Kur’ân, çöl ortamında insanın kadîm ve gelecekteki değişmez hırsları üzerinden konuşurken olması gereken değer ve eylemleri sıralamaktan geri kalmamıştır:
Bilinçli eylem sahiplerinden rahatsız olanların karşısında ol;[1] toplumda gelecek kaygısı ve güvenlik endişesi uyandırarak kendine itaat eden tipler üreten yönetim, sistem ve kişilerle mücâdele et;[2] gösterilenleri maymun gibi taklit eden ve söylenenleri papağan gibi tekrarlayan tiplerin üretilmesi için çabalayan eğitim ve toplum anlayışıyla mücâdele et;[3] cinsiyet, kavmiyet ve mülkiyet sınıflaşması üreten kişilerle savaş;[4] mücâdele yöntemini saldırı olmadığı sürece barışçı ortamda sürdür.[5]
Peygamber’in eşlerinden Âyşe’nin “Vicdân elçisi Muhammed’in davranışı Kur’ândı.”[6] dediği aktarılır. İlgili aktarım doğruysa Peygamber adına ortaya konan hadîs denen söz koleksiyonuna hiç gerek yoktur. Çünkü yönetim konusunda Kur’ân o kadar açık ilkeler ortaya koyuyor ki Peygamber adına saltanat ve sultanları öven tüm aktarımlar çöpe atılıyor; Peygamber’in varisi gibi davranıp halka mürşitlik, mollalık, hoca efendilik, üstadlık, üstazlık, pirlik ve rehberlik taslayan hokkabazlar ile halktan oy devşiren sahte kurtarıcıların pabucu dama atılıyor; Peygamber yoldaşlığı tanımlaması üzerinden yanmaz kefen satanların yalanları meydana çıkarılıyor; emsile, bina, maksut ve avâmîl[7] okumayı Kur’ân’ı anlamanın tek çözümü zanneden medreselilerin nasara-yensuru kalıplarına[8] gömülmüş zavallılıklarını ve kurulu düzenleri meşrulaştırma entrikalarını deşifre ediyor.
Kur’ân, doğru tercüme edilseymiş veya tarîkât, cemaat ve resmî kurumların ellerinden kurtarılıp insanlığa ait bir kitap olarak bağımsız biçimde okunsaymış çağın devrimi gerçekleşirmiş. Ancak Kur’ân sağcılığın kalesi, solculuğun düşmanı, sosyalizmin hasmı, komünizmin zıttı, barışın karşıtı, mezhebin koruyucusu, din sınıfının üzerinde tepinerek kullandığı özel malı konumuna oturtulduğundan ne Kur’ân’dan bir şey anlama olanağı doğdu ne Kur’ân dünya halklarına çözüm olabildi ne de Kur’âncı tüccarlar dükkânını kapattı. Toplumda çeştli vesilelerle çok okunan Yâsin suresi bir gün dile gelse “Okumayın beni, canımı çıkardınız, lanet olsun sizin gibi piyangocu, zenginsever, makamsever zavallılara! Asırlardır bıktım bu anlamsız okumalarınızdan, bu saçma övgülerinizden, bu mistik[9] saçmalıklarınızdan.” derdi.
Kur’ân zamanın ruhuna uygun konuşurken çöl Arap’ının algı düzeyi üzerinden çağımızı da içine alacak iletiler vermiş. Kur’ân’ı tarihsel ortamı ve evrensel ilkeleri üstünden okuyup kendi zamanındaki özgürlükçü, barışçı ve eşitlikçi ideolojilerle sentez yoluna gidenler insanlığın kurtuluşunu sağlarlar. Kimileri bunun farkında olmasa da bir gün muhakkak ilgili sentez, düşünce rüzgârının saçtığı tohumlarla bahçelerde, yol kenarlarında, göz önünde hak ettiği yeri alacaktır.
- Atatürk’ün Cumhuriyet ve Demokrasi Görüşü
Cumhuriyet’in 100. yılında cumhuriyet ve demokrasi bahsinde Atatürk’e yer vermek, Atatürk’ün bu kavramları nasıl algıladığı üzerinde durmak gerekir.
Atatürk, “Cumhuriyet yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini emin ve sağlam bir gelecek yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.”[10] sözleriyle cumhuriyetçi, halkçı, laik, milliyetçi, devletçi ve devrimci olmanın halkta güven oluşturduğunu; yepyeni bir yaşam biçimi ortaya koyduğunu savunur.
