Soma’da 301 işçinin hayatını kaybettiği facianın üzerinden iki haftadan uzun bir süre geçti. Mesele ilk sıcaklığını kaybetti. Ölenler defnedildi, yasları tutuluyor. Kalanların çoğu her gün madene inmeyi sürdürüyor. Muhtemelen şakalaşıp eğleniyorlar. İnsan hüznün ağırlığını ne kadar süre taşıyabilir?
Mazlumder’in Soma Gözlem ve İzleme Heyeti üyesi olarak bölgede çalıştıktan sonra döndüğümde aklımda kalan en sahici sahne ailelerin cenazeleri beklediği anlardan. Faciadan sonra 3. günün akşamı madenin girişindeydik. İçeride 18 işçi cenazesi kaldığı söyleniyor. Aileleri üç gündür kapının ağzında. Bir amca ‘üç gündür şu ayakkabıları çıkarmadım’ diyor. Oğlu içerideymiş. Sorunca öğreniyoruz, kendisi de madenden emekli olmuş. Sigaradan çatallanan sesiyle “burası devletteyken böyle değildi” diyor. Bitkin ve huzursuz görünüyor. Plastik koltuklarda oturan aile yakınları birbirleriyle sohbet ediyor. Sohbetten gülüşmeler yükseliyor. Şaşırıyorum. Halbuki şaşırmamak gerek, insan hüznün ağırlığını çok uzun süre taşıyamaz.
Yavaş yavaş hava kararıyor. Her yanı yeni bir kasvet sarıyor. Madendekilerden hala haber yok. Daha az önce gülen amcalardan biri bir anda hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. O da oğlunu bekliyormuş. Bir jandarma üşüyenler için battaniye getiriyor. Devlet her zamankinden anlayışlı. Vagonu aşağı indiren mekanizma çalışmaya başlıyor. Gülüşmeler ve sohbetler kesiliyor. Acaba bir cenaze gelecek mi? Yüzler kaygı ve dehşetle çarpılmış. Hepsi de madenin çıkışına dönük onlarca surat. Korku ve kabullenişin yanında huşuyu da gördüğüme eminim. Cenaze gelmiyor. Yangın devam ediyormuş, vagonla tahkimatta kullanılacak malzeme indirilmiş.
Hava karardıkça kasavet artıyor. Tepede bir vinç var. Işıklandırmalardan oluşan gölgesi de kendisi gibi sallanıyor. Etrafında sallanan zincirler. İnsan tekniği geliyor aklıma. Ne yüce, ne korkunç! Her yanda fosforlu ceketleriyle çalışanlar. Gözlerinde saygı ve duygudaş bir hüzün okunuyor. Alınlarındaki teri siliyorlar. Vagon inip inip çıkmaya devam ediyor. Sohbetler vagonun her inişinde kesiliyor. Zaman geçtikte insanlar sandalyelerin üstüne çıkmaya başlıyor. Yüzlerde aynı kaygı, aynı korku, aynı kabulleniş. Önümüzde iki anne jandarmaya yalvarıyor: “Yavrum bize çocuklarımızın yüzlerini gösterin.” Jandarma teskin ediyor. “Görülecek durumda olanları göstereceğiz anacığım, hiç merak etmeyin.” Dedim ya, ‘devlet’ her zamankinden anlayışlı. Herhalde suçlu olduğunu hissediyor.
Soma’daki ikinci amacımız bu sahnenin sorumlularını araştırmaktı. Böylece belki sorumluların cezalanmasıyla adalet yerini bulur. Belki gerekli önlemler alınır. Kime gitsek tereddütlü. Ama serde delikanlılık var. “Korkuyorum” demek de zûl. “Uğraştırmayın kardeşim beni şimdi bunlarla”…
Çalışmaya devam…
Ama çoğu ismini almayacağımıza inandığında uzun uzun konuştu. Madende eğitim yok. Denetimi sağır sultan on beş gün kala duyuyor. Yollardaki çamur talaşla kapatılırsa bilin denetmen gelecek. İki kodaman ana halterleri biraz gezecek, sonra yiyip içmeye gidecek. Gerisi imza. Çalışacağın yere inmek 45 dakika, çıkmak hakeza. Bunlar mesaiye dahil değil. Madende tuvalet de yok. İlkel şartlar cari. İşçiye dur durak hele, hiç yok. Yemek molası bile yarım saat. O da çamurun, pisliğin, kömürün içinde. Geri kalanın, az çalışanın, bekleyenin yevmiyesi gider. “Kalp duracak, makine durmayacak!” denmiş. “Bir dakika” diyorum, “bunu sahiden diyorlar mıydı?”. Diyorlarmış. Kömür içten içe yanıyor. Yangının dumanı madende dolaşıyor. İbreler alarm veriyor. Olsun, risk yok. Var ama yok. Kömür çıkmaya devam edecek. Çalışmaya devam…
“Abi” diyorum, “şimdi ne yapacaksın?”. Kızarak cevaplıyor: “Ne yapayım? Çalışmaya devam edeceğim.” Çalışmaya devam edecekler… Bir iki kişi de değil, hemen herkes böyle söylüyor. Sordukça anladık, işin sırrı kredide. Hemen herkesin kredi borcu var. Yıllara bölünmüş taksitler; modern kölelik. Buralarda madende işbaşı yapmak demek toplu para da demek. Gerisi düğün, ev, araba… Gerisi yıllar süren bağımlılık, kölelik. Gerisi ‘çalışmaya devam etmek’… Yaşını almışlar da tersten kıstırılmış. Soruyorum, “emekliliğime iki yıl kaldı. İki yıl daha devam. Sonra bitiyor” diyor. Onlar da çalışmaya devam edecekler. “Tarım mı var?” diye soruyor diğer bir abi. Bu konu açıldığında hep kızgınlar. Belli, evlerde bu tartışma sürüyor: “Gitmesek ekmeği nereden yiyeceğiz, bu borçlar nasıl kapanır?”
