Son günlerde dindar nesil yetiştirme tartışmalarının arasına bir de tinerci diye adlandırılan sokak çocukları girdi. ‘Yetiştirilemeyen neslin’ simgesi oldular.
Bu topraklar da nesil yetiştirme Osmanlıdan kalma geleneksel bir pratik. Enderun okulları asırlarca Osmanlıya bürokrat yetiştirdi. Ne zaman ki ‘’ebed devlet’’ çözülüp kapitalizm imparatorluğu atomize etti, bu sefer jön türklerle birlikte ‘adam’ yetiştirme Osmanlıyı vuran dalganın mabedinde gerçekleşti.
Mizancı Muratlar, Rıza Nurlar, Ahmet Cevdetler, Namık Kemaller Avrupa’da özellikle de Fransa da yeni dünyanın kodlarını keşfetmeye uğraştılar. Cumhuriyete kadar bu neslin ortaya koyduğu fikirsel maslahat Osmanlıdan kopuşu cumhuriyete eklemlenişi idare etti. Genç cumhuriyette yeni nesli Avrupaya taşıdı. Örneğin en hızlı İslamcı muhaliflerden biri olan Necip Fazıl dahi cumhuriyetin daha ilk yıllarında Fransa da Sorbon üniversitesinde felsefe eğitimi aldı. Osmanlıdan bakiye kalan bir bürokratın torunuydu çünkü… O da diğerleri gibi cumhuriyetin temel niteliklerine zarar verecek bir ‘aldanışın’ içinde buldu kendini. Bu kadar arıza tip peydah olunca cumhuriyet bu sefer ‘nesil yetiştirecek nesil’ yetiştirmeye başladı ve Halkevleri, köy enstitüleri gibi kurumsal yapılar ortaya çıktı.
Resmi ideolojinin bu kurgusal nesil üretme çabasına muhalif gruplarda cevap verirken aynı metodolojiyi kullandı. Alternatif nesiller üretildi; Asımın nesli, Diriliş nesli, Büyük Doğu gençliği gibi özellikle dindar kesim nesil üretme fabrikaları kurdu. Nesil üretmenin handikaplarından biri kurumsallaşma olduğundan, devlet mekanizmasına karşı dikkat ve denge unsuru devreye girdi. Bu en çok ta nur cemaatinin öncelediği bir durum oldu. Tedbir adına verilmedik tavizler olmadı. Bu aynı zamanda içe kapanma ve toplumun diğer arizi konuşlarına karşı duyarsızlığı da getirdi. Kendi kurduğu oyun bozulmasın diye Müslümanlar ne yoksullukla ilgilendi, ne farklı halkların sorunlarıyla ,ne de YÖK’le… Çünkü bir gün mutlaka devleti ele geçireceklerdi. Aynı jön türklerin kurduğu ve gerçekleştirdiği hayal gibi. 28 şubat dahi bu devleti ele geçirme hırsını törpüleyemedi. Gerekirse en temel itirazlardan feragat edilebilirdi.
Formel olana dokunmadan dinsel değerlerin iç yapısını bozucu her eyleme başvurulabilirdi. Faiz kutsanıp çiftçiler ve yoksullar analarıyla anılabilirdi. İşte bu dönemde de aslında bir nesil yetişti. 28 şubatın dindarlara eğitim alanında vurduğu darbe, bir nevi dindar kesimini bireysel kurtuluşunu sağladı. Genç cumhuriyetin Fransız Sorbon üniversitesi varsa ikinci cumhuriyetçilerin de Viyana üniversitesi vardı artık. Bir şekilde Avrupa yüzü görmemiş yeni genç dindarlar varolan iktidarın temel nimetlerinden faydalanamazdı. Kendi çocukları büyük ihalelerin, hatta milletvekilliğinin yolunu tutarken ; yoksul Müslüman gençler artık işlevini yitirmiş olan vakıflarda, derneklerde ayak işleri yaparlar.