Feodal ve saltanatçı bir kültürle asırlardır yönetilen bir halkta devrimci fikirlerin hemen yer bulması imkânsızdı. Ancak geçen zamanda devrim bilincini tam kavramayan ve Atatürk’ten Kemalizm ideolojisi üretip devrimin değişerek gelişen ve gelişerek değişen bir hayat yolculuğu olduğunu görmek istemeyen Kemalist yobazlar,[11] zaman içinde tarîkât ve cemaat yobazlığının can simidi oldular. Hâlbuki devrim bilinci (inkılapçılık); kurucu değerlerin zaman ve koşullara göre sorgulanması, yenilenmesi, daha ileriye götürülmesi ve tarihsel deneyimlerden çıkarılan derslerle yeniden gözden geçirilerek yeni birikimlerle donatılması, geçmişe ait olanların geçmişe bırakılıp yeni değerlerle gelişen dünyaya entegre edilmesi demektir.
Kurucu değerlerden olan milliyetçiliğin Türkiye’de ne tür karşılık bulduğu veya bulmadığı, nasıl tanımlandığı konusunda hala sağlıklı tartışma yürütemiyoruz. Ön yargı putları, derin ırkçılık, rövanş duyguları[12] milliyetçilik meselesini bir türlü sağlıklı tartıştırmıyor. “Türkiye ahalisine[13] din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.”[14] maddesinde Türk sözcüğü farklı dinler ve ırkları önce kabul ediyor ve tümünü ırk veya din üstünden adlandırma yerine Türk tanımı içine alıyor, Türkiye halkının bir ulus adı olarak Türk sözcüğünü benimsiyor. Bu yaklaşımı oldukça eksik görsem de bu haliyle bile oldukça kapsayıcı, kucaklayıcı ve demokratiktir. Ancak daha sonra “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür.”[1] denilerek 1924 Anayasası’nın halkları ve ırkları kapsayan açık tutumu reddedilmiş, tuhaf bir Türk tanımı benimsenmiştir. Pratiğe baktığımızda etnik[15] Türk kimliği lehine yürütülen tarih ve dil politikaları diğer kimliklerden esirgenmiştir. Türk tarihi ve Türkçe üzerinde yürütülen güzel çalışmalar ulus bileşkesinin bileşenlerine çok görülmüştür.
İlgili Anayasa maddelerinde Türk’ün ırk ve din adı olmadığı söylenmesine rağmen Türk kavminin mâzîsi ve kültürel mirası üzerinde çalışmalar yapılırken diğer kavimlerin tarih ve dili hakkında bilimsel üretimler yapılmaması; Türk milleti ifadesinin pratikte sadece Türk kavminin niteliklerini içermesi bir çelişkidir. Bu olgu yadsınamaz bir politik gerçekliktir. Hâlbuki Türk sözcüğü 1924 Anayasası’ndaki birleştiricilik rolü üzerinden ulus bileşenlerinin tamamına eşit avantaj sağlamalıydı. Böylesi ayrıştırıcı bir eylem demokrasinin eşitlik ilkesiyle çelişir. Bu eleştirileri bugün herhangi bir mezhepten olmasam da Sünnî-Hanefî kültür çevresinden ve Türk-Türkmen (Yörük) soy genetiğinden gelen biri olarak yapıyorum.
Kurucu değerlerin içinde hayran olduğum laiklik, cumhuriyetçilik, inkılapçılık, halkçılık ve devletçilik gibi devrimci ilkeler nasıl ki çağın algısıyla revize edilerek geliştirilmesi gerekiyorsa milliyetçilik ilkesi de elekten geçirilip demokratik cumhuriyete yakışır biçimde kapsayıcı bir analizle ele alınmalıdır. Aksi takdirde söylemde olmasa da eylemde etnik bir içerik taşıyan milliyetçilik hamuruna ne kadar su verilse de bu hamurdan bir türlü ekmek yapacak kıvam tutturulamayacaktır.[16]
Mezhepçilerin tarîkât ve mezhebine laf söylettirmeyip imamlarını, şeyhlerini, parti liderlerini Tanrılaştırması gibi Kemalistler de inkılapçılık (dinamik devrim) ilkesini görmezden gelerek, eleştirilmesi imkânsız ve Tanrılaştırılmış bir Atatürk yaratarak mezhepçi yobazlığın tersinden tekrarı oldular. Böylece Kemalizm yücelirken Atatürk öldürüldü.[17] Bunun sonucunda Atatürk’ün fikri, vicdânı, irfânı hür olma ideali tarihe gömüldü; bilim ve aklı miras bırakan vasiyeti terk edildi; “Başladığımız devrim ve yenilenme bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki devirlerde de böyle olacaktır.”[18] sözlerindeki sürekli devrim hedefi sanki hiç söylenmemiş gibi davranıldı.
