Prof. Dr. Serpil Sancar, “Kadın örgütleri nefes alır durumda değiller ama şunu da görmeleri lazım ne kadar koştursanız da bir siyasi gücünüz yoksa çözüm de yok” dedi ve ekledi: “Örgütlü mücadele kadınları kurtarır.”
Havva GÜMÜŞKAYA
Bugün kadın haklarına yönelik bir karşı hareket ve saldırı var. Toplum uzun zamandır siyasal İslamcı kesimlerin siyasal kuşatması altında. İlk hedef ise kadınlar, çocuklar, LGBTİ+’lar oluyor. Eğitimde gericileşmenin önü açılırken kadınların medeni hakları başta olmak üzere tüm kazanılmış hakları hedef alınıyor. Bu gericileşmeye karşı en büyük mücadele de yine kadınlara düşüyor.
Siyaset bilimi ve kadın çalışmaları alanlarında akademisyen olarak çalışan Prof. Dr. Serpil Sancar ile AKP’nin “eril tahakkümü ihya etme cephesi” ve muhalefetin “cinsiyet körü” bakışı üzerine konuştuk.
Prof. Dr. Serpil Sancar
» Laiklik mücadelesi kadın mücadelesi için neden bu kadar önemli?
Başlangıçta şunu söylemeliyim ki Türkiye’de sağlıklı ve politik olarak iyi örgütlenmiş laiklik savunusuna yönelik bir siyasi hareket görmüyorum. Yani çok laf ediliyor ama laiklik karşıtı hareketlere karşı ciddi bir mücadele, örgütlü geniş katılımlı siyasi hareket platformu görmüyorum.
Zaten sorun da buradan kaynaklanıyor. Kadın hareketiyle, kadın hakları meselesiyle laiklik nasıl ilişkili hale geldiğini daha açarak konuşmamız gerekir. Türkiye’de 2010’lardan itibaren yeni bir siyasi dalgayla karşılaştık. Kadın-erkek eşitliğine karşı ve kadın haklarında geri gidişi sağlamaya çalışan, siyasal İslamcı çevrelerden kaynaklanan bir saldırı ortaya çıktı. Bu çevreler kadın haklarını, kadınların ‘fıtratına’ göre şekillendirmek istiyor. Bu elbette açıkça ideolojik bir önerme. Bu “Fıtrat” denen şeyin ne demek olduğu katman katman açığa çıkmaya başladı.
Kadın hakları konusunda, kadın-erkek eşitliği konusunda, kadınların eşit eğitim, istihdam, yaşam hakkına sahip olması açısından birtakım geri adımlar atılmaya başlandı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na kadın hakları ve aile değerlerinin korunması konusunda dini rehberlik görevinin verilmesiyle bu durum daha da belirginleşti. Çünkü Türkiye’nin her tarafında, il, ilçe müftülüklerinde aile rehberlik büroları açıldı; buralarda kadınlara doğrudan ‘dini tavsiyeler’de bulunulmaya başlandı. Bu dini tavsiyeler evlilik, annelik, kocaya itaat, boşanma, evlilik içi şiddet, cinsellik, kürtaj gibi konularda yoğunlaşıyor. Bu müftülük birimleri kadınları Medeni Kanun ile belirlenen haklara göre değil, Diyanet’in Sünni İslam yorumuna göre yönlendiriyor. Bazı durumlarda dini yorumlar Medeni Kanun hükümleriyle çelişebiliyor. Bu duruma Aile Bakanlığı karışmıyor. Oysaki kadın sorunlarını çözme konusundaki kamu hizmeti Aile Bakanlığının görevi. Bakanlığın yapacağı bu hizmete, Diyanet ortak oldu.
Esas dönüm noktası tabii ki İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmek ile oldu. Çünkü İstanbul Sözleşmesi kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi konusunda, özellikle de aile içi şiddetin önlenmesi konusunda, hem tedbirleri hem de mağdurları destekleme yöntemlerini içeriyordu. İstanbul Sözleşmesi kaldırıldıktan sonra da 6284 sayılı Yasa tartışmaya açıldı.
