Kurumsal dinin yandaşları ile karşıtlarının anlaşamadıkları konuların başında laiklik, demokrasi, cumhuriyet ve devrim gelmektedir. Bunlara şeriatı da eklemek gerekir, ama başka yazılarımda şeriattan bahsettiğim için tekrara düşmek istemiyorum.[1]
Kur’ân’ın emirlerinden biri vicdânî değerlerden şaşkın biçimde kaçıp aptalca tuzaklara düşen tipten uzak durmaktır.[2] Çünkü bu tipler firavun düzenlerinin devamı için bulunmaz aparatlardır.[3] Hâlbuki firavunist yönetim biçimine karşı çıkmak İslâm devriminin ilk şartıydı.[4] Bu meselede İslamcılar ile sıradan Müslümanların kafasını karışık görüyorum. Firavunluk deyince üç bin yıl önceki Mısır krallığından öteye gidemiyorlar. Mısır, firavunluğun tarihsel bir görüntüsüdür. Onu Mezopotamya nemrutları, Avrupa kralları ve İslam dünyasındaki padişahlar izler. Firavunun kim ve firavunluğun nasıl bir yönetim biçimi olduğunu, hangi kodlamalar ve sistem içinde yaşadığını göstermek isteyen Kur’ân; devrim, laiklik, demokratik cumhuriyet ilkelerini içeren prensipleriyle gerekli malzemeyi elimize vermiştir. Fakat elindeki malzemeyi saltanat düzenlerinin sürdürülebilir olması için saklayan ve çarpıtan sultanlar, padişahlar, şeyhler, Şeyhü’l-İslâmlar, fıkıhçılar, hadisçiler, müftüler, kadılar, kelâmcılar, vezirler ve ulemâ sınıfı yüzyıllarca gerçeğe ihanet etmişlerdir.[5]
Osmanlı’da monarşi[6] ve oligarşiye[7] karşı çıkarak cumhuriyet ve demokrasi tartışmalarında başı çeken Ali Suavî, bizzat demokrasi kelimesini kullanarak[8] sultanlığı padişahın aile ve yakın çevresinin, devlet elitlerinin iktidârı olarak görürken demokrasi ve cumhuriyeti herkesi eşitleyen bir halk iktidârı diye niteler.[9] Her ne kadar o zamanda burjuva demokrasisi ile halk demokrasisi arasındaki ayrımı sağlıklı biçimde görecek ortam yoktu. Amaç II. Abdülhamid’in istibdât[10] rejiminden bir an evvel kurtulma telaşıydı.
Cumhuriyet, demokrasi ve laiklik tartışmalarında padişahçılık ile Atatürkçülük üzerinden yürütülen taraftarlıklar, bu kavramların ağırlığını yok ediyor. Gerçekte cumhuriyet, laiklik ve demokrasinin ilk sahibi Atatürk değildir; Namık Kemal ve Jön-Türkler ile Tanzîmât aydınlarının emek ve mücadelesini görmeden saray ve saltanat rejiminin devrilme sürecini kavrayamayız. Atatürk’ün kurulmasında öncü bir lider olduğu Türkiye Cumhuriyeti, Tanzîmâtla başlayan değişim talebinin gerçek anlamda ete kemiğe bürünmesidir. Atatürk, sarayı koruyarak değişim isteyen saltanat düzeninin bıraktığı enkâz üstünde devrim iradesi ortaya koymuştur. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşunda Atatürk nasıl reddedilemezse demokrasi mücadelesi tarihimizin önderleri de görmezden gelinemez. O nedenle Cumhuriyet’e giden yolları döşeyen ve Cumhuriyet’i inşâ eden tüm önderlere minnettarım. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ortaya çıkan tüm anti-demokratik, anti-laik, kavmiyetçi, kapitalist, NATO’cu, derin devletçi ve kayırmacı eylemleri ise emir vereninden uygulayıcısına kadar eleştiriyorum.
Tarihsel figürler bir yana bırakılıp kavramların özü üzerinde durulursa tartışmalar gerçek zeminine çekilir. II. Abdülhamitçilik, Atatürkçülük, Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük, İslâmcılık zeminlerinden çıkıp iddiâ ve tezlerin savunuları üzerinde durulursa insanlığı kuşatıcı kavramın hangisi olduğu konusunda bir sonuca ulaşılabilir. Türkiye’de din başta olmak üzere her şey politik düzlemde işlediğinden bir türlü sağlıklı sonuçlara ulaşılamıyor.
