- Laik Tanrı
Laiklik; dindâr ve dinsiz, mezhepli ve mezhepsiz, inançlı ve inançsız, deist[1] ve teist,[2] panteist[3] ve panenteist,[4] ateist[5] ve agnostik,[6] materyalist[7] ve spritüalist[8] düşünce, iddiâ ve tezler karşısında yönetimin tarafsız kalması; devletin bunların hiçbirini kayırmaması, yönetimin bunlardan hiçbirine teslim edilmemesidir. Bu sebeple devletin din, mezhep ve ideoloji seçmeyerek insan merkezli ve ortak akla dayalı bir hukûk düzeni kurmasıdır. Gerçek bir halk iktidârı da ancak bu şekilde kurulacağından laiklik olmadan var olamayan demokrasi de “laiklik testisindeki suya”[9] benzer.
10 Aralık 1948’de BM’nin kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi şöyle demektedir:
Madde-2: Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. İnsanlar ulusal ve toplumsal kökenleri, zenginlikleri, doğuş farklılıkları ya da herhangi başka bir ayrım gözetilmeksizin bu bildirgede belirtilen tüm haklar ve özgürlüklerden yararlanabilir.
Madde-18: Herkes düşünce, vicdân ve din özgürlügü hakkına sahiptir. Buna göre, herkes din ya da inanç değiştirmekte özgürdür. Ayrıca dinini ya da inancını tek başına veya toplulukla birlikte açık yahut özel olarak ögretim, uygulama ve ritüellerle açıklama özgürlügüne sahiptir.
Madde-19: Herkesin düşünme ve anlatma özgürlügü vardır. Buna göre hiç kimse düşüncelerinden dolayı rahatsız edilemez. Ayrıca ülke sınırları söz konusu olmaksızın bilgi ve düşünceleri her türlu araçla aramak, sağlamak ve yaymak hakkına sahiptir.[10]
BM yukarıdaki kararlarıyla insanlık tecrübesi ve onurunu tahta oturtmuştur. İlgili kararlardan geriye dönüş gericilik, ilkellik, yobazlık ve insan düşmanlığıdır.
“Laiklik, bütün din ve inançlara saygıyı öğretir ve devletin herkese karşı tarafsız olması kuralını getirir. Bu kural ülkede barışın teminatıdır.”[11] görüşü BM’nin evrensel ilkeleriyle uyumlu bir tespittir.
Atatürk, laikliklik konusunda hangi tarihsel tecrübeye dayandığını, devletin adlî ve siyâsî düzeninin hangi ilkeden hareketle bina edildiğini söylerken Mecelle’nin “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişeceği ilkesi reddedilemez.”[12] kuralından ilham aldığını belirtmiştir.[13] Atatürk’ün Osmanlı deneyiminden ve özel yaşamından hareketle rehber kabul edebileceği en güzel kaynak bir süreliğine de olsa Mecelle’ydi.[14] Zira Mecelle, Osmanlı aydınlanmasının hukûk ve politikadaki en mükemmel aşamasıydı. Osmanlı, zamanın çarkları arasında eridiği için geç de olsa ürettiği Mecelle’yi tam anlamıyla uygulama aşamasına geçemedi. Ancak TBMM’nin açılması (1920), Teşkilât-ı Esâsiye’nin kabulü (1921 Anayasası), saltanatın kaldırılması (1922), Cumhuriyet’in ilanı (1923), hilâfetin kaldırılması (1924), Mecelle’nin kaldırılıp yerine Ceza Kânunu ve Medenî Kânun’un kabulü (1926), kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması (1930), laikliğin kabulü (1937) gibi devrimlerin arkasında zamanın ruhunu doğru okuyan, Mecelle deneyimini gören, çağdaşlaşma yarışında yol almanın usullerini fark eden, medenî dünyada yer kapmanın fırsatlarını arayan ve cehâlete teslim edilmiş bir halkı ayağa kaldırmanın yöntemlerini araştıran akılcı bir arayışın izlerini görürürüz. Bahsi geçen devrimler gerçekleşmeden gelecek inşâ edilemezdi.