Mayıs 2023 seçimlerinde AKP ve MHP’nin yaptığı seçim ittifaklarında Yeniden Refah Partisi ve HÜDAPAR’la yapılan görüşmelerde bu konuda düzenleme yapılacağı, erkekleri ‘mağdur eden’ konularda hükümlerin değiştirileceği vaadi vardı. Bu da kamuoyuna açıklandı. Açık açık da söylendi dolayısıyla bu hâlâ masanın üzerinde…
Kız çocukları ve kadınlar açısından dindarlaştırma strateji izleniyor. Kuran kursları, imam hatip eğitimi kız çocukla ağırlıklı hale geldi. Dini okullara giden orta öğretimdeki kızlara, diğer alanlardaki kız öğrencilerden daha fazla burs ve yatılı okuma olanağı tanınıyor. Peki, bunun anlamı ne? Bunun anlamı şu; 2023 seçimlerinde de somut olarak gördüğümüz gibi, AKP iktidarının oluşturduğu yeni siyasi ittifakın, yani siyasal İslam’ın daha selefi daha cihatçı kanatlarıyla, daha radikal şeriatçı kanatlarıyla yaptığı siyasi ittifak gereği o kesimlere verilen siyasi tavizler bunlar. İstenen şu: Kadınlara tanınacak haklarda Sünni İslam gereklerinin getirdiği sınırları aşmama, kadınları aile ve evlilik içinde tutma, anneliğe ve ev-aile bakımına hapsetme talebi var ve bu da muhafazakâr, dindar mahallede bir öncelik haline getiriliyor. Bu gelişmeler aslında sadece kadın haklarını ilgilendiren bir şey değil, İslamcı kesimin talep ettiği siyasi rejimin bir göstergesi.
Diyanet İşleri Başkanlığı yeniden örgütleniyor, bütün eğitim kurumları dini eğitim odaklı olarak yeniden örgütleniyor. Bu değişimi finanse edecek bütün kamu fonları da bu çerçevede dini vakıflara ve tarikatlara aktarılıyor.
Burada ilginç olan şey şu, tabii bunlar marjinal yapılar, çoğunluk oluşturduğunu söyleyemeyiz. Türkiye’de muhafazakâr mahallenin küçük bir kesimi.
Radikal İslamcıların görüşünün ne olduğunu biliyoruz zaten. Sadece Türkiye’de değil Ortadoğu coğrafyasında hatta daha uzağa gidersek Endonezya’dan Malezya’dan, Afganistan’dan Türkiye’ye, Libya’ya kadar bu tür selefi İslami yorumun kadın hakları konusunda ne talep ettiği belli.
» Laiklik tartışmalarına nasıl bakmak gerekiyor?
Türkiye’de laiklik tartışmalarının uzun tarihi var ama geldiğimiz noktada gerçekten çok şaşırtıcı bir durum arz ediyor. Bakıyoruz Türkiye’de laiklik meselesi devlet tarafından nasıl savunulmuş diye, mesela Anayasa Mahkemesi kararlarında laikliğe aykırı bulunan siyasi partiler kapatılmış mı, diye. Dini referansları veya şeriatçı görüşleri olan partiler laikliğe aykırılıktan değil, Kürtçülük propagandası yapmaktan kapatılmışlar.
Bu tür yargı kararlarında laiklik devletin bir özelliği ve devlet rejimi gereği olarak görülüyor. Devlet, dini kurumları tek belirleyici otorite olarak düzenler, dini eğitim ve dini ibadet mekânlarını yönetir. Aslında laiklik devletin dini inançlar karşısında tarafsız olması, eşit mesafede durmasıdır.
Geçmişte laiklik başörtüsü üzerinden tartışıldı. Devlet, dolayısıyla kamu hizmetinde farklı inançtan vatandaşlar karşısında tarafsız olmak zorunda. Ama devletin egemenlik hakkını kullanan devlet görevlilerinin tarafsızlığın sembolü olmaları çok önemli. Bu nedenle bu tür görevleri yapanlar cüppe ya da üniforma giyer. Bunun başörtüsüyle delindiğini görüyoruz. Başörtüsüyle hâkimlerin, savcıların, polisin, askerlerin görev yapmasına izin verildi. Devletin içinde bir tür dini inancın kutsalına meşruluk tanıdığınızda onu daha üstte ve daha dokunulmaz kılıyorsunuz, o zaman orada laiklikten bahsetmek mümkün olmuyor. Devlet gücü bunlardan birini desteklemeye başladığında, diğerine karşı onu güçlendirdiğinde, maddi-manevi ayrıcalıklarla donattığında, işte o zaman sadece devlette değil, kamusal alanda da devletin tarafsız olması ilkesi ortadan kalkıyor.