Seküler,[11] Kemalist,[12] Batıcı[13] ve Türkçü[14] çevreler ile İslâmcı,[15] mezhepçi,[16] Osmanlıcı[17] ve Türk-İslâmcı[18] muhitler tartıştıkları konularda Kur’ân’ın ne dediğinden çoğunlukla bilgisizdir. Seküler çevre dinin tarihsel ve toplumsal rolüyle ilgisiz biçimde yorumlar yaparken dindârlar da mezhep ve tarikât zindanlarından çıkıp Kur’ân’ın politik, sosyal,[19] komünal,[20] ekonomik, sosyo-ekonomik ve ekonomi-politik mesajlarından habersizce konuşup duruyor; hadîsler ve fetvâlardan[21] çıkarımlar yaparak tarihsel gerçeklerden kopuk biçimde anakronik[22] bir komedi oynuyor. Her iki kesimin arasındaki cehâlet yarışına katılmadan üçüncü bir yol çizerek devrim, laiklik, cumhuriyet, demokrasi veya demokratik cumhuriyet ilkeleri üzerinde Kur’ân hangi bakışları ortaya koyar, diye bir araştırmaya girmek gerekir. Bu tartışmada Kur’ân’ı merkeze almamın nedeni tarafların kavgayı bilinçaltından yansıttıkları din realitesinden ele almaları ve cehâlette birbiriyle yarışmalarıdır. Birine göre Kur’ân, çöl yasaları olup insanlığın bugününe bir şey veremez; öbürüne göre Kur’ân tüm çağları kapsayan yasalar getirmiştir. Gerçekte her ikisi de sakat tezlerdir.
Kur’ân, tarihsel ortamı gereği çöl kanunlarını içeren uygulama ve çözümlemelere sahip olduğu gibi tüm insanlığı kuşatacak değer ve önermelere de sahiptir.[23] Bu içerik Kur’ân’ın kadîm[24] ile istikbâli[25] aynı anda kapsayan, çölden uygarlığa doğru geleceği inşâ etme amacını gösteren, Medîne sitesinin[26] gerçekliği içindeki kabına sığmayan yolculuğunun bir sonucudur. Kölelik, kavmiyet, ganîmet, cinsiyet ve mülkiyet alanlarında Mekke-Medine laboratuvarları üzerinden tüm insanlığın ortak yarasını tedavi etmeye aday olan barış ideolojisi (İslâm dîni), tarihin akışı içinde eylem ve söylemlerini kitabın ruhuna uygun biçimde geliştirerek toplumlarda devrimler yapmak zorundaydı. Ancak vicdân elçisi Muhammed’in bu projesi bizzat Müslümanlar tarafından imha edildi ve muhafazakârlık[27] denilen bir illet kimlik üretilerek Müslümanlar zamanın elinden tutamadı. İşte bu çarpık döngünün karşısında yönetime dair çağdaş kavramların özü ve ilkelerini Kur’ân’dan çıkararak Kur’ân’ın mâzîden âtîye[28] uzanan inşâ projesini ön yargılı muhafazakâr ile peşin hükümlü sekülerden uzak tutmalıyız.
Kur’ân, Tanrı’dan gemişse Kur’ân’a bakarak Tanrı’nın savunduğu ideolojiyi ortaya çıkarmamız gerekir. Bu sebeple gelecek yazılarda âyetler harmanında bir ideolojik okuma yapacağım.
devam edecek…
___________________________________________________________________
[1] Namık Kaya, Mezhep ve Tarikat Faşizmine Karşı İslam Şeriatının Tarihselliği, Ulak Yayıncılık, İstanbul, 2016.
[2] Bakara, 26.
[3] APARAT: Bir işin yapılabilmesi için gerekli olan araç gereç. (Latince apparare, bir iş için hazırlanma demektir.)
[4] Âl-i İmrân, 11; A’raf 103-104, 106, 109-137; Enfâl, 52-54; Yûnus, 75-92; Hûd, 96-99; İsrâ, 102-103; Tâhâ, 20-24; Şu’arâ, 10-58; Neml, 12; Kasas, 3-40; Ankebût, 39; Sâ’d, 12; Ğâfir/Mü’min, 23-46; Zuhruf, 46-55; Duhân, 17-31; Kâf, 12; Zâriyât, 39-40; Hâkka, 9; Müzzemmil, 15-16; Nâziât, 17-25; Fecr, 10.