Atatürk, 1789 Devrimi’ni analiz ederken Türkiye Cumhuriyeti devriminin de Fransa Devrimi’nin takipçisi olduğunu, ancak insanlığın ilerlemesi ve gelişmesi yanında toplumsal koşulların değişmesiyle Fransa İhtilali düzeyinde kalınamayacağını, devrimin yeni şartlara göre güncelleneceğini söylemiştir.[19] Böylece Atatürk dolaylı biçimde Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923-1938 arasına hapsedilmesine karşı olduğunu belirtmiş oluyor. Günümüzde demokratik cumhuriyeti bir türlü içselleştiremeyen pek çok insan, devrimi olmakta ve sürmekte olan bir değişim süreci değil de olmuş bitmiş bir durum sanmaktadır. Ne var ki inkılapçılık (devrim bilinci) sürekli yenilenen ve asla zamanın gerisinde kalmayan dinamik eylemlerdir. Bu bağlamda başta milliyetçilik olmak üzere tüm kurucu değerlerin içeriği daha gelişmiş ve ilerlemiş bilimsel birikimlerle donatılıp çağın ihtiyacına göre yeniden inşâ edilmelidir. Bunun adı demokratik cumhuriyettir.
“Niçin cumhuriyetle yönetilmeliyiz?” sorusuna Atatürk “Cumhuriyet ahlâkî fazilete dayanan bir idâredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık, korkuya ve tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil ve rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.” derken özgür ve bağımsız bireylerin ahlaklı olacağını, korkuların sefil insanlar üreteceğini belirtir. Gerçekten de korku yalanı, yalan sahte ilişkileri, sahtelikler yıkımı getirir. Atatürk’ün Cumhuriyet’ten bir beklentisinin de kişilikli insanlar yetiştirmek olduğunu görüyoruz.
Atatürk’ün “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim gücü, yasa koyma yetkisi milletin tek temsilcisi olan Mecliste yansımış ve toplanmıştır. Bu iki kelimeyi bir kelime ile özetlemek mümkündür: Cumhuriyet.” sözleri Meclis’in millet egemenliğini temsil eden tek kurum olduğunu belirtir. Ayrıca bürokrasi[20] ve diplomasi[21] atama kurumuyken Meclis halkın seçtiklerinden oluşmaktadır ve halk bürokratlardan üstün olduğu gibi onun temsilcisi olan Meclis de bürokrasiden üstündür, Meclis halk adına bürokrasiye hesap sormalıdır.
Egemenliğini Tanrı’nın gölgesi olma ünvanından veya Tanrı’nın verdiği yönetim yetkisinden aldığını, böylece yönetimin Tanrısal bir kurgunun ürünü olduğunu iddiâ edenlerin tarihin çöplüğüne atılması cumhuriyetçiliktir. Yönetme hakkının göklerden geldiğini iddiâ eden kut ve zillullah saçmalıklarına karşı bizzat halkın iradesiyle yöneticilerin seçilmesi Türkiye halkları, Türkiye ulusu ve Türk tarihi açısından da büyük bir devrimdir.
Atatürk, “Bugünkü hükümetimiz, devlet örgütümüz doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet örgütü ve hükümettir ki onun ismi cumhuriyettir. Artık hükümet ve hükümet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır.”[22] sözleriyle yöneten ve yönetilen arasında duvar ören kapris, mevki ve ulaşılmazlık hastalıklarına karşı olduğunu belirtir. Özellikle siyaset yapan pek çok Kemalist’in bir makama gelince burnundan kıl aldırmayıp tam bir makamsever olması o kimsenin devrim ilkelerine ne kadar bağlı kaldığının da göstergesidir. Atatürk, sınıflaşmaya karşı olduğunu; saraydan yönetilmeyen, halkın içinden gelenlerin halkla birlikte olduğu bir sistemin kurulduğunu vurgular. Atatürk, Cumhuriyet’in öznesi olarak halkı görür; o nedenle halktan kopuk biçimde fildişi kulelerinde yaşayanlar, aristokratik ve kapitalist düzene hizmet eden bir cumhuriyet yaratanlar, Cumhuriyet’i kullanan sahtekârlardır.