Nasıl siyaset yapmayayım?
Kimileri bize “Siyaset yapıyorsunuz. İstismar ediyorsunuz” diyorlar. Yani mesele siyasi değil, biz siyasallaştırıyoruz. Yani bu üç yüz ölüm her 75 günde bir yaşanan üç yüz ölümden bağımsız. Alakası bile yok. Yani bu facia memleketin ölümlü iş kazalarında Avrupa’nın birinci, dünyanın üçüncüsü olmasıyla ilgisiz. Bu konuyu hükümetin imza atmadığı sözleşmelerle anlamayın. AKP’nin kapitalizmi derinleştiren neoliberal politikalarını unutun. Denetimlerin işlevsizliği de siyasetle alakasız. İşçilerin alternatifsizliği, çaresizliği? Saati 5 liraya yerin 2 kilometre altında çamurun içinde kapkara kömür çıkarmaya razı olmaları? Bunun neresi siyasi!
Halbuki bu meselede siyaset yapmak ahlaki bir mecburiyet. Hem de en temelden! Neden kimilerinin çocukları işçi olurken, diğerlerininki iyi okullarda okur? Neden üç bin işçinin ihtiyaçlarından arta kalan toplam geliri, patronun ihtiyaçtan arta kalan gelirinin zekatının zekatından azdır? Bu düzeni kim kurdu? İnsanların saatte beş lira için yerin iki kilometre altında, çamurun içinde, cehennem sıcağında, daracık ‘ayak’larda, elleri ve yüzleri kir pas içinde madende çalışmaya ‘razı’ olmasını sorgulamak gerek. Kapitalizm denilen bu ahlaksız düzen, bu namussuz işleyiş atlanarak Soma’ya ağıt yakılır mı?
Burada da bitmez. Memlekette kapitalizmi derinleştirenleri de hesaba çekmek şart. Hükümetin ILO’nun sözleşmelerine şuurlu bir şekilde imza atmadığını görmeli. Meclis’ten bir yasa da geçirilmedi. Hükümetin kalkınma politikası için maliyet asgariye çekilmeli. İş güvenliği standartları bilerek düşük tutuluyor. Denetimler hangi ‘sermayeden yana duran’ iradeden dolayı böyle göstermelik? Türkiye’de her 75 günde 300 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybediyor. Dedim ya, memleket iş cinayetlerinde dünyada üçüncü, Avrupa’da birinci. Geri kalan kapitalist ülkeler arasında da sivriliyor. Başbakan dün kavga ettiği Koç’la bugün barışmış. “Yatırım yapana kin tutmam” diyor. El hak, muktedir muktedirle çıkarı için savaşır, kin tutmaz. Garezleri de, kinleri de garibanadır. Yerli muktedirler atlanarak kapitalizme karşı durulur mu?
Hülasa, memleket ‘Müslümanlar’ eliyle kapitalizme entegre ediliyor. Hem de en vahşisinden. Neoliberal politikalar İslami söylemle böyle meşru ve makbul. ‘Müslümanların’ eliyle ülke 2023’te dünyanın ilk sekiz ekonomisine girebilir. Bedeli? Yılda dört Soma, 1500’e yakın işçinin ölümü, milyonlarcasının kıt kanaat geçinebildikleri maaşlarla ağır şartlarda aşağılanarak çalıştırılması. Yerin altındakilerin alın teri yer üstünde göğü delen şatafatlı plazalara dönüşüyor. Bir de bir şeye daha dönüşüyor: ‘Müslümanların iktidarına’.
Böyle mi olması gerekiyordu?
Emre Berber
islamianaliz.com