[5] Mehmet Azimli (editör), Müslümanların Engizisyonu, 1. cilt, 2. baskı, Mana Yayınları, İstanbul, 2019; Mehmet Azimli, Halifelik Tarihine Giriş, Çizgi Kitabevi, Konya, 2012.
[6] MONARŞİ: Yasama, yürütme ve yargının kral veya tek kişinin kontrolünde olduğu sistem.
[7] OLİGARŞİ: Ayrıcalıklı yaşayan küçük bir grubun iktidâr olduğu politik düzen.
[8] Mümtaz’er Türköne, İslâmcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2011.
[9] Osman Demirbaş, Türkiye’de Cumhuriyet Fikrinin Oluşumu, İ.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, www.dergipark.org.tr
[10] İSTİBDÂT: Keyfî, zorlama ve baskıya dayanan yönetim şekli. Diktatörlük, despotluk, despotizm.
[11] SEKÜLER: Farklı din ve mezhepler yanında dinsiz ve mezhepsizlerin; farklı ahlâk ve yaşam düzeni olanların oluşturduğu bir devlette herkesi kucaklayan, birini ötekine ezdirmeyen, her din ve mezhebe devleti eşit biçimde uzak tutan düzene sekülerizm (laisizm) denildiği gibi bu düzeni savunana da seküler (laik) denir. Her dine aynı mesafede uzak duran seküler/laik devletin din ve mezhebi olmaz, ama ortak kuralları ve evrensel insani ilkeleri olur. Seküler/laik için insan önemlidir ve insanlar arasında savaş, çatışma nedeni olan din ve mezhebin yahut dinsizlik ve mezhepsizliğin devlete egemen olması engellenir. Seküler/laik; devleti adâlet, eşitlik ve özgürlük üzerinden yürütmeyi savunur; bu sebeple seküler/laik için ortak hukuk, kişileri koruyan yasalar, özel alanı tehdit edenleri engelleyen yaptırımlar vazgeçilmezlerdir. Seküler/laik, bir din ve mezhebin kural ve değerlerini başka din ve mezhepler ile dinsizler ve mezhepsizlerin aleyhine olacak biçimde öne çıkarmaya karşı önleyici bir kamu hukûku oluşturur. Seküler/laik, kültürel veya dinsel bir eylemin önünü kamusal alanda açmayı referandum (halk oylaması) düzleminde gerçekleşen bir onayla kabul eder. Ancak seküler/laik için hiçbir inanç veya inançsızlık bir başkasının yaşam hakkını elinden alamaz, özgürlük alanını yok edemez. Seküler/laik, insan onurunu hiçbir din, dinsizlik, mezhep ve mezhepsizlik için yok etmeye razı olmaz.
[12] KEMALİST: Atatürk’ün söz ve davranışlarını yorumlayark oluşturulan ideolojiye Kemalizm, bu ideolojiye bağlı olana Kemalist denir. Her ideoloji idolünü (kutsalını, dokunulmazını) tartışmasız bir Tanrı’ya dönüştürerek aslında örnek aldığı lideri öldürür. Tıpkı İslâmcıların gerçek bir vicdân elçisi olan Muhammed’i öldürüp onun yerine hadis, mezhep ve iktidârların yeniden kurguladığı bir Muhammed gibi. O nedenle Kemalistlerin Atatürk’ü ile gerçek Atatürk, İslâmcıların Muhammed’i ile gerçek Muhammed büyük oranda birbiriyle çelişik kişilerdir. Osmanlıcılar, geleneksel İslâmcılar ve Türk-İslâmcılar, saray, saltanat ve hilâfet kurumlarını kaldırdığı için Atatürk’ün tescilli düşmanlarıdır. Hâlbuki bu üç kurum da Kur’ân’daki İslâm ve Muhammedî devrimin karşısındaki Mısır, Roma, Firavun, Nemrut, Bizans ve Sâsânî kurumlarıydı; şûrâ âyetleri başta olmak üzere Kur’ân’ın savunduğu sistemin tam düşmanı bir nizamdı.
