“Doğu” veya “Asya” denince, kültür/din merkezleri olarak akla Çin (Konfiçyüscülük, Taoizm), Hindistan (Budizm, Hinduizm), İran (Zerdüştlük, Maniheizm) gelir. Rusya, coğrafi açıdan Asya ile Avrupa’nın arasında “Avrasya” olarak, kültürel açıdan Ortodoxluk ve Avrupa kültürünün etkilediği ayrı bir kategoridir. “Batı” dendiğinde de, Judeu-Grek kökenli (Yunan felsefesi ve Roma Kilisesi) olarak, daha sonraları da Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Teknoloji/Endüstri devrimi ile birlikte bugünkü Avrupa (AB) ve ABD akla gelir. Ayrıca “Doğu”, genel olarak Hegel’in dediği gibi dizginsiz, başı boş hayal gücünün kavramsız idealizmi, düş görmekte olan ruh, evrensel panteizm, sürekli bir uyuşukluk, narkoz ve despotizm demektir. “Batı” denince de sarışın yabanıllık, kahramanlık, kavram, güç istenci(tuğyan), sebeplilik, duyumculuk ve felsefe akla gelir.
“Doğu Akdeniz” veya “Orta Doğu” dendiğinde de, kadim kültür merkezleri olarak Mezopotamya, Mısır, Kudüs (Filistin) ve Mekke akla gelir. Burası genel olarak ne “Doğu” dur, ne de “Batı”dır. Doğu ve batının bir sentezi de değildir. Özellikle Kudüs ve Mekke’de insan ruhu Tanrı tarafından akıl ile çerçeve içine alınmıştır( İbrahimi Monoteist Vahy ve Peygamber geleneği). Bu bağlamda kültürel olarak “yüzünü doğuya veya batıya dönmek bir erdem olmadığı” (2/177) gibi, coğrafi olarak “Doğu da, Batı da Allahındır.” (2/115). Kudüs ve Mekke, Atina’nın Ontolojiyi ilk felsefe olarak koyma girişimine karşı, Ahlakı ilk felsefe olarak koyma girişimidir; ancak, doğu gibi ontoloji ile teolojiyi birbirine yedirerek mezcetmiş (panteizm) değildir. Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, insanın hakkı insana verilir.
Sekizinci yüzyıldan sonra müslüman İran, kadim Pers dini geleneğinin (Zerdüştlük ve Manihaizm) Mekke ile (İslam) bir sentezidir (Şiilik). Uzun yıllar Uzak Doğu’da Moğollar ile komşu veya iç içe yaşamış tek tanrı inancına sahip Şaman Türkler (Hunlar ve Oğuzlar), göçebe bir kavim olarak yine göçebe ve daha savaşçı Moğollardan kaçarak batıya yöneldikten sonra 9. Yüzyıldan itibaren İslam’ın Mistik yorumu üzerinden (Ahmet Yesevi) müslüman oldular. Bu bağlamda Selçuklu İmparatorluğu, şaman-mistik, İran (Batınilik) ve Sünni/Arap etkisinin (Nizamiye medreseleri) bir sentezidir. Osmanlı İmparatorluğu, Selçuklu-Anadolu sentezine biraz Bizans/Balkan (İstanbul) katkısı ile yapılmış ikinci bir sentezdir. Türkiye Cumhuriyeti, bu sentezin çökmesinden arda kalan etnik-kültürel öğeye jakoben bir elit gurup tarafından biraz Batı aşısı yapılarak elde edilmiş başka bir sentezdir. Bu son yapı, biraz “kestaneden çıkıp kabuğuna tükürme” hadisesidir. Şerif Mardin’in dediği gibi, Kemalizm, kültürün kimlik/kişilik yaratan katında yeni bir anlam dünyası yaratamamıştır.
Son dönemlerde Türk politik elitlerinin “modellik” sevdasıyla dillerine pelensek ettikleri “Türkiye hem Doğu(lu) hem de Batı(lı)dır” iddiası, bu çerçevede doğru değildir. Külliyen tarihsel, kültürel mesnedden yoksun bir iddiadır. Türkiye, kendine has bilinçli ve halkının iradi katkısı ile kimlik sentezi yapmış bir ülke değildir. Doğu ile Batı arasında üzerinden kültürel, ekonomik ve politik olarak geçilen pasif “Köprü” metaforu, Türkiyeyi izah etmeye daha uygundur. Daha doğrusu Türkiye, fiilen kimlik bunalımı yaşayan bir ülkedir. Bundan dolayı, Türkiye’deki başlıca kimlik iddialarını milliyetçilik bağlamında Türk-Kürt, dinsel bağlamda Alevi-Sünni ve politik bağlamda Muhafazakar-Seküler/laik bölünmeleri anlamak kolaydır. Tarihsel/kültürel olarak yıpranmış bir kimliğe körü körüne yapılan bir yabancı aşı toplumu toparlayamadı.
Benim kimlik talebim, Yeryüzünün en son dini olan Müslümanlığın bir üst-kültürel kimlik-kurucu olarak metafizik ve ahlak bağlamında -kitabi/teolojik olarak- bilinçli bir şekilde benimsenmesi (sıbğatullah: Allah’ın boyası,2/138) ve eğitim olarak Batıdan aklı kullanmayı/düşünce ve bilim üretmeyi öğrenmektir. Ancak o zaman, övünülebilecek ayrı bir şahsiyetimiz, tutarlı bir kimliğimiz olur.