünmüyor. Liberal entelijansiya şimdi Çin ya da Rusya’nın otoriterliğini ya da Trump’ın deli fişek faşist atakları karşısında liberal demokrasinin –halen ayakta kaldığını iddia ettikleri– duvarlarına yaslanarak ve onları güçlendirerek dünyanın bu içine düştüğü karabasandan kurtulacağına yönelik bir iyimserlikle durumu idare etmeye çalışıyor.
Hiç kuşku yok ki kapitalizmin kriziyle birlikte iyice sonu gelmiş temsilî demokrasinin ve onun liberal yıldızları artık bir kurucu fikir ve güce sahip değil. Yıllarca refahın bölüşülmesi adına yarattıkları büyük adaletsizliklerin, çokkültürlülük adı altında örülen “medeniyetler savaşı”nın günahlarıyla sahneyi sermayenin yeni güvencesi faşistlere devrediyor. Kapitalizm madalyonun liberal ve faşist iki yüzünü yer değiştirerek ya da birbirine karışarak ayakta kalmaya çalışırken; Irak’tan, Suriye’den ve başka yerlerden sonra şimdi Filistin’de toprakları örten kan, gözyaşı ve barut kokusu emperyalist-kapitalist sistemin çürümüşlüğünün bir ifadesi olarak sürüp gidiyor.
***
Türkiye açısından da durum pek farklı sayılmaz. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile ülkenin başına örülen siyasal İslamcı faşizm de dünyanın başka yerleriyle paralel olarak ilerliyor. Siyasal İslamcı tek adam rejimi şimdi de –ABD’nin yeni soğuk savaş konsepti içinde– Türkiye’nin göçmenler için bir depo ülke haline getirme işlevini üstleniyor. Türkiye bu şekilde Batı için bir tampon olarak konumlandırılıyor. İdeolojik ekseni ümmetçilik üzerinden kurulan göçmen politikasıyla iktidar da ekstra bir güç devşiriyor.
Öte yandan da şimdi IMF patentli yeni sömürü politikalarıyla derinleşecek yoksulluk ve eşitsizliğin yarattığı sosyal bunalım karşısında da din rızanın en önemli kaynağı olmaya devam ediyor. Toplumsal tepkilerin sistem içinde tutulabilmesinin –ve yardım ağlarıyla kurulan stepnenin– en önemli araçlarından birisi olarak tarikat ve cemaat işlev kazanıyor. Bütün bu yönleriyle siyasal İslam emperyalist-kapitalist sistem için bulunmaz taşıyıcı ve bir sömürü aracı.
Seçimlerin ardından rejimin yukarıdan inşasını derinleştirme çabası içinde dincileştirme temel ve aleni bir politika haline geliyor. ÇEDES projeleriyle tüm okulların tarikat egemenliği altına sokulmaya çalışılmasını da, sokakları kaplayan karanlık içinden yükselen hilafet çağrılarını da hiç hafife almamak gerek. Bu gerici ataklar aynı zamanda kimi zaman Filistin’in kıyımı karşısında biçareliğin, kimi zaman yoksullaşmanın üzerini örtecek bir istismar aracı olarak kullanıldığı açık. Ancak esas olan İslamcı rejimden bütün çıkış yollarını kapatmak yönündeki –yeni ataklarla sürdürülen– girişimlerdir. Önümüzdeki dönemde belirleyici olmaya devam edecek bir siyasal İslamcı baskı karşısında her alanda örgütlenecek birleşik direnişler gelecek günlerde devrimci mücadelenin en önemli alanlarından birisi olacaktır.
