“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın(meskûn olun). Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz. Derken Şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için ikisine de gizlice fısıldadı: ‘İkiniz ancak iki melek(melik) veya sürekli kalıcılardan olursunuz diye Rabbiniz size bu ağacı yasakladı. Ben size öğüt verenlerdenim’ diye de onlara yemin etti. Böylece aldatarak onları kandırdı. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri açıldı(göründü). Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye koyuldular. Onların Rabbi ikisine de seslendi: ‘bu Ağacı size yasaklamadım mı? Şeytan sizin için açıkça bir düşmandır’ diye ikinize de demedim mi?” (Araf, 19-22).
Fiziksel çıplaklık ya da örtülü olmak insanlık tarihindeki kadim tartışmalardan birisidir. Aynı konu kendi özgünlüğü içinde yukarıdaki ayet mealleri örneğinde de görüldüğü gibi Kur’an’da da yer almaktadır. Sahneye baktığımızda olayın ikisi doğrudan biri de dolaylı olmak üzere üç kahramanın rol aldığını görürüz; İnsan (Âdem ve eşi), Şeytan ve Melek. İnsanın ne olduğu konusunda bir ihtilaf ve tartışma yok. Gerçi, insan-beşer kavramları ile ilgili çeşitli görüşler var, ama sonuçta tür olarak aynı varlıktan söz ediliyor. Şeytan ve Melek meselesine gelince durum biraz, hatta epeyce bir karışık görünüyor. Şimdilik onu bir kenara bırakalım ve farklı bir yaklaşımla konuya devam edelim. Yukarıdaki ayetler grubunda anlatılan olayda rol alan kahramanların üçünü de farklı sıfatlara sahip insan olarak düşünelim. Böyle yapmak mesajın pratiğe aktarılması bakımından bir kolaylık sağlayabilir. Âdem, genel anlamda insan; Şeytan, insan türü içindeki olumsuz, sapık ve saptırıcı bir tip; Melek de üstün bir yönetebilme yeteneğine sahip(melik/malik/hükümdar/padişah) insan tipi olarak kabul edilebilirse; sahneyi yeryüzüne indirebiliriz. Ya da Şeytanı ayrı bir tür, meleği ayrı bir tür ve insanı da ayrı bir tür/cins olarak düşünüp olayı hep teoride bırakabiliriz. Eğer böyleyse şöyle demek de yanlış olmaz: her bir türü kendi içinde kendi halleriyle bırakalım. İnsan olarak da biz kendimize bakalım, yani kendi şeytanlarımıza, kendi meleklerimize ve de kendi insanlığımıza…
İnsanda var olan akıl, öfke ve şehvet duygularının, 20’nci ayette geçen “avret yerleri” ifadesi ile ilişkisi kurulabilir mi? Sözünü ettiğimiz bu üç elemanın üçü de her zaman açıkta olmayıp hiç birisi bir varlık olarak elle tutulup gözle görülebilen bir şey de değildir. Varlıkları, etki-tepki ilişkisi sonunda ortaya çıkar. İşte bu anlamda fiziksel çıplaklık için, yani avret yerlerinin açılması insandaki bir gücün ortaya çıkmasıdır, diyebilir miyiz? Peki, insanın çıplaklığı, ondaki hangi güç ya da duyguya karşılık gelir ya da onu çağrıştırır? Elbette şehvet duygusu ve gücünü… Şehvet, diğer iki güçten hangisine daha yakındır ya da ona paraleldir, öfke ile mi akılla mı? Öfke ile değil mi? Bu anlamda şehvet ve öfke şeytanla yan yana gelebilir mi, birbirlerinin hizmetlerine girerler mi, birbirlerini destekleyebilirler mi? Daha da uzayabilecek bu tür soruların cevabı, evet’tir. Eski filozoflar insanı; akıl, öfke ve şehvet güçlerinden oluşmuş bir varlık olarak görürlermiş. Onlar, fiziksel çıplaklığı şehvet, öfke ve aklın açığa çıkmasının bir simgesi olarak değerlendirirlermiş. Eflatun’dan bu yana aynı anlayışın devam ettiği de söylenebilir.
Akıl, şehvet ve öfke unsurlarına sahip insanın, bir de bunlarla birlikte yaratıcısı tarafından irade ve sorumlulukla donatıldığını hesaba katıp düşünürsek, onun varoluş nedeni hakkında ne söyleyebiliriz? Bu soruya şöyle bir cevap vermek, isabetli olabilir: sınanma… Diğer bir deyişle imtihan edilme ve hesaba çekilme…
Akıl bir tarafta, şehvet ve öfke bir tarafta, müthiş bir sevap-günah kapışması; irade ise fücur ve takva yol ayrımında bir yol gösterici; sorumluluk da uyarma ve öğüt makamında akıl ve iradeyi destekleme çabasında olmak üzere hepsi birlikte insan denklemini oluşturuyorlar. Bu denklemde insanın en büyük hedefi cenneti, yani en büyük başarıyı(fevzu’l kebiri) kazanmak olmalıdır. Bunun içinde büyük bir sınavla karşı karşıya olduğunu unutmamalıdır. Çıplaklığa neden olan şehvet gücünün akıl gücüne baskın çıkması, insanın hüsrana uğramasına, yani en büyük başarıyı kaybetmesine neden olur/oluyor. “Öfke gelir göz kızarır, öfke gider yüz kızarır!” diye anlamlı bir söz vardır. Yani öfke akıl gücünü aşmış ve insana utanılacak bir iş yaptırmış. Bir de şehvet ve öfkenin birleşerek aklı geri plâna ittiğini düşünelim…
Müstekbirlik şehveti ve sadist öfke kişiyi kudurmuş hale sokar, onu kızgın sarı deve yapar ya da kıvılcımlar atan saray. Irak ve Suriye’deki olaylara ve sahnedeki manzaraya bakılınca, büyük Şeytanın nelere kadir olduğu açıkça görülür. Lafa bakar mısınız? Deniyor ki; “Bu savaş yıllarca sürebilir!” Bu sözle ne kast edildiği gayet açık; birikmiş öfke ve şehvet hırsı. Akıl çoktan kovulmuş…
İnsan Şeytanın ayartması sonucunda onunla birlikte yeryüzüne indirilmiş ve ömrünü burada geçirmektedir. Bu dünyada gücü, yani aklı yettiği ölçüde imtihan edilmektedir. Aklının öfke ve şehvetine hâkim olup olamayacağı sınanmaktadır. Eceli geldiğinde de hesaba çekilip ya cennete girecek ya da ayartıcı şeytanla birlikte cehenneme atılacaktır. Hiç kimse kendisi için böyle bir son istemez. Ama sadece istememek yetmiyor. Şunu iyice bilmek gerekir; akıl, öfke ve şehvete hâkim olup olamayacağı konusunda sınanmaktadır. Namuslu ve insaf ehli herkes görüyor ki, akla karşı oluşturulmuş şehvet ve öfke koalisyonu acımasız bir şekilde eziyor ve sömürüyor. İspatı; asgari ücret, açlık sınırı ve yoksulluk miktarları ile asgari ücretle çalışan insan sayısıdır. Avret yerleri açıldı kocaman ayıplar göründü. Olsun, cennet yaprakları örter…(*)
“””””””””””””””””””””””””””””
(*) Avret yerleri”-“Cennet yaprakları” ilişkisi hakkında bakınız ADİL MEDYA internet sitesindeki, 1.8.2013 günlü “Cennet Yaprakları” başlıklı yazımız.