Osmanlı statükosundan beslenerek varlığını sürdüren muhâfazakâr çevreler, kaybettikleri zenginlik ve konforlarını yeniden kazanmak için sahte dine veya dinin sahtesine sarılarak cumhuriyet ve laikliği sulandırıp yok etmek için ellerinden geleni sergilediler. Muhâfazakârlar, muhafazakârlığın Kur’ân tarafından reddedilen bir yaklaşım olduğunu fark etmedikleri gibi ruhu, özü ve tecrübesiyle bizzat Kur’ân’ın malı olan laiklik, cumhuriyet ve demokrasiyi de bir türlü kavrayamadılar.[15] Oysaki milliyetçi-muhâfakâr veya muhâfakâr-milliyetçi kimlikler bir Kur’ân Müslümanı modeli olmayıp askerî din-tarım imparatorluklarının yarattığı itaatkâr kul tiplemeleridir. Bu zihniyet sultana, devlete, rejime, güce, kariyer ve konfora öylesine bağımlıdır ki kişinin neye kul olduğunu kişiye bile fark ettirmez, işin bilincinde olmayan köle tıynetli[16] insanlar üretir.
- Nankörler Sûresi
“Ey Muhammed! Onlara ‘Ey nankörler, ey gerçekleri saptıranlar! Uğrunda değer üretip eylem sergilediğiniz şeyler için benim de değer üretip eylem ortaya koymamı beklemeyin. Çünkü ne siz benim ürettiğim değer ve eylemlere katılırsınız ne de ben sizin sergilediğiniz değer ve eylemlere katılırım. Bu sebeple ben de sizden benim değer ve eylemlerime katılmanızı beklemem. Özetle herkesin inanç, töre, ritüel, yaşam biçimi, etik pratiği ve değer yargısı kendinedir; herkesin tercihi özüne aittir, herkes kendi layığını bulur.’ de.”[17] âyetleri laikliğin bam teline basmaktadır. İsteyenin istediği yaşam biçimi ve yaşam modelini, inanç biçimi ve ritüeli, inançsızlık ve değeri seçebileceği; kimsenin ötekine ait değer yargılarını yok etmeye kalkışamayacağı âyet tarafından oldukça net anlatılıyor. Bu âyetle ilgili ekstra bir yorum yapmaya bile gerek yok.
- Dinde İkrâh Olamaz
“Varoluşumuza katkısı olan evren, doğa, insan, anne, baba, hayvan, bitki ve cansızlar gibi tüm bileşenlere karşı borç bilincimiz bir başkasının bilinci üzerinde dayatma aracına dönüşemez. Bir topluluğun geçmişten getirdiği ve topluluk üyelerinin itaat etmesi sebebiyle geleneğe dönüştürdüğü yaşam biçimleri farklı geleneği veya yaşam biçimi olanlara dayatılamaz. Kimi insanların kendi değerler dünyasında güncel eyleme dönüştürdükleri davranışlar; onların sosyal, ekonomik, hukûksal ve etik tercihleri bir başkasına zorla benimsetilmeye kalkılamaz. Bölünme, parçalara ayrılma, dirliğin bozulması, düzenin kaybolması biçimindeki çirkinlik ve azgınlık gibi insani değerlerden mahrum olmakla iyi, güzel, yararlı ve doğru olanı yapabilme olgunluğuna ulaşma arasındaki fark apaçık ortada durmakta; herkes, bunların sonucunu görmektedir. İşte bu ortamda kim sınıflaşma, ayrışma, bölünme ve sömürü düzenini kendi karanlığıyla baş başa bırakıp vicdân ve sağduyu temellerinde yükselen aklın yoluna girerse asla kopmaz bir tutacağa tutunmuş olur. Unutmayın vicdân, sağduyu ve akıl geçerli, kapsamlı, gerekli ve yeterli bilgilere sahip olması yanında bilinmesi gereken şeyler ortada olmasa ve duyularının alanında bulunmasa da ileri görüşlülük ve olayları okuyabilme yetenekleri sayesinde bilir ve görür.”[18] âyeti muhteşem bir bakış sergiliyor, ikrâhçılığı reddediyor.[19] Sosyal, ekonomik, hukûksal ve etik dayatmalara karşı direnmeyi; bu alanlarda herkesin özgür tercih yapabileceğini belirten âyet vicdân ve sağduyu temelli bir aklın veri ve ürünleriyle biçimlenen toplumun barışı gerçek anlamda sağlayabileceğine gönderme yapar. Âyette tüm din, mezhep ve ideolojilerin yönlendirmesinden arınmış; sevgi, acıma ve adâlet duygusu ile sağduyunun yörüngesine oturmuş saf bir aklın ortaya koyduğu eşitlik ilkesiyle hareket edilmesi halinde barışçı bir toplumun gerçekleştirilebileceği vurgulanmıştır.