Bu konularda yıllardır bitmeyen liberal “demokratik İslam” safsataları altında, “asıl İslam” bu değil diyerek sol ile İslam arasında bağ kurmaya yönelik ezberlerin artık ciddiye alınır bir yanı yok. Tüm acımasızlığı, karanlığı ve çürümüşlüğüyle ülkenin üzerine çöken bu karanlıkla kurulacak tek ilişki, onu ortadan kaldırmak üzere harekete geçmekten başka bir şey olamaz. Bunun yolu da artık aşağıdan örgütlü bir kitle mücadelesini hayatın her alanında geliştirerek, bu yolda birleşerek olabilir…
Her şeye rağmen ülkenin en az yarısını oluşturan gerçek mücadele dinamikleri bir umut ışığı olarak yanıp sönmeye devam ediyor. Her fırsatta rejime karşı sokakları dolduran ülkenin ilerici dinamikleriyle de, metal fırtınaya hazırlanan işçileriyle mücadelesi de faşist saldırılara karşı üniversitelerine sahip çıkan gençleriyle… Bütün bu direniş dinamikleri bize dayatılan hayatın asla kabul edilmeyeceğinin bir güvencesi olarak bugün de ayakta duruyor. Bunca haksızlık, zalimlik ve adaletsizlik elbette sonunda galip gelemeyecek, bu kötülük eninde sonunda kaybedecek. Ama bu kendiliğinden ya da başkaca güçlerin inisiyatifiyle olmayacak. Başarmak için her koşulda direnmek ve mücadele etmekten başka bir çıkış yolu yok. Akılla, bilinçle, yürekten inanarak ve karanlığın üzerine yürüyecek bir cüretle birlikte direnerek yeni umutların kapıları aralanacak…
***
2024’te Türkiye’yi bekleyen daha fazla bağımlılık
“Türkiye’nin dünya ile ilişkileri pek çok başka başlıkta da değerlendirilebilir. Ancak ana başlıklara bakıldığında, AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin egemenlik hakları bakımından başı öne eğilmeyen bir ülke olduğunu söylemek mümkün değil.”
2024’te Türkiye’yi dış politika açısından nasıl bir yıl bekliyor, iktidarın Batı ile ilişkileri, orta doğuda süregiden Suriye, Filistin krizlerinde Türkiye’nin varlığı sizce nasıl şekillenir?
Cangül Örnek: 2024 yılı dünya için karanlık bir yıl olacak. Filistin’de yaşanmakta olan soykırım bile böyle bir niteleme için yeterli. Avrupa’da Rusya-Ukrayna Savaşı sürüyor. Niceliksel olarak bakıldığında da umut veren bir tablo ile karşılaşmıyoruz. 2023 yılında dünya genelinde silah şirketlerine verilen siparişler attı. Financial Times’ın silah şirketlerinin verilerine dayanarak yaptığı analize göre, Ocak-Haziran 2023 silah siparişleri 2022 yılı toplam siparişlerine yaklaşmış durumda. Bu silahların bir kısmının bu yıldan itibaren kullanılacağını varsayarsak barış dolu günlerin ne kadar uzak olduğumuzu anlayabiliriz. Siyasi cephede de işler dünya halkları için iyi gitmiyor. 2023 yılının son büyük seçiminde, Arjantin ve Hollanda’da iktidara sağcı, ırkçı liderler geldi. 2024 yılında pek çok büyük ülkede seçimler olacak. Ancak rüzgârı tersine çevirecek bir sonuçla karşılaşma olasılığımız oldukça düşük.
Bu tabloda biraz olsun umut veren tek şey, Filistin için Batıda yapılan eylemler ve sürmekte olan tartışmalar oldu. ABD, Avrupa halkını Ukrayna savaşında NATO yayılmacılığına ikna etmişti. Savaşın başlamasının hemen ardından NATO’nun genişlemesi bu şekilde mümkün oldu. Ancak şu anda İsrail’in işlediği suçlar, uluslararası medyanın tüm sansür ve maskeleme çabalarına büyük tepki yaratıyor. Özellikle Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’na İsrail aleyhine yaptığı başvuru çok önemli bir dönüm noktası oldu. Çünkü İsrail’in saldırganlığının Batı kamuoyunda meşrulaştırılmasının tek yolu, yaşananları Yahudi-Müslüman savaşı olarak göstermekti. Ancak Güney Afrika bu denklemi işlemez hale getirdi.