DİNDARLIKLA GÜDÜLENEN NESİL…
Devleti ele geçirme bir formulasyon. Bunun altında yatan devletin çıkar boyutunu kendi bünyesine alabilme… bu ele geçirişte mesafe katedildikçe toplumu dizayn etme güdüsü daha bir ön plana çıkmakta. Bu toplumu güdüleme sanki konu dindarlık olunca makul görünebilirmiş gibi bir izlenim var. Oysa bu da gene Kurandan bihaber dindarlığın yanılsamasından öte bişey değil :
Ey iman edenler! Peygamberinizi çağırırken ‘’bizi güt’’ demeyin, ‘’bizi gözet’’ deyin. Sözü iyi anlayın…
( bakara 104)
Bu ayet genç nesle nasıl bir ilişki kurulması gerektiğini o kadar güzel anlatıyor ki ? güdüleme bir nevi bir toplumu ‘ideal’ çerçeveye çekebilmek için programlama anlamını taşır. Toplumun ya da bireylerin kendi iç dinamizmini gözardı ederek , bilimsel ya da dinsel metinlerle oluşturulmuş bir düzeneği üzerlerine boca etmedir. Kişi burada bireysel gücünü ,iç melekelerini harekete geçiremez. Ama gözetleme de tam tersi kişi kendi potansiyelini ortaya koyabilir ve gözetleyici bu ortaya koyuşu gözlemleyip tespitlerde bulunabilir, kendince doğru olanı söyleyebilir. Yani güdüleme hareket öncesi ortaya çıkar ve hareketi belirler. Gözetle me hareket sonrası tespitte bulunur. Bu anlatımı güçlendirecek bir ayette şöyledir :
Biz insanlar için sana gerçeğin ta kendisi olan kitabı indirdik. O halde kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir. Her kimse saparsa yalnızca kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların bekçisi değilsin
(zümer 41)
Bireyin kendi özgür iradesi ile alacağı kararın nasıl da belirleyici olduğunu çok açık ifade eden bir ayet.
Güdülemeyle nesil yetiştirenler homojen bir topluluk oluştururlar. Bu birbirinin aynısı refleksleri ortaya koyanlar ,farklı bir toplulukla karşılaştıklarında yabancılaşır ve kendine benzemeyenleri itham etmeye başlar. Türkiye’de genel toplumun en çok yabancılık çektiği kişiler ise ‘tinerci’ olarak adlandırılan öksüzler, yetimler, yoksullar ve dışlanmışlardır. Kendi neslini idame ettirmek için de en uçta görünene ve an az bilinene saldırılır. Böylelikle nesil yayılmacılığının boyutunu da aşmış olacaklardır. Çünkü tinercilere karşı sadece hali hazırdaki genç dindar nesil ‘ıyyy’ yapmamaktadır. Asıl mesaj daha daireye girmeyen gençlere :’ bak ya dindar bir nesil olursun ya da tinerci’ mesajı da verilmektedir.
Oysa o çocukların birçoğu ya ailelerini kaybetmiş, ya da aileleriyle anlaşmazlığa düşmüş, yoksulluktan ötürü ihtiyaçları karşılanamamış hale gelmiş, ya da özgür iradeleriyle sisteme teslim olmayıp kendi özgürlüklerini kurmuş insanlardır. Birileri sigara içmek, her akşam dizi izlemek, her yaz tatil yapmak, hafta sonları balık tutmadan yapamamak gibi bir alışkanlığın içinde olabilirler. O sokaktakiçocukların böylesi alışkanlıkları edinme ihtimalleri yoktur.
Kendilerini ayakta tutabilecek tehlikeli ama ‘düşene kadar’ hayatta tutan alışkanlıkları olmakta… En azından içtikleri tiner onları sıcak tutmakta, acılarını bir nebze olsun dindirmektedir… Yani modern insanın her gün, her dönem yerine getirdiği alışkanlıklardan çok daha işlevseldir. Tinerci yaftası da bu insanların yoksul, yetim ve öksüzlüklerini örselemek için kullanılmış bir aldatmacadan başka birşey değildir. Oysa Kuran bu çocuklarla girmemiz gereken ilişkiyi çok açık ifade etmektedir :
… bir de sana öksüzler hakkında soruyorlar. Onlara söyle: öksüzlere kucak büyük erdemdir. Eğer öksüzlere kol kanat gererseniz, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah yapıcı olanı bozucu olandan ayırır. (Bakara 220)
İBADET RİTÜELLEŞİR; ‘TİNERCİ’ YABANCILAŞIR
Öncelikle İslam dini insanların belli zamanlarda ifa etmesi için ritüel üreten bir din değildir. Her ibadetin zaten sosyal yapı içinde bir anlamı ve karşılığı vardır. Örneğin namaz ibadeti her aşaması ile insanların sosyal düzenlerini betimler. Namaz bazı fiilleri yerine getirmekten ziyade, sosyal yapı içerisindeki farklılıkların nasılda eşitlenebileceğinin en bariz göstergesidir. Namaz ile birlikte Müslümanlar tek hat halinde ibadet ederler. Bütün sosyal kimlikler tekbir potada erir ve her namaz da toplumsal ilişkiler yeniden üretilir. Namazda yapılan hareketlerden tutun da okunan ayetlere kadar hepsinde sosyo-ekonomik ve siyasal mesajlar vardır. Örneğin bir gücün karşısında kıyama durmak, Fatiha süresi ile ona methiyeler düzmek ve sonra karşısında eğilmek politik bir haldir. Biz bu halimizle iktidarın gerçek sahibini selamlayarak varolan beşeri hiyerarşilere karşı nerde durmamız gerektiğini öğreniriz.