Atatürk, “Bütün dünya bilsin ki, benim için bir taraflılık vardır; cumhuriyet taraftarlığı, fikirsel ve toplumcu devrim taraftarlığı. Bu noktada yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi hariç düşünmek istemiyorum.”[23] sözleriyle Türkiye ulusunun cumhuriyetçilikten asla vazgeçmemesini, padişah hasretiyle, saray özlemiyle, sultanlık rüyalarıyla yaşamaması gerektiğini söyler. Çünkü saraya kullaştırılan bir halk olmaktan çıkıp özgür düşünebilen bir bireye dönüşmek paha biçilmez bir değerdir. O nedenle Cumhuriyet monarşik düzenlerden ne kadar üstünse cumhuriyeti oligarşik burjuva rejimine dönüştürenler de o kadar gericidir.[24]
Atatürk, cumhuriyet bilinci taşıyan bireylerin omuzunda yükselen bir cumhuriyet rejimi olması gerektiğine vurgu yapıyor, düşünsel ve toplumsal devrimciliğin yanında olduğunu özellikle belirtiyor. Bu yaklaşım bile Atatürk üzerinden Kemalizm üretenlerin ne kadar gerici olduğunu da ortaya çıkarıyor. Atatürk, devrimcilik yönünü öne çıkararak Cumhuriyet’in değişen koşullara göre gelişen bir yapıda olması gerektiğini söyler. Cumhuriyet’i ilk on beş yılına hapsedip sadece o devrin uygulama, anlayış ve yaklaşımını doğru kabul ederek pratik ve zihniyetlerin değişim ve gelişim yasasına bağlı olmadığını iddiâ etmek; zamanı durdurmaya çalışmak, değişen dünyaya ayak uyduramamak tam bir gericiliktir. Bu sebeple devrimciliğin (inkılapçılık) gereği olan ilerleme ve devrimci dönüşüm hedefini Kemalizm ideolojisi üzerinden engelleyenler örümcek kafalıların dik âlâsıdır.[25] Devrimcilik, eleştirel ve bilimsel akılcılığı da içeren bir yöntem olduğundan aklını 1938’den sonraki koşullara karşı donduranlar, tüm yaşamı sadece ilk on beş yıldan ibaret görüp çağdaş kavram ve akımları ihmâl edenler halkın geleceğini dinamitleyen gericilerdir.[26]
Atatürk, “Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını temin eden hükümet şekli cumhuriyettir.[27] Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.”[28] sözleriyle hedefin cumhuriyette kalmak olmadığını, demokrasiye geçiş olduğunu ortaya koyar. Bir devrimin gerçekleştiği ortamda her devrimci hatalar ve eksikler yapar, ancak zamanla ortam olgunlaştıkça devrim daha rafine[29] bir düzeye gelir. Bu değişmez yasa Muhammedî devrim ile Bolşevik devrimini (25 Ekim 1917) de kapsar. O nedenle T.C. devrimi de kusurlardan uzak bir devrim değildir. Ancak devrim yolunda ilerlerken sanayi, eğitim, ulaşım, üretim, kalkınma ve kadın hakları gibi alanlarda ortaya konan başarılarla büyük atılımlar gerçekleştirildi. Fakat acelecilik veya toplum ve olayları yanlış yahut eksik okumalar, kimi yönetim erkinin hırsı ve kimilerinin üstlerine şirin görünmek için ortaya koyduğu kasıtlı yanlışlar her devrimin olduğu gibi T.C. devriminin de handikapları[30] olmuştur. Atatürk’ün demokrasiyle taçlanmasını istediği Cumhuriyet 100. yılını bitirmesine rağmen bir türlü demokratik cumhuriyet seviyesini yakalayamamıştır. Çünkü Kemalist yobazlık ile tarîkatçı ve cemaatçi yobazlık Cumhuriyet’in her şeyini kullanıp kendi mahallelerinde saltanat kurmuş. Biri Atatürk övgüsüyle, diğeri Mustafa Kemâl sövgüsüyle kurdukları saltanatlarını korumak için tüm kurucu değerleri bilimsel ve sosyolojik içerikte eleştirmek ve yeniden üretmekten kaçınmış; ürettikleri totemlerinden[31] çıkar devşirmişlerdir. Üzülerek söyleyeyim ki bu tür devşirmecilik her alanda hızla devam ediyor.[32]
“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk; o, 10 yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.”[33] diyen Atatürk cumhuriyet devriminin demokrasiye geçerek seviye atlaması gerektiğini söyler ve hedefi gösterir. Fani bir insan ve idealist bir devrimci olan gerçek Atatürk’ü anlayanlar, Türkiye’nin demokratik cumhuriyet olması yönünde en heyecanlı adımları atmalıdır.