Türkiye’de bütün bunlara karşı ortak bir mücadeleyi örgütleyen laikliği savunma hareketi var mı? Yok. Bunu bu netlikte savunan siyasi parti var mı? Yok.
Peki, kadın hareketi bunu bu kadar açık ve net olarak tanımlayıp savunabiliyor mu? Ondan da şüpheliyim. Laiklik konusunda egemen bakış açısı farklı. Mesela CHP diyor ki “Ben de dindarım. Senin dindarlığınla benim dindarlığım denk düzeydedir. Sen benim dindarlığıma laf edemezsin.” Şimdi bu laiklik mi?
Laikliği savunmada ciddi siyasi adımlar atılamıyor. Kadın hakları konusundaki eril tahakküm hamleleri, laiklik konusundaki ağır tahakküm hamleleriyle birleşiyor. İkisi ilişkili hale geliyor. Laikliğe vurmak için kadın haklarına vuruyorlar, kadın haklarını vurmak için laikliğe vuruyorlar. Böyle bir denklem oluştu. Bu denklemi değiştirmek gerekiyor.
» 1990-2000’lerde sadece başörtüsü tartışmalarına indirgenmiş bir laiklik savunusu görüyoruz. O dönemde neden bu kadar sığ kaldı?
1990’larda şöyle bir şey oldu. Dünyanın her yerinde siyasal İslam’ın yükseliş konjonktürü kadın bedeni üzerinde somutlanan semboller üzerinden gelişti. Kadınların başörtüsü hareketi Türkiye tarihinin en önemli kadın hareketlerinden biridir. Oradaki sorun şuydu; mesele zaten 28 Şubat sürecinden başladı ve bu mücadelenin siyasal zemini başörtüsü oldu. Örtünmek, örtünmemek elbette kamu düzeniyle ilgili mesele olamaz. Bireysel bir tercihtir.
Laikliği kamusal alanda, siyasal alanda devlet yönetiminde tanımlayarak mücadele etmek yerine başörtüsü üzerinden tanımlayarak mücadele etmeye çalışan o dönemin Kemalist, Atatürkçü, Cumhuriyetçi siyaseti yenildi. Çünkü yanlıştı. Kadın hareketi de başta feministler buna destek olmadılar; sessiz kaldılar. Başörtüsü serbest hale geldi; bir taraftan kadınların başlarını örterek okullara, üniversitelere, kamu görevlerine girme şansı buldular. Diğer yandan bazı kesim kadınların da başı örtülerek bu sayede eve kapatılabildi.
Yanlış yerde yanlış ve apolitik bir mücadele yapıldı. Laiklik sadece başörtüsü üzerinden savunulamazdı.
Bu 100 yıllık Cumhuriyet siyasetinin laikliği nasıl bir tanımla tanımlayacağına dair bir siyasi perspektifi olmadığını bize gösteriyor. Bu konuda tabii kadın hareketinin de çelişkisi vardı. Kadın hareketinin de bana göre Cumhuriyet’le ilgili zaafı var. Çünkü Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana medeni haklarla- siyasi haklar arasında bir ayrım yapıldı. 1924 Anayasası kadınları eşit vatandaşlar olarak kabul etmedi. Siyasi haklar vermedi. 1930’a kadar sadece medeni haklar üzerinden bir kadın devrimi tanımlandı.
Siyasi haklar daha sonra tam 1990’lara kadar hep problemli oldu. Şimdi de problemli olmaya devam ediyor, örneğin hâlâ CHP’ye kadınların eşit siyasal katılım gereğini anlatmak çok zor. Siyasal hakları eşit olarak kullanabilse kadınlar kendi haklarının geri gidişinde, bu dini çevrelerin laiklik karşıtı hareketlerine karşı koyabilirlerdi, bunun kendi hayatlarındaki önemini biliyorlardı ve buna karşı mücadele ederken kadın hakları mücadelesini laiklik mücadelesiyle birleştirebilirlerdi.