[13] BATICI: Modernleşmeyi ve bu yolda önde olan Avrupa’yı her alanda örnek almak gerektiğini savunan, Batı tarzı bir yaşam ve kültür olmadan gerçek bir modernizmin olamayacağını kabul eden. Batıcı, Avrupa’ya sadece teknoloji ithal edilen bir coğrafya olarak bakmaz. Batıcı için Batı yeni yaşam biçimi ve yeni anlayışlardır. Batıcı, Avrupa’nın felsefî, devrimci, etik ve kültürel değerlerini benimseyip içselleştirme sonucunda evrensel rekâbette yer alınabileceğini savunandır. Batıcı, Türk kalarak gelişen dünyaya ve evrenselleşen Batı kültürüne entegre olmayı savunur. Batıcılık, asimilasyolukla (yabancıya benzeyerek kendi kimliğini kaybetme) suçlanırken Batıcılar Batıcılığın entegrasyon (uyumlu birliktelik) olduğunu savunur.
[14] TÜRKÇÜ: Türk kavmini Çin Seddi’nden Adriyatik Denizi’ne kadar olan alanda tüm kavimlere hükmeden bir güç haline getirip egemenliği altındaki farklı kavimleri Türklerle barış içinde yaşamaya veya Türklerin devlet politikalarına uymaya zorlayan ideolojiye Türkçülük, bu ideolojiye sahip kimseye Türkçü denir.
[15] İSLÂMCI: Tüm Müslümanları birleştirerek İslâm’ı diğer dinlere egemen yapma ve öteki dinleri İslâm karşısında ya yok etme ya da en zayıf hale getirme ideolojisine İslamcılık, bu ideolojiyi savunana İslâmcı denir. İslâmcının savunduğu İslâmcılık Kur’ân’daki İslâm ve Kur’ân’ın onayladığı peygamber profili yerine tarihsel deneyimleri, padişahlık ve halîfelik gibi kurumları yeniden ayağa kaldırmayı amaçlayan ideolojidir. Ancak İranlı Ali Şeriati ile Pakistanlı Fazlurrahman’ın savunduğu İslâmcılık, devletin varlık gerekçesini sorgulayan; imamet düşüncesi, saltanat düzeni, hilâfet hayâli ve padişahlığı Kur’ân adına reddeden demokratik bir çizgidir. Hatta Ali Şeriati, devrimci, antikapitalist, antiemperyalist (fetihçilik altındakiganimetçi, köleci ve işgâlci eylemlere karşı çıkma), antihilâfet, antiimâmet, antisaltanatçı, antimezhepçi bir İslâm’ın savunucusudur. Yani Muhammedî devrimci tevhit yolunun uzlaşmaz fedâîsidir.
[16] MEZHEPÇİ: Mezhebini din yerine koyan, mezhebinin gereklerine göre ritüel yapmayı, mezhep önderlerini yüceltmeyi ve başka mezhepleri ya din dışı ya da dini yönden eksik görmeyi dindarlığın bir gereği gibi benimseyen. Sünnî ekolün Hanefî ve Şafîi mezhepçileri tarihte birbirini öldürmüştür. Şiî ve Sünnîler zaten iki farklı dinin mensupları gibi düşmandır. Çünkü mezhepçi için mezhep dinin aslı, gerçeği ve cennetin şaşmaz yoludur.
[17] OSMANLICI: Osmanlı’yı İslâm’ın gerçek savunucusu sayan, Osmanlı’nın her eylemini İslâm’ın öz malı kabul eden ve Osmanlı’yı diriltmeyi amaçlayan. Osmanlı hanedanını, padişahları ve Osmanlı politik düzenini İslâm’ın en gerçek uygulaması kabul ederek Osmanlı’ya sahip çıkmanın İslâm’a sahip çıkma olduğunu sanan. Osmanlıcı, Osmanlı ekonomi-politiğini asla Kur’ânla tartarak analiz etmez, Osmanlı’yı mezhepçi ve yumuşatılmış milliyetçilikle inadına destekler. Osmanlıcı için saray, saltanat ve hilâfet dışında kalan tüm rejimler İslâm dışı rejimlerdir ve Cumhuriyet düzeni de kâfirin sistemi ve Batı’ya teslim olmadır; o nedenle T.C. yıkılıp Osmanlı yeniden kurulmalı; Osmanlı toprakları yeniden ele geçirilerek hilafet tekrar diriltilmelidir. Osmanlıcı; Osmanlı’nın tevhit, adâlet, Medîne Sözleşmesi gibi ilkelerin dışında kalıp Bizantist bir sisteme sahip olmasını onun kusuru değil, tarihin gereği kabul eder. Osmanlıcı, Osmanlı’yı Kur’ân terazisinde tartma cesareti gösteremez. Çünkü Osmanlı nizamı, tıpkı Emevîden itibaren ortaya çıkan tüm askerî din-tarım imparatorlukları gibi Kur’ân karşısında İslâm dışı bir düzen olarak sırıtır.