- Dinde Vekâlet Olmaz
“Ey Muhammed! Onlara ‘Ey yabanîlikten çıkmış, uygarlaşmış, medeniyet ile tanışmış insanlar! Sizi besleyip büyüten, eğitip donatan toplumun vicdânından size özünüzle uyumlu bir inanç, gereken zamanda gerektiği biçimde ortaya çıkan bir söz, bir şeyi eksiltmeden veya fazlalaştırmadan gerektiği biçimde yerleştirme ile ilgili bir donanım aktarılmıştır. Kim bunlara sahip çıkarak yolun doğrusunu seçerse kendi doğrusunu seçmiş, kim de bunların tersine gitmişse kendi sapkın yolunu belirlemiş olur. Herkes yolunu seçmede özgürdür ve hiç kimse seçtiği yolun götürdüğü sonuçtan bir başkasını sorumlu tutamaz. Kimse mutluluk ve mutsuzluğunun sebebi olarak beni görmesin. Çünkü kimsenin vekili değilim, kimse adına iş yapmıyorum, kimsenin duygu ve düşüncesinin avukatı değilim, kimseyi kendime güvendirip bana güvenenlerin işlerini takip etmiyorum; herkes yolunu kendi seçiyor, isteyen bana yoldaş oluyor, isteyen karşıma çıkıyor.’ de.”[20] âyeti barış devriminin (İslâm dîni) yoldaşlığı ile zulüm nizâmının ideolojik kardeşliği arasında duran insanların seçim özgürlüğünü dile getiriyor. Âyete göre barış, kardeşlik, eşitlik, kıst, adâlet, acıma, sevgi, dayanışma, paylaşma, ortak direniş, şûrâ ve özgürlük değerlerini seçip seçmemede herkes serbettir; ancak herkes seçtiği yolun sonucuna katlanmak zorundadır.
Âyete göre bir kızılelma[21] sunarak topluma önderlik eden inkılapçı bir ruh; kolektif hareketi, devrim bilincini, sınıf karşıtlığını, eşitler arası hukûku, fikir hürriyetini, yaşam biçimini özgürce seçimi, kardeşliği, hukûkun üstünlüğünü, açlık ve yoklukla mücadeleyi, birlikte zenginleşme ve kalkınmayı; sanat, zanaat, bilim, edebiyat ve felsefede insanları yarıştırmayı hedefleyen çağrıları ile tüm insanlığı kucaklar. Ancak bu tür çağrıyı yapan devrimci önder; kimsenin aklı, vicdânı, sağduyusu değildir. O herkesi eşit biçimde güzelliğe çağırmakta, sadece kendi adına konuşmaktadır. Çünkü herkes kendinden sorumludur, su testisi su yolunda kırılır, çamurda gezenin paçasına çamur sıçrar.