Bunu kadınlar yapabilirdi ama kadınların eşit siyasal katılımına izin verilmediği için bu da gerçekleşmedi. Bugünlere böyle geldik hem laiklik meselesi krizde hem kadın hakları meselesi krizde hem de bütün bunlardan dolayı siyasal muhalefet krizde. Bu üç kriz birbirine eklenmiş durumda.
» Parçalı bir kadın hareketi de var. Muhalefetin tezahürü kadın hareketinde de varmış gibi… Buna dair nasıl bir politika geliştirilmeli?
Kadın hareketi laikliği geçmişte daha kapsamlı tartışıyordu. 1990’larda laikliği savunmak için ve başörtüsüne karşı büyük yürüyüşler yapılmıştı. Bu konuda ciddi siyasi gündemler oluşturulmuştu hatta İslamcı kadınlarla, örtülen kadınlarla ciddi bir işbirliği yapılmıştı. Kadın hakları hareketinin en parlak dönemiydi. Bu geniş kapsamlı işbirlikleri sayesinde Medeni Yasa’yı değiştirdiler, ceza yasasını değiştirdiler, 6284’ü çıkardılar, İstanbul Sözleşmesi hazırlandı, çok önemli bir kadın hakları reformu dönemi yaşandı. O reform döneminin arkasında kadın hareketinin bu ortak gündem oluşturma politik stratejisi vardı. Yani feministler, Kemalistler, Kürtler, İslamcı kadınlar kadın hakları temelinde işbirliği yapabilmişlerdi. İslamcı feministler deniyordu o zaman mesela. Feministlerin ideolojik olarak kadın haklarında etkili olduğu bir dönemi yaşadık biz.
O dönemden bu yana kadın hareketinin başardığı en büyük şey kadınlara yönelik erkek şiddetin deşifre edilmiş olması, her boyutuyla ve adım adım, gün gün, olay olay, vaka vaka takip ediliyor hale gelmiş olması.
Yılda 450-500 civarında kadın, erkekler tarafından öldürülüyor; bu ancak bir savaşta olur. Kadın örgütleri de bu konudaki mücadeleye kitlenmiş durumda.
Kadın hareketi, kadına şiddetle uğraşıyor ve siyasal temsil meselesini gündeme getiremiyor. Çünkü her bir örgüt ayrı ayrı kadına şiddetle mücadele edebiliyor; kendi adına bir proje yürüterek çalışabiliyor. Ama kadınların eşit siyasal haklarını savunmak için ortak bir mücadele ve ortak bir gündem oluşturmak gerekiyor. Yani örgütlü kadın gücünü oluşturmak ve siyasete, siyasal partilere sokmak gerekiyor; kadın örgütleri bunu yapamıyor; bir araya gelip feminizmi siyasete sokamıyor. Diğer taraftan siyasal muhalefet partileri de kendi partilerinde feminizmi görmek istemiyorlar.
Bu bağlamda kadın hareketinin de bana göre hâlâ apolitik bir hali var. Siyasal partilerin bu konudaki cinsiyet körü tutumları devam ediyor. Zaten sorun da buradan çıkıyor. Bir türlü toparlanıp ciddi bir laiklik savunusu, demokrasi savunusu, kadın hakları savunusu, aynı hatta ortak bir zeminde yapılamıyor.
İşin özü örgütsüzlük. Şunu diyebiliriz; yakın geçmişte bu yapılabildiğine göre bugün daha iyisi, daha iyi örgütlüsü yapılabilir. Mesele bunu örgütlemekte diye düşünüyorum. Örgütlü mücadele kadınları kurtarır. Kadın hareketi nefes nefese kadın cinayetleri arkasından koşturuyor çünkü her gün 1-2 tane kadın öldürülüyor. Kadın örgütleri nefes alır durumda değiller ama şunu da görmeleri lazım ki artık o yolla ne kadar koşturursanız koşturun eğer bir siyasi gücünüz yoksa çözüm de yok. Çünkü bir günde o 6284’te değiştirilecek. Anayasa’nın ilgili maddeleri de değiştirilecek, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle medeni haklarla ilgili geri adımlar atılacak ve kadın hareketi hiçbir şey yapamayacak.