Türkiye bu tabloda nerede duruyor? Bu karmaşık tabloda Türkiye tutarlı bir dış politika geliştirmekte zorlanan ülkelerin başında geliyor. AKP iktidarı çok kısa süre içinde birbirine zıt politikaları ardı ardına uygulamak zorunda kaldı. Boyundan büyük Osmanlıcı hayallerle geliştirdiği politikalar, öncelikle sahada darbe aldı. Bunu Suriye’de, Libya’da, Akdeniz politikasında izledik. Diğer yandan ülkenin bağımlı ekonomik yapısı, Türkiye’ye para akışının büyük ölçüde kesilmesiyle Türkiye’nin emperyal hayallerini sert bir şekilde akamete uğrattı. AKP iktidarı Türkiye ekonomisinin yapısal gerçekleriyle zorunlu olarak yüzleştiği anda, pek çok bölge ülkesiyle gerilen ilişkilerini pek de itibar kazandırıcı olmayan bir şekilde tamir etme yoluna gitti. Son iki yıldır yoğun olarak bu yönde bir bölge diplomasisi uygulanmaya çalışıldığını görüyoruz.
Öte yandan AKP iktidarının soykırımla suçlanan İsrail’le ekonomik ilişkileri kesmeye yanaşmaması da, “milli ve manevi değerlere uygun dış politika yolu”nun aslında “ticaret en kutsal faaliyettir” rotasına oturduğunu anlatıyor. Bir genelleme yaparsak, iktidar, Türkiye’nin dış dünya ile ilişkilerinde ana prensip olarak egemenlik haklarını korumayı değil, para kazanmayı benimseyen bir iktidar pratiği sergiliyor.
Üstelik AKP iktidarı bu süreçte ülkeyi tehlikeli bir yola soktu. Osmanlıcı-yayılmacı emellerle çıkılan yoldan kapitülasyon benzeri imtiyazlarla geri dönüldüğünü görüyoruz. Özellikle Birleşik Arap Emirlikleri ile yapılmaya çalışılan son enerji işbirliği anlaşması, ülkenin egemenlik haklarını ihlal eden hükümler taşıyor. Bu anlaşma ile enerji ve doğal kaynaklar konusunda bu ülkeye öncelik veren çok sayıda imtiyaz tanınıyor. Büyük projelere düşkünlüğü ile bilinen iktidarın bu projeler için yabancı şirketlere verdiği garantiler de, ülkeyi uzun vadeli bir borç ve bağımlılık mekanizmasının içine hapsettiği oranda aynı tehlikeyi barındırıyor.
2023 yılında iyiden iyiye belirginleşen, bir tarafında ABD-NATO’nun diğer tarafında tam bir cephe oluşturmasalar da Çin ve Rusya’nın yer aldığı odaklar arasındaki mücadelenin sertleşmesi de, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi zorlayacak gelişmelerden biri olacak. Türkiye şu anda ABD-NATO bloğundan uzaklaşmadan Çin ve Rusya ile ilişkileri iyi tutmaya çalışıyor. NATO genişlemesine oyalayıcı davranmakla birlikte onay vermesi, bu politikayla uyumlu. AKP iktidarı, İsveç’in üyeliğine onay vermeyi geciktirmekle birlikte bu konuda önünde sonunda ABD’nin arzu edeceği adımı atacaktır. Ancak iktidarın bu adımı, ABD ile yapılan askerî anlaşmalar konusunda ABD yönetiminden istediklerini koparamadan atacağı anlaşılıyor.
Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri büyük ölçüde iki başlığa daralmış durumda: ticaret ve göç. Türkiye, Avrupa’ya göç akınını kendi toprakları içinde tutarak engelleyen, Avrupa için kullanışlı bir çeper ülke olma konumunu sürdürecektir. Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri geçmişte de eşitlik ilkesine dayanarak işlemedi. Ancak AKP iktidarının, Avrupa Birliği ile yaptığı son göç anlaşması, hem göç eden insanların haklarının ihlal edilmesine yol açıyor hem de Türkiye’nin “para karşılığı göçmen kampı hizmet veren bir çeper ülke” statüsünü benimsemesi anlamına geliyor. Üstelik karşılığında Türkiye vatandaşlarına uygulanan vize standartları, bu ilişkide Türkiye’nin nasıl bir muameleyi kabullendiğini göstermesi açısından oldukça onur kırıcı.
Türkiye’nin dünya ile ilişkileri pek çok başka başlıkta da değerlendirilebilir. Ancak ana başlıklara bakıldığında, AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin egemenlik hakları bakımından başı öne eğilmeyen bir ülke olduğunu söylemek mümkün değil. 2024’te dünya ile daha itibarlı bir ilişki kurulmasını beklemek için gerçekçi bir neden bulunmuyor.