- Kur’ân’ın Laik Değerleri
Kur’ân, açık ve zımnî[22] yönlendirmeleriyle laikliğin temel değerlerini şu şekilde belirlemiştir:
“İdeoloji, yaşam biçimi dayatan; özgürlükleri kısıtlayan, demir yumrukla yöneten yönetim sistemlerini devir;[23] insanların renk ve dil farklılığını Tanrı’nın işaretleri gör,[24] her türlü farklılığı kendi gerçekliği içinde kabul et,[25] farklılıklarımızla birlikte uyum içinde yaşamanın yol ve yöntemini bul;[26] birbirinden farklı inanç, ideoloji, dil, yaşam biçimi ve hukûk düzenini herkesi kapsayacak üst kimlik ve platformda bir araya getir;[27] korku üzerinden din inşâ eden, cehennem ve günâh tehditleriyle dindârlık üreten zihniyete karşı çık;[28] toplumu ritüellerle uğraştırarak hem egemen siyasal sistemlerin devamını sağlayan hem de halkı egemenlerin verdikleriyle yetinmeye alıştıran tapınak görevlileriyle mücâdele et.[29]
Laikliğin bir sisteme dönüşebilmesi için Allah, Kur’ân; enbiyâ,[30] evliyâ,[31] asfiyâ;[32] din, iman; hizmet, dâvâ; vatan, millet, bayrak, devlet, kut,[33] ata, kutsal toprak, yüce kan; üçler, yediler, kırklar, Hızır, nücebâ, nükebâ[34] gibi kelimelerin arkasına sığınarak psikolojik, siyasal, toplumsal ve ekonomik sömürü düzeni kuranlarla mücâdele edilmeli.[35] Vicdânsız, hukûksuz, adâletsiz ve zorba eylemlerini kendini Tanrı’nın veya dinin hizmetinde göstererek yumuşatmaya çalışan tiplerle mücâdele etmeden vicdân medeniyeti, sağduyu uygarlığı ve akıl hâkimiyeti kurulamaz.[36] Kur’ânla aynı özü taşıyan İncil de tapınak, dinsel hiyerarşi, ritüel, kostüm, mezhep ve kutsallar[37] dünyası kurup halkı egemen düzenlerin hizmetine girdiren din sınıfıyla mücâdele etmeyi hareketinin özüne yerleştirir.[38]
Laiklik; Tanrı, din, mezhep, tarîkât,[39] cemaat,[40] şeyh, efendi, gavs[41] ve kutup[42] adına kullanılan tüm yetkileri hükmedenlerin ellerinden alıp yönetimi insan iradesine; vicdânlı ve sağduyulu akla teslim etme; inanç üzerinden kurulmuş sömürü düzenini parçalamadır. Bu iş bizzat Kur’ân’ın yolu olduğundan laiklik Kur’ân’ın özbeöz değeridir.
devam edecek…
_________________________________________________________________________
[1] Deist: Tanrı’ya inanan ancak dinlere inanmayan. Tanrı’nın olması gerektiğini ancak dinlerin Tanrı adına uydurulmuş veya üretilmiş tarihsel deneyimler olduğunu savunan. Deistlere göre Tanrı’nın dini olsaydı Tanrı bunu zaten kendi söylerdi. Tanrı’nın kitabı denilen Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân’ı bizzat Tanrı yazmadığı gibi yazımları ve anlam çelişkileri de bu kitapların Tanrı’dan gelmediğinin kanıtıdır. Kimi deistlere göre peygamberler, çağlarının devrimci önderleridir ve vicdânlarının sesini etkili hale getirmek için yazdıklarına Tanrısal karizma katarak toplumları ortak aklın ve ortak vicdânın yolunda birleştirmeye çalışmışlardır.
[2] Te-ist: Kitap ve peygamber gönderen bir Tanrı’nın olduğu inancına sahip olan.
[3] Pan-Teist: Tüm evrenin toplamını Tanrı kabul eden. “Her şey Tanrı’dır.” inancını benimseyen. Evren ve Tanrı’nın aynı şey olduğunu kabul eden. Vahdet-i mevcutçu. Muhyiddin Arabî bir panteisttir.