Farklı uğraşlar içindeki bireyler namazla biraraya gelerek aralarında doğabilecek farkları asgariye indirmek için zemin bulmuş olurlar. Cemaatle namaz kılmanın böyle bir önemi vardır. Normal koşullarda gün içinde göremeyeceğin kişiler farz ibadetle karşına çıkabilir ve böylece sosyal düzene çekidüzen verilebilir. Bir nevi namaz; Allah’ım işte biz böyle biriz birlikteyiz ve eşitiz mesajını da verir.
Diğer ibadetlerde de aynı açıdan değerlendirilebilir. Örneğin oruç belirli zamanlarda toplumu sosyo-ekonomik olarak eşitleme ibadetidir. Evet Allah bizim aç kalmamızdan hoşnut olmayabilir. Oruç ibadetinde daha derin anlamlar arayabiliriz. Ama kanımca Allah insanların eşit bir toplumsal düzen içerisinde hareket etmelerinden hoşnuttur. Bu ibadet sayesinde eşitleniriz. Allah bize yoklukta eşitliği sağlamış olmaktadır. Bize düşen ise bu eşitliği oruç döneminden sonra bütün hayata bollukta yayabilmektir. Çünkü Allah’ın nimeti sonsuz ve boldur. Mesela ramazan bayramı bollukta eşitliğin bir göstergesidir. Her ne kadar kurumsallaşmış geleneksel din yorumu bayramları eşe dosta ziyaret etmeye indirgemişse de asılında bayramlar toplumun varolan zenginlikleri paylaşmaya başlangıç noktasıdır. Muhacirle Ensarın buluştuğu Medine’deki; olanın olmayanla paylaşma günü dini bayramların da esinlendiği gündür. O yüzdendir ki biz de sembolik olarak ziyarete gelenlere ikramda bulunuruz. Maalesef kurumsal dinin çizdiği dar çerçeve ancak buna müsaade edebilmektedir.
Namazın ve diğer bütün ibadetlerin toplumsal, siyasal ekonomik boyutunu sıfırlayarak ,onları İktidarlarına araçsal kılıp, kalkınma hamlesi yapanlar elbette ibadetlerin ritüelleşmesinin de yolunu açanlardır.
Eğer var olan dindar nesil her gün namazda okuduğu Maun suresinin anlam dünyasına girebilseydi, kıldığı namazın hangi koşullarda Allah tarafından makul karşılanabileceğini de bilirdi. Namazın bir toplumda yoksul, ‘tinerci’, dışlanmış kalmayana kadar mücadele etmek olduğunu ve ancak bu şekilde Allaha karşı samimi bir ibadeti ifa edebileceğini anlardı :
O dini yalanlayanı gördün mü ? yetimi iten, yoksulu kayırıp doyurmayan işte odur. Yazıklar olsun o namaz kılanlara… namazlarını önemsemezler. Onlar ki mürailik (gösteriş) yaparlar. İyilik yapmaya engel olurlar. (maun 1-7)
‘Tinerci’ yaftasıyla kronikleşmiş olan yoksulluğu ve yalnızlığı örtmeye çalışanlar ‘namazlarını önemsemeli’ ve yeniden namazlarını ayağa kaldırmalı; yeryüzünde yoksul, kimsesiz ve ‘tinerci’ kalmayana kadar…