Mezhep, tarîkât ve cemaat çevreleri için tarîkâtçılık ve cemaatçiliği terk edip Kur’ân İslâmı’yla buluşmak nasıl ki İslâmcı yobazlığın ağır bir sınavıysa Cumhuriyet’ten Demokratik Cumhuriyet’e geçiş irade ve eylem planı ortaya koymak, kurucu değerlerin tarihsel ve evrensel tahlilini yaparak Demokratik Cumhuriyetle uyum sağlamak Kemalist yobazların yahut Atatürk’e yoldaşlık ettiğini savunanların sınavı olacaktır. Öz eleştirisini yapamayanlar, adım adım yok olmaya mahkûmdur.
________________________________________________________________
[1] 1961 Anayasası 54. madde, 1982 Anayasası 66. madde.
[1] Bakara, 26.
[2] Bakara, 26.
[3] Bakara, 26.
[4] Bakara, 26.
[5] Ankebut, 46.
[6] Müslim, Müsâfirîn 139; Nesâî, Gıyâmu’l-leyl 2.
[7] Emsile-Binâ-Maksut-Avâmil: Arapçanın kelime yapısı ve çekimi, cümle yapısı, isim ve sıfat tamlamaları gibi dil bilgisini içeren kitaplar.
[8] Nasara-Yensuru: Arapçada fiil çekimini öğretirken en çok kullanılan nasara ve fe’ale fiil çekimini hatırlatan ifadedir. Nasara (Yardım etti), yensuru (Yardım ediyor.) anlamlarına gelir.
[9] Mistik: Mistisizm ile ilgili. İç yöneliş, coşku ve sezgi yoluyla Tanrı’yla bağlantı kurma iddiası yöntemi(ne ait)
[10] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s. 372. (1936’da söylenmiştir.)
[11] Yobaz: Bir inanç veya düşünceye tutkuyla bağlı olması sebebiyle hoşgörü ve sağlıklı analizden uzak olan.
[12] Rövanş: Yenilenin yenmek için aynı rakiple oynadığı ikinci oyun.
[13] Ahâlî: Ehil’in çoğulu. Yerliler, yerleşik yaşam sürenler, aralarında aynı mekânı paylaşmaktan başka ortak yönü olmayan topluluk, halk. Bir ülke, şehir veya semtte oturanların hepsi, toplanmış olan kalabalık.
[14] 1924 Anayasası, 88. madde, www.anayasa.gov.tr.
[15] Etnik: Kavmî, kavimle ilgili, kavimsel. Bir sosyal grubun her türlü ırk, dil veya kültür özelliğine ait olan.
[16] Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2007.
[17] Yaşar Nuri Öztürk, Halkın Yükseliş Hareketi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2004.
[18] Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık, Ankara, 1998.
[19] Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık, Ankara, 1998.
[20] Bürokrasi: Devletin iç işleyişinin atanan memurlar eliyle yürütülmesi. (Bürokrat: Devletin iç işleyişini yürüten memur)
[21] Diplomasi: Devletin dış ilişkilerinin atanan memurlar eliyle yürütülmesi. (Diplomat: Devletin dış ilişkilerini yürüten memur)
[22] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, 435. s. (1927’de söylenmiştir.)
[23] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, 189. s. (1924’te söylenmiştir.)
[24] Yaşar Nuri Öztürk, Atatürk’ten Sonraki CHP, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2004.
[25] Dik âlâsı: Çirkin bir özellik(i), davranış veya durumun en ileri biçimi.
[26] Zafer Toprak, Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2020.
[27] Afet İnan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 410-411. (1930’da söylenmiş.)
[28] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s. 251. (1933’te söylenmiş.)
[29] Rafine: Arınmış, arıtılmış, süzülmüş.
[30] Handikap: Çıkmaz, elverişsiz durum, engel.
[31] Totem: İlkel toplumlarda topluluğun ondan türediği kabul ediliği için dokunulmaz, eleştirilmez ve saygı gösterilir bir konumda tutulan hayvan, ağaç, rüzgâr gibi bir doğal varlıklar. Yani bir kabilenin kendine ata kabul ettiği ve bu sebeple adını taşıdığı bir hayvan, bitki veya doğal bir şeydir. Totemcilik; bir varlık veya nesneye dinsel, büyüsel, mistik anlamlar yüklenmesi ve bu anlam üzerinden topluca bağlanılmasıdır. Kutsal anlamlar yüklenen hayvan, bitki veya bir şey o grubun birlik duygusu ve normları açısından sembolik bir tutkal değeri taşır.
[32] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşına Bir Bakış, 5. baskı, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2012.
[33] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, 5. baskı, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015.