[4] Pan-En-Teist: Vahdet-i vucûtçu. Her şey Tanrı’dan fışkırmış ve akmıştır ama buna rağmen hiçbir şey Tanrı değildir. Ruhun tek amacı, varlığının kaynağı olan Tanrı’ya dönmektir. Bunun yolu tek evrensel yasa olan evrimden (tekâmül) geçmektir. Somut anlamda Tanrı’nın bütünleştiği evrenin ve varlıkların evrim ile değiştiği ve geliştiği, gelişimini tamamladıktan sonra dönüşün yine ezelî ve ebedî olan Tanrı’ya olacağı, bu geri dönüşte olgunlaşma sürecini tamamlayan ruhların da Tanrı’yla birleşip Tanrı olacağına inanılır. Bu anlayışa göre Tanrı hem değişmeyen (mutlak) hem değişen (göreli, göreceli, izâfî); mekân ve zamanın hem içinde hem dışında; hem sonlu hem sonsuzdur. Aynı zamanda hem tikel (cüz’î, bütünün parçası) hem tümel (küllî, bütüncül, kapsamlı) hem sebep hem sonuçtur. Bu yaklaşıma göre Tanrı ne var ne yok, ne tek ne çok; ne o ne bu ne şu; ne her şey ne hiçbir şeydir. Bu anlayışa göre her şey Tanrı’dandır ve bir gün Tanrıyla birleşecektir. Tüm acıların ve hataların kaynağı Tanrı’dan uzaklaşan parçaların Tanrı’yı ararken yaptıkları yanlışlardır.
[5] A-Teist: Teist olmayan, teizmi reddeden, tek bir Tanrı’nın olduğunu ve onun din gönderdiğini kabul etmeyen. Teist olmayan tüm inanç ve inançsızlık gruplarını içerir.
[6] Agnostik: Hiçbir bilginin kesin sonuç vermediğini kabul ederek Tanrı’nın varlığı veya yokluğunun insan algısını aşan bir konu olacağından inanıp inanmamanın pek bir şey anlatmayacağını savunan. Kimilerine göre de bugün ispatlanamayan Tanrı’nın bir gün ispatlanma olasılığı vardır. Tanrı veya Tanrısal varlıklara inanan ama Tanrı’nın olup olmadığına dair bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığını, Tanrı’nın yokluğu veya varlığının kesinlikle bilinemez olduğunu savunan felsefi görüşe agnostik teizm denir.
[7] Materyalist: “Bilinç dâhil duyularla algıladığımız her şey maddeden oluştu, madde tek değişmez gerçekliktir (töz). Tüm bilgiler gözlem, deney ve tecrübeyle elde edilir. Duyularımızla algıladıklarımızı, Tanrı ve ruh gibi kanıtlanmamış önermelerle açıklamaktan kaçınmak gerekir. Örneğin bilinç, kaynağını beynin işleyişinden alan bir algıdır ve ona metafiziksel açıklamalar getirmek dış dünyanın gerçek olmayışı gibi yanılgıya yol açar. Bütün önermeler gözlem veya deney ile doğrulanmalıdır. Her şey maddeden gelip madde olarak devam etmektedir.” biçimindeki materyalizm tezini savunan. Çağdaş maddeciliğin temellerini Feuerbach ve John Stewart attı. Materyalizm karşıtı olan Schopenhauer’e göre materyalizm kendini hesaba katmayı unutan felsefe, daha fazla bilineni daha az bilinenle açıklamaya çalışmadır. Marx ve Engels, materyalizmden diyalektik maddecilik (Marksizm) ve tarihin akışına maddeci bir açıklama getiren tarihsel materyalizmi ürettiler. Marks’ın dünya görüşünü üretici güçler ve bu güçlerin toplumsal hayata yansımaları olan serf-lord, işçi-işveren biçimindeki sınıf ilişkileri oluşturur. Bu temel toplumsal ilişkilerden bilimsel, ekonomik, hukuki, etik ve ideolojik formlar ve değerler doğar. Bütün toplumsal değerler sınıf ilişkilerinin yansımasıdır ve toplumu şekillendiren bu değerlerin alt yapısını ekonomik çıkara dayalı sınıf ilişkileri oluşturur. Marks ve Engels materyalizm terimini günlük ekonomik ve maddi ihtiyaçların tarihin dönemlerini oluşturan ve şekillendiren etkenler olduğu yönündeki tarihsel bakış açısı için kullandılar. Maddecilik, insanların fiziksel emek ve üretici faaliyetler ile günlük ihtiyaçlarını karşıladıkları gerçeğini başlangıç noktası olarak alır. Tek başına bu ekonomik faaliyet, Marks’a göre, siyasi, yasal ve dini modelleri içinde barındıran toplumsal ilişkiler sistemine sebep olur. (tr.wikipedia.org, materyalizm mad.)