[18] TÜRK-İSLÂMCI: Türk kimliğine sahip çıkma ile geleneksel İslam uygulaması ve düşünce sistemini sentezeyendir. Türk-İslâmcı için Türk’ün egemen olduğu bir Müslüman devlet ideal devlettir ve Osmanlı bunun en güzel örneğidir. Türk-İslâmcı, Kur’ân’daki İslâm yerine Türklüğü yücelten, Türkleri egemen güce dönüştüren, Türk devletine hizmet eden mezhep, dini kurum, tarîkat ve cemaatleri tercih eder. Türk-İslâmcı için evliyanın, enbiyanın Türk olanı veya Türklere hizmet edeni daha makbuldür. Türk-İslâmcı, Müslümanlar arasında Arap, Kürt, Fars, Laz, Arnavut, Boşnak gibi kavimlerin Türk kılıcı ve komutası altına girmesi gerektiğini; Türk askerî dehasının Müslümanları koruyan üstün bir nitelik olduğunu, tüm Müslüman kavimlerin Türk kimliğine saygı duyup Türk’ü kendine önder yapması gerektiğini, insanlığın kurtuluşu için Büyük Türkiye ütopyasının olmazsa olmaz olduğunu saplantılı biçiminde savunur. Türk-İslâmcılık, esasında kavmiyetçiliğin dindârlık perdesi altında sürdürülmesi, emperyalizmin İslâm’a onaylatılması veya utangaç ırkçılıktır.
[19] SOSYAL: Toplumcu, toplumsal, toplumla ilgili. (SOSYALİZM: Toplumculuk, bireysel kalkınma ve zenginleşme yerime tüm bireyleriyle toplumun iyi koşullarda, varlıklı ve mutlu yaşamasını idealleştiren ideoloji.)
[20] KOMÜN: Avrupa’da burjuvanın kendi kendini yönettiği, feodal düzenin baskılarından kurtulduğu kent yönetim biçimi. Komün temelde gelenekleri sürdürmek, güvenliği sağlamak ve barışı yerleştirmek amacıyla karşılıklı yardımlaşmanın sağlandığı birlikte yaşam düzenidir. Ortaçağ komünü şehrin senyörüne karşı şehir halkının direnişi sonucunda kurulmuş şehir ortaklaşmasıydı; şehrin yönetim, yargı, güvenlik ve ekonomi gibi konularda senyöre karşı tam bir öz-erklik elde etmesiydi. Peygamber dönemindeki Medîne, mahalle biçiminde komünlere ve sovyet tipi yerel meclislere sahipti. Medîne Sözleşmesi; Kureyza oğulları, Evs kabilesi, Yahûdîler, Müslümanlar gibi kabile ve din komünlerini üst sovyette (Şehir Meclisi’nde) bir araya getirerek devrimci, antikapitalist ve barışçı bir sovyet komününün temellerini attı.
[21] FETVÂ: Mezheplerin görüşleri doğrultusunda verilen yargı kararı. Hanefî mezhebinin yargı kararlarını içeren en ünlü kitap Fetâvâ-yı Hindiye’dir.
[22] ANAKRONİK: Tarihsel yanılgı. Kişi, nesne veya olayları kendi gerçek zaman ve mekânlarından koparıp farklı bir çerçeveye oturtma. Olay ve kişileri karıştırma ve yanlış anlatma, yani tarihte yanılgıya düşme durumu. Herhangi bir dönem için geçerli olmayan kavram ve yaklaşımları yaşadığımız dönemdeki olgu ve kişileri açıklamak için kullanma. Bu yanılgı çoğu kez şimdiciliğin (presentism) bir sonucudur. (ŞİMDİCİLİK bugünün ihtiyaçları, sorunları ve yaklaşımlarının tarih yazımına yansıtılması.)
[23] Namık Kaya, Politbüro Dinine Karşı Kuran’ın Sosyo-Politik Çözümlemeleri, Ulak Yayıncılık, İstanbul, 2017.
[24] KADÎM: Köklü, çok eski zamanlara dayanan.
[25] İSTİKBÂL: Gelecek
[26] SİTE: Bir veya birkaç kentten oluşan ve kendi yasalarıyla yönetilen devlet.
[27] MUHÂFAZA-KÂR: İşi korumak olan, korumacı. Yenilik, değişim ve dönüşümlere kapalı.
[28] MÂZÎ-ÂTÎ: Geçmiş-gelecek