[8] Spritüalist: Öte âlemci, ruhçu. Spritüalizm, ruhani tüm konuları kapsar; dar anlamda dini bir kavram olmaktadır. Spiritüalizm’in dini anlamı öteki dünya veya sonsuzluk gibi manevi kavramlarla bağdaştırılabilir. Kimi psikologlara göre spiritüalizm, varoluşun en önemli ayrıcalıklarını bilmek, özellikle kişinin kendi varlığının kendi gücünün farkındalığını yaşamasıdır. Neo-spiritüalizm, ruh ve maddenin ayrılığını değil, birliğini savunur ve materyalist görüşten tümüyle kopuk ruhçuluğu eleştirir. (tr.wikipedia.org, spritüalizm mad.)
[9] Özdemir İnce. (Laiklik testisi kırılırsa demokrasi suyu dökülür.)
[10] Uluslararası Af Örgütü, amnesty.org.tr; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, ihuam.ankara.edu.tr.
[11] Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ
[12] Mecelle, 39. madde.
[13] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1. cilt, s. 239. (Atatürk bu sözleri 1.3.1922’de söylemiştir.), www.atam.gov.tr
[14] Mecelle: Kodeks, büyük boy kitap, yargı karar ve ilkeleri derlemesi. 1868-1876 arasında hazırlanan borç, mülkiyet ile yargılama hukûkunu içeren külliyât/koleksiyon/ansiklopedi.
[15] Yaşar Nuri Öztürk, Laiklik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2003.
[16] Tıynet: Çamur, kil, maya, yaratılış.
[17] Kâfirûn, 1-6/Gul yâ eyyuhe’l-kâfirûn(e) lâ-a’budu mâ-ta’budûn(e) velâ entum ‘âbidûne mâ-a’bud(u) velâ ene ‘âbidun mâ-‘abed-tum velâ entum ‘âbidûne mâ a’bud(u) le-kum dînu-kum veliye dîn(i)
[18] Bakara, 256/Lâ ikrâhe fî’d-dîn(i) gad tebeyyene’r-ruşdu mine’l-ğayy(i) fe men yekfur bi’t-tâğûti ve yu’min bi’l-lâhi fe-gadi’s-temse-ke bi’l-’urveti’l-vusgâ le’n-fisâme le-hâ va’l-lâhu semî’un ‘alîm(un)
[19] İkrâh: Kişiyi istemediği bir işi yapmaya zorlamak, kişiyi doğal yönden tiksinti duyguğu bir işe zorlamak veya mantığına yatmayan bir şeye zorla yönlendirmek.
[20] Yunus, 108/Gul yâ eyyuhe’n-nâsu gad câe-kumu’l-haggu min rabbi-kum fe-meni’h-tedâ fe-inne-mâ yehtedî li-nefsi-hi ve men zalle fe-inne-mâ yezillu ‘aleyhâ ve mâ ene ‘aley-kum bi-vekîl(in)
[21] Kızılelma: Osmanlıların Roma’daki kilisenin kızıl bakırdan kubbesini kastederek ulaşılacak en uzak ve en son coğrafi ucunu ele geçirme ideali. Bu bağlamda Roma ve Viyana kentlerine verilen sembolik addır. Türkleri birleştiren büyük Turan ülküsü. Kızıl, Türk kültüründe genellikle kıymetli sayılan bir renk; elma ise mistik bir yanı bulunan; bolluk, bereket, şifa kaynağı olarak görülen bir meyvedir. Ancak Kızıl elma sembolleştirilmesinin elmaya değil, Eski Türklerde Güneş ve Ay’ı anlatan kızıl topa dayandığı düşünülür. Bu top, muncuk adıyla bayrak ve tuğların tepesini süslemiş ve bazen zaferin işareti, bazen hâkimiyetin sembolü, bazen de ele geçirilmek üzere hedef seçilen yeri anlatmıştır. Türkistan’dan Hazar Denizi’nin doğusuna gelen Oğuzların Hazar kağanının ipek çadırının üzerinde hâkimiyetinin ifadesi olarak bulunan altın topu yani Kızıl elmayı ele geçirmeyi ülkü edindikleri iddiâ edilir. Bizanslı tarihçi Prokopius’a göre Ayasofya’nın önünde dikili bir sütun üzerinde at üstünde bulunan Justinianus heykeli, elinde altından büyük bir küre tutmaktaydı. İmparator zaferlerini, bu kürenin üstündeki haç sayesinde kazanmıştı. Heykelin elindeki küre 1317’de düştüğünde bu durum kilise babaları ve halk tarafından Bizans’ın sonunun yaklaştığı şeklinde yorumlandı. Küre, 1420 veya 1421’de yeniden düşer ve gene Bizans’ın sonunun geldiği şeklinde yorumlanır. Heykel, İstanbul’un fethinden sonra yıktırılmıştır. Kızılelma efsanesi İstanbul’un alınmasından sonra Yeniçeriler arasında yaygınlaşmıştır. Osmanlı’nın Avrupa’da almak istediği önemli şehirler Kızıl elma olarak anılmıştır. (Abdullah Harmancı, Yeni Türk Edebiyatında Kızıl Elma; Nurullah Bulut, Soyut Bir Ülkü Olan Kızılelma ve Ömer Seyfettin’inin Kaleminden Kızılelma; II. Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci Sempozyumu Bildiri Metni; S. Kemal Ermetin, Kuvayı Milliye Koalisyonu Nedir?)
[22] Zımnî: Kapalı biçimde söylenen, sezdirilen, kapalı. (Zımnen: Kapalıbiçimde anlatma, sezdirme ama açıkça söylememe.)
[23] Kasas, 5.
[24] Rum, 22/Ve min âyâti-hî halgu’s-semâvâti ve’l-arzi vehtilâfu elsineti-kum ve elvâni-kum inne fîy zâlike le-âyâtin li’l-‘âlemîyn(e)
[25] Nahl, 13/Ve mâ zerea le-kum fi’l-arzi muhtelifen elvânu-hû inne fîy zâlike le-âyeten li-gavm(in) yezzekkerûn(e)
[26] Tövbe, 47/Lev haracû Fîy-kum mâ zâdû-kum illâ habâlen ve lâ-evza’û hilâle-kum yebğûne-kumu’l-fitnet(e)
[27] Bakara, 213; Enbiyâ, 92/Ümme(h/ten) vâhide(h/ten)
[28] Tövbe, 31.
[29] Âl-i İmran, 79.
[30] Enbiyâ: Nebîler, haberciler, Tanrı habercileri, Tanrı’dan haber getirenler.
[31] Evliyâ: Tanrı’nın yakınları, Tanrı’ya yakın olanlar, Tanrı’nın dostları, velîler.
[32] Asfiyâ: Saflar, arınık kalanlar, temiz kalanlar, her türlü kötülükten arınmış kimseler, ermişler.
[33] Kut: Yeryüzünde Tanrı adına iş yapma yetkisi, Tanrısal özelliklere sahip olma, mutluluk. (Kutlu olsun: Mutluluk ve şansla dolsun, Tanrı tarafından önü açılsın ve mutluluk yaysın.)
[34] Muhyiddin Arabî’ye göre kutup, manevî hiyerarşisinin başıdır. Kutuptan sonra yardımcıları olarak iki imam (imâmân/imamlar) gelir. Kutub ve iki imama üçler denir. İmâmânı evtâd (direkler) takip eder. Evtâd âlemin dört yönünde görevlendirilmiş dört velîdir. Evtâdın her biri bir peygamberin kalbinin üstünde durur ve dört büyük meleğin ruhâniyetinden yardım alır. Abdal (karşılık gelenler, birbirinin yerine geçenler. Gerçek kimliklerini gizlemek ve dünyaya önem vermediklerini göstermek için üst başa değer vermeyerek gezdiklerinden dolayı kötü imajları olmuştur.) meclisi, 1 kutub 2 imam ve 4 evtâd olmak üzere 7’leri oluşturur. Bunlar yeryüzünde sürekli gezer. Nücebâ insanları iyileştirmeye, insanların sıkıntılarını gidermeye çalışan ve bütün yaratıkların mânevî yüklerini taşımakla sorumlu 40 kişidir. Nükebâ Tanrı’nın bâtın (sırları bilen, kendinden hiçbir şey gizlenemeyen) isminin yansımaları olan 300 kişidir. İnsanların iç dünyalarına yönelip egolardaki gizli şeyleri ortaya çıkarırlar. İbnü’l-Arabî’ye göre nükebâ feleklerin burçları sayısıncadır, yani 12 kişidir. Kutbun kontrolünün dışındaki velîlere efrâd denir. Hızır bunlardandır. Belirli bir sayıları yoktur. Hz. Peygamber’e mükemmel bir şekilde tâbi olarak ferdiyet (bireysellik) yansımasına uğradıklarından bireysel takılırlar. İlâhî huzurda daima ritüelle meşgul olup Tanrı’dan başkasını tanımayan kerûbiyyûn meleklerine benzerler (el-Futûhât, I, 160; II, 6-9). Tüm bu iddiâ ve yakıştırmaların Kur’ânla bir ilişkisi olmadığı baştan bilinmelidir.
[35] Fâtır 5/Lâ yeğurranne-kum bi’l-lâhi’l-ğarûr
[36] Bakara, 26.
[37] Kut(sal): Kut(a ait), kut(la ilgili), Tanrısal özelliklere sahip olmanın verdiği mutluluk ve önü açık olmak(la ilgili), yeryüzünde Tanrı adına iş yapma yetkisi(yle ilişkili).
[38] İncil, Matta, 5: 20.
[39] Tarîkât: Yol(lar), İslâm dini içindeki rûhânî/mistik ekoller.
[40] Cemaat (community): Topluluk. Komün topluluğu. Aynı din, mezhep, ideoloji veya soydan olanların meydana getirdiği hak, görev ve sorumluluk içeren topluluk. Organizeli bir yapıya dönüşmüş olan, üye ve taraftarlarına haklar yanında görev ve sorumluluklar yükleyen, üyelerine hesap soran ve hesap veren bir yapıdaki partici, vakıfçı, dernekçi, sendikacı, milliyetçi, mezhepçi, bölgeci, ulusçu ve örgütçü yapılar birer cemaatçi yapısıdır.
[41] Gavs: Suya dalma, dalgıçlık, yardım. Tasavvufa göre kendisinden yardım istenen kutup, aktif yardımlar eden kutup. (Gavsü’l-vâsilîn: Gavslar gavsı. Gavs-ı âzam=kutbu’l-ekber=kutbu’l-aktâb)
[42] Kutup: Tasavvufa göre Tanrı tarafından evreni yönetmekle görevlendirilmiş ve kendilerine olaylara hükmetme izni verilmiş olan velîlerin en yüksek makamında olan kişi.